Önemli Şahsiyetler
Elif gibi dimdik bir şahsiyet: Mehmet Akif Ersoy
Follow @dusuncemektebi2
"Medeniyet”, Arapça kökenli bir kelimedir. Bu kelimenin başındaki “mim” harfi kaldırıldığında “deniyet” kalır. “Deniyet” de “alçaklık” demektir. Akif, medeniyetin, deniyete dönüşmesine karşıdır. Onun için, Batı medeniyeti hususunda ince eleyip sık dokumuştur. Çünkü onların inançlarıyla bizimkiler hiçbir zaman birbiriyle bağdaşmaz.
20 Aralık 1873'te İstanbul'un Fatih semtine bağlı Sarıgüzel Mahallesi'nde doğan Mehmet Akif'in asıl adı Mehmet Ragîf'tir. Annesi Buhara'dan Anadolu'ya gelen bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova doğumlu, Fatih Camii Medresesi müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi'dir. Babası, ona ebced hesabıyla hicrî doğum tarihini (Şevval 1290) gösteren "Ragîf" adını vermiştir. Söylenişi zor olan bu isim daha sonraları unutulmuş, kendisi Mehmet Akif diye bilinmiştir. Halk onu, "Mehmet Akif" diye çağırmıştır.
İlk öğrenimine Fatih'te Emir Buharî Mahalle Mektebi’nde başlayan Akif, iki yıl sonra iptidâî (ilkokul) bölümüne geçmiştir. Ardından, Safahat'ta “Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim” dediği babasından Arapça öğrenmeye başlamıştır. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başlayan Akif, aynı zamanda Fatih Camii'nde Farsça derslerini de takip etmiştir. Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca dillerinde büyük başarılar elde etmiştir.
Mehmet Akif, 1885'te zamanın hatırı sayılır okullarından biri olan Mülkiye Mektebi'nin idâdî kısmına kaydolmuştur. Burada üç yıl okuduktan sonra aynı okulun yüksek kısmına devam etse de babasının vefatı nedeniyle, daha kolay meslek sahibi olabileceği Mülkiye Baytar Mektebi'ne girmiştir. Bu mektebi birincilikle tamamlamıştır.
Mezuniyetinin ardından memuriyet hayatına başlayan; Anadolu, Rumeli ve Şam bölgelerinde görev yapan Akif, 1898’de Tophane-i Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım'la evlenmiş, bu evlilikten üç kız ve üç erkek çocuğu dünyaya gelmiştir.
Başucumda “Safahat" yahut çileyle yoğrulan bir milletin serencamı
“Safahat” safhalar (evreler) anlamına gelen Arapça kökenli bir kelimedir. Aynı zamanda millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiir kitabının ismidir. Merhum Akif’in Safahat’ı yedi bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla "Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler" adlarını taşımaktadır.
Başucu kitaplarımızdan biri olan Safahat'ı her Türk gencinin ömründe en az bir kere dikkatlice okuması gerekir. Hele kendini aydın sayanların, bu kıymetli eseri her yıl tekrar tekrar okuyup tahlil etmesi lâzım Zira bu gibi kıymetli manzumeler her okunduğunda farklı ufuklar kazandırır insana. Okudukça yeni şeylerin farkına varır ferasetli okuyucu.
Bizi bize ustaca anlatan Safahat, her evde bulundurulmalıdır. Hatta topluca okunup tahlil edilmelidir. Bir dönemin canlı tanığı olan bir kalemin bu samimi haykırışlarını sağır sultanlar da duymalıdır. Şayet bunlar bilinmezse tarihin tekerrür etmesi işten bile değil.
Müslüman-Türk toplumunun aynası olan Safahat bir yelpazeye benzer. Zira o, açıldıkça genişler ve çepeçevre kuşatır muhayyilemizi. Çünkü hayatın ta kendisidir bu eser. İçinde mübalağa yoktur. Yalan ise asla… Bunu şu dizelerde açıkça ifade ediyor Akif: ''Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim/ İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim/Şudur benim hayatta en beğendiğim meslek;/ Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...”
Mehmet Akif, dünyevî aşkların peşinden koşmadı hiçbir zaman. Malı, parayı, mevkii elinin tersiyle itti. O, dünyaya hakkı ve hakikati haykırmak için gelmişti. Öyle de yaptı; bu gök kubbede hoş sedası bâkî kaldı. Öz yurdunda garip ve öz vatanında parya olarak yaşamaya mahkûm edilen Akif, ülkesine ve insanına hiçbir zaman küsmedi. Yaşadıklarını kaderin tecellisi olarak gördü ve kendine yapılan haksızlıkları görmezlikten geldi. Bu haksızlıkları yapanlara da hakkını helâl etti. Islah olanlar oldu, olmayanların hesabı büyük güne kaldı.
Doğru bildiği yolda bir ömür taviz vermeden yürüyen Mehmet Akif, tek başına bir orduydu. O, tabir caizse çağının vicdanıydı. Memlekette yaşanan manevî buhranları yüreğinin orta yerinde ve vücudunun bütün hücrelerinde hissetmiş duyarlı bir vatan sevdalısıydı.
Mehmet Akif'in bir milletin tercüme-i hâli olan Safahat'ı sessiz çığlıklarla doludur. Bu feryatları ancak onun gibi düşünenler ve onun gibi yaşayanlar anlayabilir. Malumdur ki ateş düştüğü yeri yakar. Yanmayan, ateşin tesirini nerden bilebilir ki? Fakat Akif, kendi acılarını anlatmamıştır eserinde. Ferdi meselelerini içine atmıştır hep. Onu yiyip bitiren, mazlumların feryat ü figanları olmuştur. Şu iki mısra bu konuda bizlere her şeyi anlatmaya yetiyor:
“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;/İnler "Safahat”ımdaki hüsran bile sessiz!”
Kimileri Akif’i şair bile saymaz. Bu idrak yoksunları, onun eserlerinde sanatsal değer bulunmadığını söyler. Oysa bu doğru değildir. Mehmet Akif, gerçekleri anlatırken Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. Üstelik şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme almıştır. Onun fikrinden rahatsız olanların gücü yetse İstiklâl Marşı’nı da okutmayacaklar. Akif’in Safahat’taki şiirleriyle ilgili şu enteresan değerlendirmesi bize çok şey anlatır: “Safahat’ımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz;/Yalınız, bir yeri hakkında "hazin işte bu!" der/Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi var ya?/Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-ü heder!”
Bir hürriyet sevdalısı olan Mehmet Akif'te mücadele ruhu
Mehmet Akif, Anadolu'nun ve İstanbul'un işgali karşısında derin teessürlere gark olmuş bir vatan sevdalısıydı. O, bu haksız ve hadsiz işgal karşısında bazen bir şair, bazen bir vaiz veya hatip, bazen de bir yazar kisvesiyle tepkisini en üst perdeden koymuştur. Bununla da yetinmemiş, bizzat mücadelenin içinde yer almıştır. Müslüman'ın derdini kendine dert edinen Akif, sözleriyle ve davranışlarıyla her zaman önde olmuş; halka vatan sevgisi aşılamış, onları düşmanla mücadeleye sevk etmiş, birlikte hareket edilmesi gerektiğini hatırlatmış, bedbinlere ümit aşılamış, onları tembellik ve miskinlikten uyandırmıştır.
Hürriyet sevdalısı Mehmet Akif, işgal senelerinde Kastamonu Nasrullah Camii kürsüsünden halka hitap etmiş, onları işgale karşı topyekûn birlik olmaya davet etmiştir. Yine milli mücadele yıllarında 6 Şubat 1920 tarihinde Balıkesir'de Zağanos Paşa Camii’nde verdiği vaazda şu sözlerle halkı işgale karşı hassas olmaya çağırmıştır: "Rumeli'yi baştan başa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz. Anadolu'yu müdafaa hususunda diğer vilayetlere önayak olma şerefini siz kazandınız. Sa’yiniz meşkurdur. İnşallah bu şan-u şeref kıyamete kadar artar gider. İnşallah vatanımızın istiklâli, saadeti, refahı, ümranı dünyalar durdukça masun ve mahfuz kalır."
Mehmet Akif'e göre vatandan ve hürriyetten uzak, esaret zincirlerine bağlı olarak yaşamanın bir mânâsı yoktu. Yine aynı Akif, Balıkesir Zağanos Paşa Camii'ndeki vaazında şöyle diyordu. “Hepimizin bir vatan borcu, bir dinî borcumuz vardır ki, onu ifa etme hususunda ufacık bir ihmal bile caiz değildir. Bu konuda hiçbirimiz köşemize çekilip, seyirci kalamayız. Çünkü düşman kapıya dayanmış ve namusumuzu çiğnemek istiyor. Bu namert saldırıya karşı koymak, kadın-erkek, çoluk- çocuk, genç-yaşlı her fert için farz-ı ayn olduğu, bir an bile unutulmamalıdır. Bugün herkes varını yoğunu ortaya koymak zorundadır."
"Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın"
Yurdumuz düşmanın kirli çizmeleri altındayken; yani Kurtuluş Savaşı'nın başladığı o zorlu yıllarda cephedeki askerleri coşturacak, onların morallerini yükseltip manevî duygularını kuvvetlendirecek bir millî marşın hazırlanması düşüncesi gündeme gelmişti. Milli ve manevî duyguları ihtiva edecek olan bu marş, esaretten bunalan halkın bozulan moralini de düzeltebilecekti. Böylece teslimiyetçi duyguların yerini topyekûn mücadele ruhu alacaktı.
Halkın ve askerlerin millî ve manevî hissiyatına tercüman olacak bir marşın yazımı için Meclis tarafından bir yarışma açılmış ve bu yarışma Hakimiyet-i Milliye gazetesinin 25 Ekim 1920 tarihli nüshasında ilan edilmişti. Yarışmanın son müracaat tarihi olan 23 Aralık 1920'ye kadar gönderilen toplam 724 eser, daha evvel belirlenen jüri tarafından değerlendirilse de o ruhu yansıtabilecek kudrette, İstiklal Marşı olacak düzeyde bir eser tespit edilememişti. Bu durum ilgilileri yeni arayışlara itmişti. Müracaat edilecek adres belliydi.
O zamanlar Umur-u Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey'di. Mehmet Akif'i çok iyi tanıyan Tanrıöver, Akif'in düzenlenen yarışmaya katılmayışının sebebinin mükâfat olduğunu öğrenmiş, bunun izalesi için büyük bir gayret sarf ederek onun yarışmaya katılmasını sağlamıştır. Bunun için de Mehmet Akif'e şu nazik mektubu göndermiştir: "Pek aziz muhterem efendim, İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettirdiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim."
Mükâfat meselesi çözüldükten sonra Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı'nı yazmak için Ankara'daki Taceddin Dergâhı'na kapanmıştır. Yoğun bir duygu atmosferine giren Akif, bu söz abidesini iki gün gibi kısa bir zaman diliminde tamamlamıştır. Şiir tamamlanır tamamlanmaz TBMM'deki özel oturumda defalarca okunmuş ve ayakta alkışlanmıştır. 12 Mart 1921 tarihinde meclisteki vekillerin oybirliğiyle Millî Marş olarak kabul edilmiştir.
Bir vatan sevdalısı olan Mehmet Akif, İstiklâl Marşı'nı bir şahsın değil, milletin topyekûn sesi ve hissiyatı olarak görüyordu. Böyle düşündüğü için de onu şahsına ait görmemiş, bu yüzden de onu “Safahat”ına almamıştır. Bununla ilgili olarak söylediği şu sözler ne kadar da manidardır: “Onu ben milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Artık o milletindir. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.”
Milletimizin uyanışına ve dirilişine vesile olan İstiklâl Marşı sanki ilâhî bir güç tarafından Akif'e ilham edilmiş ve tabir caizse yazdırılmıştır. Bunu Mehmet Akif'in şu sözlerinden de anlayabiliriz: "Bin bir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazıl(a)maz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur. Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!"
Cesaret timsali olan Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’na “Korkma” nidasıyla başlaması tesadüf değildir. O biliyordu ki korku, baştan kaybetmenin diğer adıdır. Şu mısralara bakıldığında hepsinin kararlılık ve inanç yüklü ifadelerle örüldüğü görülür: “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak./O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak, /O benimdir, o benim milletimindir ancak!”
Batı medeniyeti karşısında Mehmet Akif
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy, ömrü boyunca kâmil bir mümin ve muvahhit olarak yaşamıştır. Dünyaya bakış açısı Kur’anî ölçüler dâhilindedir. Müslümanlığın gereği de budur zaten… Dinin bir kısmını kabul edip bir kısmını çağdışı olarak görmek, mümine asla yakışmaz. O da Müslümanlığı bir bütün olarak görmüş ve öylece yaşamıştır.
Bazı insanlar Mehmet Akif’i, yobaz ve medeniyet düşmanı olarak görürler. Buna dayanak olarak da İslâm'a tavizsiz bağlanmasını, Batı'yı şiddetle eleştirmesini gösterirler. Onlara göre, dünya zamanla değişiyor; değişen dünyaya ayak uydurmak gerekir. Oysa Akif çağdaş bir insandı. Yani çağın ilminden ve tekniğinden haberdardı. Hiçbir zaman, başını kuma gömerek dünyadan habersiz yaşamayı tercih etmemiştir. Lâkin manevî değerlerinden de asla taviz vermemiştir. Onun için, bazılarının gözünde taassupkâr bir kişi olarak görülmüştür.
"Medeniyet”, Arapça kökenli bir kelimedir. Bu kelimenin başındaki “mim” harfi kaldırıldığında “deniyet” kalır. “Deniyet” de “alçaklık” demektir. Akif, medeniyetin, deniyete dönüşmesine karşıdır. Onun için, Batı medeniyeti hususunda ince eleyip sık dokumuştur. Çünkü onların inançlarıyla bizimkiler hiçbir zaman birbiriyle bağdaşmaz.
Mehmet Akif, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sebep olarak da Batı’ya körü körüne bağlanışımızı gösterir. Çünkü Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’nın ilim ve tekniğinden ziyade, modası takip edilmiştir. Avrupa’ya teknoloji transferi gayesiyle gönderdiğimiz talebeler, kimliklerini kaybederek melez bir hâl üzere geri dönmüşlerdir. Bilimden nasiplerini alamamışlardır. Akif bu hususta Japonları takdir etmektedir. Çünkü onlar yozlaşmadan Batı’nın teknolojisini ülkelerine taşımışlardır. Gelenek, görenek ve inançlarından asla taviz vermemişlerdir. Ona göre Japonlar, tevhid hariç, Müslümanlığın bütün gereklerini, farkında olmadan, yerine getirmektedir. Akif, biz Müslüman-Türk milletine şu tavsiyede bulunmaktadır: “Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını/Veriniz mesainize hem de son süratini/Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz/Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız/Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.”
Akif, ilme ve teknolojiye hayrandır. İnsanların yerinde sayması, onu rahatsız eder. Batı’dan gelen her şeye önyargıyla yaklaşan kaba softalara da kızar. İfrat ve tefritten uzak durulmasını ister. Her konuda ölçülü hareket edilmesinden yanadır. Batı’nın teknolojisini alırken, onu da kendi millî rengimize boyamamız gerektiğini ifade eder. Yani taklide şiddetle karşı çıkar. Çünkü taklit eden, hiçbir zaman taklit edilenin aslı kadar mükemmel olamaz.
Akif’e göre Batı, geçmişte Müslüman Türklere karşı kötü bir imtihan vermiştir. Onun için İstiklâl Marşı’nda Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” a benzetir: “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar/Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?”
Burada sözü edilen, yerilen kültür ve medeniyet, Batı’nın ahlâksızlıklarıdır; yoksa ilim ve teknik değildir. Sözlerimi Akif’in, Batı’nın ilim ve tekniğiyle alâkalı değerlendirmesiyle sürdürmek istiyorum: “Avrupalıların ilimleri, irfanları inkâr olunur şey değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalı…”
Akif’in ne kadar doğru söylediğini bugün yaşadıklarımız göstermiyor mu?
Mehmet Akif’in eğitim ve öğretime bakışı
Müslümanı bir bütün olarak ele alan ve Safahat’ında, onun yaşamından birçok canlı kesit sunan Mehmet Akif Ersoy, eğitimi hayatın olmazsa olmazlarından biri olarak görmüştür. Akif, cehaleti en büyük düşman olarak kabul etmiş ve bunu bir şiirinde şöyle dile getirmiştir: “Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet…/ Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,//Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı ne namus/Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbus//Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel:/Sensin bize düşmanları üstün çıkarılan el!”
Gerçekten de Mehmet Akif’in cehalete dair teşhisi çok doğru ve yerindedir. Zira hiçbir şeyden çekmedik cehaletten çektiğimiz kadar... Hep cahilliğimizin kurbanı olduk. Kendi hatalarımızı görmek istemeyince, kabahati yüce İslâm dinine attık. Geri kalışımıza gerekçe olarak onu gördük. Oysa kendimizi kandırdık. Yanlış teşhis, tedaviyi geciktirir; hatta imkânsız kılar. Gaflet uykusundan uyanmak gerekir. Çünkü Akif’in dediği gibi, uyanık olmalıyız: “Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,/Silkin de: muhitindeki zulmetleri yak, yık!//Bir baksana: gökler uyanık, yer uyanıktır;/Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!”
Memleketin kalkınması ve çağdaş medeniyetler seviyesine erişmesi için kadın-erkek, yaşlı- genç demeden herkes eğitimden, üzerine düşen payı almalıdır. Eğitim, çağın gereklerine uygun ve millî olmalıdır. Genç nesiller fennî ilimlerin yanında, dinini de öğrenmelidir. Çünkü dinî ve fennî ilimler terazinin iki ayrı kefesi gibidir. Birinin boşluğu ötekinin dengesini sarsar. Akif, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zümer S.9.Ayet) ilâhi sualine karşılık şu cevabı veriyor: “ Olmaz ya… Tabiî… Biri insan, biri hayvan!”
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed(sav) bir hadis-i şeriflerinde: “İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız.” buyurmuştu. Buradaki Çin, uzaklığı sebebiyle belirtilmiştir. Mehmet Akif bu hadisten yola çıkarak Müslümanlara şu tavsiyede bulunuyor: “Müslüman, elde asâ, belde divit, başta sarık;/Sonra sırtında yedek şaplı beş on deste çarık;//Altı aylık yolu, dağ taş demeyip çiğneyerek/Çin-i Maçin’deki bir ilmi gidip öğrenecek.”
İslâm dini ilme ayrı bir yer ve önem verir. Kur’an’ın ilk ayetinin “Oku” diye, bariz bir emirle gönderilmiş olması tesadüf değildir. İslâm, okumayı terakkinin vazgeçilmez bir şartı olarak görmektedir. Müslümanlar bu gerçeği idrak edemediği için müstemleke durumuna düşmüşlerdir. Oysa Müslümanların sahip olduğu topraklar, yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından çok zengindir. Fakat çağın ilmine sırt çevirdikleri için ellerinin altındaki hazineleri çağdaş ülkelerle paylaşmak zorunda kalmışlardır. Akif, bakın nasıl bir dünya hayal ediyor: “Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor;/İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor// Gece gündüz basıyor millete nâfi âsâr/Adeta matbaalar bir uyumaz hizmetkâr//Mülkü baştanbaşa imâr edecek şirketler;/Halkın irşâdına hâdim yeni cemiyetler//Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;/Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor…//Hasır üstünde bu rüyaları görmekte iken/İki mel’un gözün altında ayıldım birden.”
İkinci Meşrutiyet ve Mehmet Akif yahut akıl ve mantık firarda
Osmanlı Devleti’nin uzun ömrünün son çeyreği, büyük sarsıntılara sahne olmuştur. Bunlardan birisi de İkinci Meşrutiyet’in ilânıdır. O zaman iç ve dış müdahalelerle oluşturulan suni gerginlik, hat safhadaydı. Devlet ekonomik bakımdan da güçsüzleşmişti. Tahtta bulunan Sultan II. Abdülhamit, 24Temmuz 1908’de,1876 Kanun-i Esasisi’ni tekrar yürürlüğe koymak zorunda kalmıştı. Halk, sözde hürriyet kazanmışlığın getirdiği sevinçle sokaklara dökülmüştü. Oysa bu zorlamayla yapılmış, dış mihraklı bir değişimdi. Gaye, Osmanlı’yı tamamen bitirmekti. Halk, işin iç yüzünü bilmediği halde, bazı kendini bilmezlerin yönlendirmesiyle sevinç naraları atıyordu. Bu durumu Mehmet Akif, bakın nasıl dile getiriyor:
“Bir de İstanbul’a geldim ki bütün çarşı pazar/Nar’adan çalkalanıyor, öyle ya: hürriyet var!//Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş. Doğru:/Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru//Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;/Kafalar tütsülü hûyla ile gözler kızgın//Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden/Yakıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!//Zurnalar şehrin ahalisini takmış peşine;/Yedisinden tutarak dayanın yetmişine!//Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli:/En ağır başlısının bir zili eksik, belli!//Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük/Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!//Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak.../-Yaşasın /Kim yaşasın/-Ömrü olan/-Şak!şak! şak!”
Ne hazin bir tablo çizmiş Mehmet Akif!.. İnsanlar nasıl da kolayca oyuna gelebiliyor. Oysa II. Abdülhamit çok merhametli ve kabiliyetli bir padişahtı. Zaten onun bu yönünden yararlandılar. Bazı insanlara iyi niyet ve hoşgörü yaramıyor çünkü. Akif, İkinci Meşrutiyet'in ilân edildiği yıllarda 35 yaşında olgun bir insandı. Bu durum, kendisini fazlasıyla üzmüştü. Gerçi Mehmet Akif de Sultan II. Abdülhamit’ten hazzetmezdi. Zira o, Sultan Abdülhamit’i çok pasif buluyordu. Fakat ondan sonra gelenler II. Abdülhamit’i fazlasıyla aratmışlardır.
Yaşadığı sürece elif gibi dik duran bir millet şairiydi Mehmet Akif
Ömrünü memleketine adayan Mehmet Akif, hayatı boyunca bir münzevi gibi ömür sürdü. Doğru bildiklerini yaşadı, yazdı ve yaydı. Milletine güven ve sabır aşıladı. Birlik ve beraberliğin bizi birbirimize bağlayan en önemli unsur olduğunu her fırsatta hatırlattı. Yabancıların kirli senaryolarına figüran olmamamız için bize tarih şuuru kazandırdı. Hakiki Müslümanlığın en büyük kahramanlık olduğunu haykırdı. İslâm birliğinin tesisi için gayret ettiyse de arkasında yürüyenler tez yorulduğu için, tam anlamıyla gayesine ulaşamadı. Aradan geçen yıllar, Mehmet Akif’in söylemlerinin ne kadar doğru ve isabetli olduğunu ispatladı.
Adı İslâm'la özdeşleşen Mehmet Akif; hakikatten ayrılmayan, sözüyle özü bir olan gerçekçi bir insandı. Hayal satmayı hiç sevmezdi. O, sadece eserleriyle değil, hayatıyla da herkese örnek olmuştur. Şiirlerindeki tesirin sırrı da bu olsa gerek. Çünkü yaşadığını yazmayan, yazdığını yaşamayan şair, okuyucusunu hakkıyla ve lâyıkıyla etkileyemez.
Bu millete aldığından daha fazlasını veren Mehmet Akif, ne yazık ki yaşadığı sürece zamanın idarecilerinden vefa görmemiştir. Fakat aziz milletimiz onu bağrına basmıştır. Akif 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vefat etmiştir. Devlet millî şairimizin cenazesine bile sahip çıkmamıştır. Ortada kalan cenazesini, izini iz eyleyen üniversite gençliği defnetmiştir. Mezarı Edirnekapı'dadır. Allah rahmet eylesin.
Müellif: M. Nihat Malkoç / Kaynak: Yerli Düşünce Dergisi/Aralık 2020
Henüz yorum yapılmamış.