Sosyal Medya

Gökhan Özcan: Rüzgar neyi murad eder?

Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin ‘hiç’ yanıtını vermesi yapmacık olabilir. Ama bu yanıt içtense, boşluğu çok şeyler anlatır.



Hayat, dışımızdan akıp giden bir şey mi, yoksa içimizden gelip geçen bir şey mi? Böyle keskin bir ayrım yapabilir miyiz? İkisini birbirinden bu kadar net ayırabilir miyiz? Belki yapamayız bunu ama bu ikilemde bir tarafın ağır basması elbette mümkün... İkincisinin doğruluk payı daha fazlaymış gibi geliyor mesela bana... Evet, dışımızdan akıp giden bir şey var ve hepimiz hikayelerimizle onun bir parçasıyız. Ama o şey, yani hayat, dışımızdan akan ve bütün hikayeleri içine alan o büyük hikaye, her insana başka bir şey anlatmıyor mu? Bu nasıl mümkün olabilir, şu şehirleri dolduran, şu caddelerden akan, şu sokaklarda kıvrımlanarak ilerleyen ve gelip şu evlerin içlerine çöreklenen o büyük hikaye her insanda nasıl başka bir duyguya, bir izaha, bir anlatıma, bir muhtevaya bürünebilir? Bu dahi asıl hikayenin her insanın kendi içinde mayalandığını, anlama ve derinliğe kavuşturduğunu izaha yetmez mi? İnsan dış dünyadan topladığı malzemeden bir hayat yoğuruyor içinde. Hayata, her insan için özgün bir hikaye kazandıran asıl uğraş, asıl meşgale, asıl faaliyet bu değil mi?
 
“Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin ‘hiç’ yanıtını vermesi yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. Ama bu yanıt içtense, boşluğun çok şeyler anlattığı, günlük devinimler zincirinin koptuğu, yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip tinsel durumu belirtiyorsa, o zaman uyumsuzluğun ilk belirtisi gibidir” diyor ‘Sisifos Söyleni’ kitabında Albert Camus.
 
Boşluk, içini nefesimizle doldurduğumuz şey... Nefes, içi hayatla dolu olan şey... Hayat, içi anlamla dolu hikaye... Hikaye, içinde nefes aldığımız geçici gerçek... Geçici olmayan gerçek, en sonunda kandığımız her şeyi içinde eritecek mana...
 
“Ne var ne yok?” diye sordu karşıdan gelen. “Onu bilecek zaman daha gelmedi” diye cevapladı karşıya giden.
 
İnsan aradığı manayı hep başkalarında bulacağını sanıyor, karşılaştığı pek çok insanın bu iyiliği kendisine yapacağını sanıyor. Aradığını onlarda bulamayınca da hayal kırıklığına uğruyor, hayata küsüyor. Oysa, mana insanın dışarıda bulabileceği bir şey değil, buna imkan da yok. Çünkü mana çiçeği insanın iç toprağında büyüyüp açmak tabiatında... Başkaları bize o çiçeğin toprağını besleyebilecek tatlı esintiler sunabilir ama toprak bizim canımızın toprağı olmalı... Başkası bizim mana çiçeğimizi büyütemez. Bir saksının çiçeği, yanı başında olsa da bir başka saksının toprağından can bulabilir mi?
 
“Sevdiğiniz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içime sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, ondan kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulunur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir” diye yazmış Marcel Proust, çarpıcı dokunuşlarla dolu, ‘Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’ kitabında.
 
Bir de şunu düşünün; her gece rüyasında yükseklerden coşkuyla dökülen çağlayanlar gören bir çöl uyanınca ne hisseder?
 
“Belki oradan oraya savrulmaktır benim muradım” dedi kendi kendine çalı, “her şeyi oradan oraya savurmak nasıl muradıysa rüzgarın!”
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.