Sosyal Medya

Kongo: Sömürgeci kalbin karanlığı

19. yüzyılın sonlarında dünyanın neredeyse dörtte üçü Avrupalı emperyalistler tarafından sömürülüyordu. Makro bir analiz yerine Mustafa Özel, Joseph Conrad’ın romanlarından hareketle, bizi Beyaz Adam’ın iç dünyasına götürüyor: Medeniyetin ve erdemlerin arkasına gizlenmiş bir sahtekârlığın dünyasına…



Yükü servete dönüÅŸtürmek, Beyaz Adam’ın büyük marifetidir. Kipling 1898’de baÅŸta Ä°ngilizler olmak üzere yüreÄŸi karanlık Avrupalıları “Beyaz Adam’ın yükünü omuzlamaya” çağırdığında, Blunt “Beyaz Adam’ın yükü, lordum, parasının yüküdür” diye yazmıştı. Åžairler bu süreçte başıdik dursalar da, yüreÄŸin karanlığını destanlaÅŸtıran nihayette bir romancı oldu. Karanlığın YüreÄŸi, sömürgeci bireyin psikolojisini tasvir, tahlil ve tel’inde hâlâ bir zirvedir. Nijeryalı Achebe’nin ağır suçlamasına (“lanetolası ırkçı!”) raÄŸmen, Conrad’ın siyasî, iktisadî ve kültürel veçheleriyle sömürgeciliÄŸi kurguya en baÅŸarılı biçimde yansıtan ÅŸair-romancı olduÄŸunu düÅŸünüyorum. YiÄŸidi vur, hakkını yeme! Basit gerçekler sarsıcıdır:
 
19. yüzyıl sonlarında yerkürenin DÖRTTE ÜÇÜ Avrupalı emperyalistlerin hükmü altındaydı. Aslan payını Ä°ngilizler kapmış olsa da Fransız, Alman, Rus ve Japonlar.. “sömürgelere hücum” devrini yaşıyordu. Conrad’in büyük romanına konu olan Kongo, Belçika kralı Leopold’ün kiÅŸisel mülküydü ve yüzölçümü Belçika’nın tam 80 misliydi!
 
Joseph Teodor Conrad
 
Polonya, Rus yayılmacılığının kurbanlarından biriydi ve Conrad bu ülkede, soylu fakat yurdundan koparılmış bir aile içinde dünyaya gözünü açtı. Yurtsever anne ve babası sürgündeyken, beÅŸ yaşındaki Josef Teodor Konrad Korzeniowski onlarla çile doldurmaya baÅŸladı. Åžekspir ve Dickens’tan çeviriler yapan babasının oÄŸluna ninnilerinden biri ÅŸöyleydi:
 
BebeÄŸim benim, söyle kendine
Vatansız birisin, sevgisiz biri,
Ülkesiz ve milletsiz,
Annen Polonya Yatıyor mezarında.
Biricik Annen toprak altında
İmanın odur, şehitlik nişanın
Uyu da büyü, bebeÄŸim benim.
 
Yurtsever ana babasını çocuk yaÅŸta yitiren Conrad, çeyrek yüzyıl denizlerde “yersiz yurtsuz” dolaÅŸtı. Ä°kinci dili Fransızca olmasına raÄŸmen, üçüncü diliyle, Ä°ngilizce yazmaya karar verdi. Dilde bile vatansızdı. Ä°lk romanı Almayer’in Sırça KöÅŸkü, yazma serüveninin tüm tohumlarını barındıran bir ilk hazinedir.
 
Sermayesiz dünya fethi
 
Romanın ilk cümlesi, “MuhteÅŸem bir gelecek düÅŸüne dalıp gitmiÅŸ olan” Almayer’in tiz bir sesle sarsılarak “bulunduÄŸu ânın nahoÅŸ gerçeklerine dönmesine” dairdir. Birkaç satır aÅŸağıda, Almayer’in düÅŸünün kalbinde ne yattığını öÄŸreniyoruz: kızı Nina ve altın. Sarı maden sayesinde kendini ve melez kızını Asya cehenneminden kurtaracaktır. “Avrupa’ya yerleÅŸeceklerdi kızıyla birlikte. Zengin olacak, itibar göreceklerdi. Kızın muazzam güzelliÄŸi ve kendisinin sahip olduÄŸu servet karşısında, hiç kimse kızın melez bir kan taşıdığını aklına bile getirmeyecekti. Onun zaferlerine tanık oldukça kendisi de yeniden gençleÅŸecek, bir mahkûm gibi hissettiÄŸi bu kıyıda 25 yıldır verdiÄŸi kahır dolu mücadeleyi unutacaktı.”
 
Tarih ve sosyal bilim, genelde sömürgeciliÄŸin makro boyutuyla ilgilenir. “Ä°ngiltere, Hindistan’ı asırlarca sömürdü” denildiÄŸinde, sanki üzerinde UK yazan bir gemi-deÄŸirmenin, onbinlerce mil uzaklara gidip, milyonlarca insanı öÄŸütüp geri geldiÄŸini tasavvur ediyor ve haklı olarak öfkeleniyoruz. Birey olarak sömürgeciyi ise ancak romanlarda bulabiliyor ve doÄŸal olarak zavallının (!?) hâline acıyoruz. Nitekim Kaspar Almayer de kendini ve kızını ebedî kurtuluÅŸa erdirecek son iÅŸte, Malay prensi beklerken, nehirde yuvarlanan aÄŸaç dalını kıskanır: “Almayer’in aÄŸacın akıbetine duyduÄŸu ilgi birden arttı. AÅŸağıdaki sığ burnu aşıp aÅŸamayacağını görmek için trabzanın üzerinden eÄŸildi. AÅŸmıştı. Artık denize kadar yolunun açık olduÄŸunu düÅŸünerek geri çekildi, koyulaÅŸan karanlıkta ÅŸimdi giderek küçülüp belirsizleÅŸen o cansız nesnenin kaderine imrendi.”
 
Kimdi Almayer ve ‘Asya cehennemi’nde ne arıyordu? BelleÄŸi çeyrek yüzyıl geriye giderek “servet kovalamak üzere Felemenk posta gemisinden Makassar’ın tozlu iskelesine iniÅŸini” hatırladı. Hollandalı gencin yumuÅŸak sermayesi gözükaralık, Ä°ngilizce ve hesap bilgisinden ibaretti. YüreÄŸinin karanlık olduÄŸu da söylenemezdi pek. Aksine, “KuÅŸ gibi hafif bir yürek ve ondan daha hafif bir cüzdanla ayrılmıştı evinden; Ä°ngilizceyi iyi konuÅŸuyordu, aritmetiÄŸi de kuvvetliydi; dünyayı fethetmeye hazırdı ve bunu baÅŸaracağından en ufak bir kuÅŸkusu yoktu.”
 
Endonezya’nın güneyindeki Makassar o sıralar “ticaretle dolup taÅŸan cıvıl cıvıl bir yerdi.” Antrepolarında “bir takım Çinlilerin sessiz sedasız sayıp üst üste yığmakta oldukları gümüÅŸ guldenlerin yumuÅŸak ve kesintisiz şıngırtısı yükselirdi.” Orada ‘Denizin Kralı’ Ä°ngiliz Tom Lingard ile tanıştı. Bir nehir keÅŸfetmiÅŸti Lingard. “GiriÅŸlerini bir tek kendisinin bildiÄŸi o nehirden içeri, Manchester’dan gelen mallar, pirinç gonglar, tüfekler ve baruttan oluÅŸan çeÅŸit çeÅŸit yük taşıyordu.” Cesur giriÅŸimi ve muazzam kazancı ile Almayer’in gözünde bir kahramana dönüÅŸen Lingard, onu evlatlığı bir Malay kız ile evlendirmek istedi.
 
Usturuplu riyakâr, faziletli sahtekâr
 
Bir beyazın yerliyle evlenmesi, ha? Olacak ÅŸey miydi bu? Projesini ÅŸöyle savunur Lingard: “Kimse karının ten rengini görmeyecek. Sahip olduÄŸum dolarlar elalemin gözlerini örtmeye yeter de artar, inan! Milyonlarca doların olacak, milyonlarca diyorum!” YaÅŸlı adam sonsuza kadar yaÅŸayacak deÄŸildi; her ÅŸeyi kızına, dolayısıyla da Almayer’e kalacaktı: “Gemiler, antrepolar, mallar ve hepsinden öte, ileri bir gelecekte, Lingard’ın parası sayesinde krallar gibi yaÅŸayacağı, rüyalarının yeryüzü cenneti olan o ÅŸehirde, Amsterdam’da, peri masallarındaki bir saray gibi parlayan büyük bir malikâne.” Başından kolayca savabileceÄŸini düÅŸündüÄŸü Malay kızla evlenir ve ondan muhteÅŸem bir kızı olur.
 
Nina, anne ve babasının evliliklerinin mimar ve finansörü tarafından, aileden uzak bir yere (Singapur) gönderilir ve orada ‘Hıristiyan terbiyesi’ alır. Fakat yanına verildiÄŸi Beyaz aile tarafından dışlanınca, ‘barbarlık bataklığına’ geri döner ve iki arada bir derede kalır. Ä°ster beyaz ister Malay, tüm yakınlarında “ÅŸekilden ÅŸekile giren o kaypak doların peÅŸinden koÅŸan sefil bir doymak bilmezliÄŸin ortak tezahürünü” görür. Malay akrabaları vahÅŸi bir içtenlikle her ÅŸeyi mübah görüyordu. Buna içerlese de, Nina bunu “tanışmak talihsizliÄŸine maruz kaldığı beyazlarda gördüÄŸü o usturuplu riyakârlığa, kibar sahtekârlıklara, faziletli ikiyüzlülüklere yeÄŸ tutuyordu.”
 
Denizin Kralı Lingard zamanla bunar ve rasyonel ticaretten bir nevi define avcılığına yönelir. Bu uÄŸurda her ÅŸeyini satar; dönüp Almayer’den bile yardım ister. Daha fazla desteÄŸe ihtiyaç duyduÄŸundan Avrupa’ya gider ve geri dönmez. Ortada kalan Almayer’in de dengesi sarsılır ve bölük pörçük bilgilerle “o yeri” aramaya çıkmak ister. “Almayer hazırlıklara kendini kaptırmış, iÅŸçi ve köleleri arasında gündüz gözü rüyadaymış gibi dolaşıyor, kayıkların donanımıyla ilgili somut ayrıntılar zihninin içinde tarifsiz bir servete dair capcanlı rüyalarla karışıyor; içinde bulunduÄŸu ânın yakıcı güneÅŸi, çamurlu ve pis kokulu nehir boyunun sefaleti, kendisi ve Nina için hayal ettiÄŸi o muhteÅŸem geleceÄŸin enfes resmiyle kaynaşıyordu.”
 
Nina’nın Malay annesi de açgözlülükte Avrupalı babasından geri kalmıyordu. Kocasına inat kızını adeta gizlice pazarlıyor; onun yerli bir beyle evlenip prenses olmasını istiyordu. Prensten ‘baÅŸlık parası’ bile almıştı. “Kızının yanına yanaÅŸtığının farkına varmadı; keselerden avuç dolusu parıl parıl guldenler, Meksika dolarları çıkarıyor, pençe gibi parmakları arasından yavaÅŸça akan paraları tekrar keseye dolduruyordu. GümüÅŸün şıngırtısıyla mest olmuÅŸ gibiydi, gözleriyse yeni darp edilmiÅŸ paradan yansıyan ışıkla parlıyordu: O büyük bir Raca, Göklerin OÄŸlu; kızım bir Rani olacak!”
 
Çok güzel bir dille Türkçeye kazandırılan roman, köleleÅŸtirilmiÅŸ Malayların anlaşılmasında antropolojik çalışmalardan çok daha büyük bir deÄŸer taşıyor bence: “Kölenin hiçbir umudu yoktu ve deÄŸiÅŸim denen ÅŸey nedir bilmiyordu. BaÅŸka gökyüzü, baÅŸka su, baÅŸka orman, baÅŸka bir dünya, baÅŸka bir yaÅŸam bilmiyordu. Hiçbir dileÄŸi, hiçbir ümidi, hiçbir sevgisi, bir tokattan baÅŸka hiçbir korkusu ve ara sıra hissettiÄŸi açlık dışında hiçbir keskin duygusu yoktu. Acı ve açlık çekmiyorsa, onun için mutluluk demekti bu; mutsuz hissediyorsa, gündelik iÅŸleri onu her zamankinden daha çok yorduÄŸu içindi.”
 
Silahın yarattığı fark
 
Nina, Malay prense vurulur; o da Nina’ya gönülden tutulur. Annesi kızına nasihat eder: “Eski hayatından vazgeç. Unut! Hayatında bir kez olsun beyaz bir yüze baktığını unut; onların sözlerini unut; düÅŸüncelerini unut. Söyledikleri yalandır. DüÅŸündükleri de yalandır çünkü onlardan üstün olan, ama onlar kadar güçlü olmayan bizleri hâkir görürler. Onların dostluÄŸunu da unut, aÅŸağılamasını da; bütün o tanrılarını unut.” Kendisini aÅŸağılayan kocasından öyle tiksinmiÅŸtir ki, kızına ÅŸunları aşılamaktan çekinmez: Kocana, erkeklerin dinlenmeyi hak etmek için savaÅŸmaları gerektiÄŸini hatırlat. Oyalanacak olursa, eline hançerini verip gönder düÅŸman üstüne. “Gönder ki öldürsün bizimle ticaret yapmak için dudaklarında dualar ve ellerinde kurÅŸun dolu tüfeklerle yanımıza gelen beyaz adamları. Ah, onlar bütün denizleri ve bütün kıyıları tutmuÅŸlar, sayıları da çok fazla!” Hilaire Belloc, Kipling ile aynı yıl ÅŸu dizeleri yazarak Bayan Almayer’i haklı çıkarıyordu:
 
“Durdu küçük bir tümseÄŸin üstünde
 
UyuÅŸuk gözlerle baktı çevreye
 
Ve soluklanıp dedi ki:
 
Bizi onlardan ayıran tek
 
Önemli fark, Makineli Tüfek.”
 
Kızının, bey de olsa bir yerliye varmak istemesi Almayer’i çıldırtır. “Kim büyü yaptı sana? Babana gel, ikimiz de bu korkunç kâbusu unutmaya çalışalım.” Fakat Nina kararlıdır. Almayer’in gelecek düÅŸü mahvolmuÅŸtur. “Söyle bana, sana ne yaptılar? Kendini bu vahÅŸiye vermene ne sebep oldu? Bir vahÅŸi o; onunla senin aranda hiçbir ÅŸeyin kaldıramayacağı bir engel var. … YüreÄŸimi parçalıyor bu halin. … Onca yıllık eÄŸitimi unuttun mu?” Almayer haklıydı: Nefret ve ötekileÅŸtirmenin böylesi, ancak eÄŸitimle öÄŸrenilebilirdi. Nina bir sistem kazasıydı. Almayer öyle gazaba gelmiÅŸti ki, öfkesinden titriyor ve aÄŸlıyordu:
 
“Ben bir beyaz adamım, hem de çok iyi bir aileden geliyorum. Utanç olur… adaların hepsinde… doÄŸu kıyısındaki tek beyaz adam. Hayır, mümkün deÄŸil… beyaz adamlar kızımı bu Malay’ın yanında bulacaklar. Benim kızımı! … Seni asla affetmeyeceÄŸim Nina!”
 
Almayer eski evine döner. Muhasebe defterleri etrafa dağılmıştır. “Bu defterlerde günbegün artan servetinin kaydını tutmaya niyetlenmiÅŸti.” Ev ÅŸimdi bir enkaz gibidir. Anahtarı nehre fırlatarak evi ateÅŸe verir. Nina’yı hatırlatacak her ÅŸeyi yok edecektir. Nina ise eÅŸiyle çok mutlu olur; evlerini sevince boÄŸan bir erkek çocukları doÄŸar. Ve mükedder meczup Almayer, doÄŸu sahilindeki yegâne beyaz adam, yalnızlık içinde ölür. Evinden çıkan bir yerli, vakur bir fısıltıyla, huÅŸu içinde, “Esirgeyen! Ve Bağışlayan! Allah!” adını zikretmektedir.
 
 
20. yüzyılın baÅŸlarında ABD de sömürgecilik yarışına katıldı. Ellerindeki Kızılderili kanı henüz kurumamıştı. Amerikalı beyazlarla Kızılderililer arasında 1683’te yapılan barış (Penn) anlaÅŸmasını konu alan tablo Benjamin West tarafından yapılmış.
 
Terakkinin ileri karakolu
 
Almayer büyüdü, dört yıl sonra Kurtz oldu. Asya cehenneminden Afrika cehennemine geçtik, karanlığın kalbi Kongo’ya. Fakat arada Angola’ya, terakkinin ileri karakoluna uÄŸramasak hikâyemiz eksik kalacak.
 
Kayertz ile Carlier, Büyük Uygarlık Åžirketi tarafından bir fildiÅŸi alım istasyonuna atanmışlardır; Makola adlı bir de yardımcıları vardır. “En içten hislerle, kötü ruhlara tapınmaya büyük deÄŸer veren suskun, içine kapanık Makola, iki Beyaz adamdan nefret ediyordu.” Ä°stasyonun biraz ilerisinde, çarpık bir haçın altında, terakkinin bu ileri karakolunu planlayıp inÅŸa eden ‘sanatçı’ yatıyordu. KomÅŸu köylerin reisi Gobila, bütün beyazların “kardeÅŸ ve aynı zamanda ölümsüz” olduklarını düÅŸünüyordu. “Yakından tanıdığı ilk Beyaz adam olan sanatçının ölümü de bu inancını sarsmamıştı, zira bu Beyaz yabancının kendine ölü süsü verip gömdürdüÄŸüne” inanıyordu. “Belki de bu onun memleketine dönüÅŸ yöntemiydi.”
 
Åžef Kayertz ile yardımcısı Carlier son derece bezgin ve beceriksiz adamlardır, aylakça keyif çatıp aldıkları maaşın hakkını veren türden. “Burada hayatı akışına bırakacağız. Oturup arkana yaslan ve o vahÅŸilerin getirdiÄŸi fildiÅŸlerini istifle.” Yaban elde adeta iki kör gibi yaşıyor, ne çevrelerindeki insanlara ne de tabiata dikkat ediyorlardı. “Nehir bir hiçlikten doÄŸup bir boÅŸluÄŸa akıyordu.” Yerlileri sadece iÅŸlevleri bakımından önemsiyorlardı: “Güzel hayvanlar. FildiÅŸi getirmiÅŸler mi?” Hülasa, ticaret ve terakkinin bu iki öncüsünün makineden farkları yoktu. “Kafaları hiçbir ÅŸeye basmıyor, buharlı geminin dönüÅŸünü beklerken geçen günleri saymak dışında hiçbir ÅŸeyi umursamıyorlardı.”
 
Ä°stasyonda birkaç romanla beraber Sömürgelerimizin Yayılması’na dair bir bildirinin eski nüshaları vardı. Åžatafatlı bildiride “Medeniyetin hak ve görevlerinden, uygarlaÅŸtırma hizmetlerinin kutsallığından dem vuruluyor ve yeryüzünün karanlık yerlerine ışık, itikat
 
ve ticaret götürenlerin fazilet ve yararlılıkları övülüp göklere çıkarılıyordu.” Öncülerimiz bildiriyi okuyunca kendilerine daha farklı bir gözle bakıp daha iyi hissettiler. “Yüz yıl sonra, belki de burada bir ÅŸehir olacak. Rıhtımlar, antrepolar ve kışlalar, ve -ve bilardo salonları. Medeniyet ve erdem- ve her ÅŸey. Ve sonra, delikanlılar; Kayertz ve Carlier adında iki iyi adamın tam burada yaÅŸamış ilk uygar insanlar olduklarını okuyacaklar!”
 
(Bilardo salonları bana nedense Kemal Sayar’ın ÅŸiirini hatırlattı. BaÄŸlamı farklı olsa da kaydetmeden geçemiyorum. BaÄŸlam farkı gerçekten çok mu, ondan da emin deÄŸilim doÄŸrusu!)
 
Istakanı bula tebeşire
 
Görünmeyecek kadar uzakta kalsın
 
Artık âÅŸere-i mübeÅŸÅŸere
 
Dursun durduğu kadar ırakta
 
Kudüs, BaÄŸdat ve Kahire
 
Akşam dolar hesaplarıyla gelsin uykumuz
 
Sabah katılmayı düÅŸünelim yenilikçilere…
 
Altı ay sonra onları alacak gemi gecikir, bu arada Makola bir haydut çetesiyle iÅŸbirliÄŸi yaparak efendilerine oyun oynar. Ä°stasyonun bütün çalışanları iÅŸi terkederler. Öncülerimiz, Uygarlık Åžirketi yöneticisinin de kendilerini unuttuÄŸu vehmine kapılırlar. “Orada hiç kimse yoktu ve zaaflarıyla bir baÅŸlarına bırakılmış insanlar olarak, günden güne birbirlerine baÄŸlı iki arkadaÅŸtan çok, iki suç ortağına dönmüÅŸlerdi. ... Åžirkete, Afrika’ya ve doÄŸdukları güne lanet okuyorlardı.”
 
Ä°stasyonda biraz pirinç ve ÅŸekerden baÅŸka birÅŸey kalmamıştır. Åžef, ÅŸekeri biraz idareli kullanalım deyince, Carlier birden patlar: “Hadi ama! Çıkar ÅŸu ÅŸekeri, seni cimri köle tüccarı.” Bir parça ÅŸeker yüzünden aralarında kavga çıkar ve ÅŸef, yardımcısını öldürür. Kafası o kadar karışmıştır ki, kimin ölü kimin hayatta olduÄŸundan uzun zaman emin olamaz. Bu sırada nehir tarafından gemi düdüÄŸü iÅŸitilir. Kayertz’in ruhu allak bullaktır, terakkinin hışmı kendisini beklemektedir: “Ä°lerleme, Kayertz’e nehirden sesleniyordu. Ä°lerleme, uygarlık ve tüm erdemler. Toplum, iÅŸini baÅŸarıyla tamamlayan bu çocuÄŸuna sesleniyor, gelmesi, icabına bakılması, talimat verilmesi, yargılanması, mahkum edilmesi için çağırıyordu. Toplum, adaletin yerini bulması için, uzaklaÅŸtığı o çöplüÄŸe geri dönmeye çağırıyordu onu.”
 
 
Tarih Beyaz Adam’ın omuzlarına kutsal(!) bir görev yüklemiÅŸtir: GittiÄŸi yerdeki yabanileri medenileÅŸtirmek. Robert Jacob Gordon bu tablosunda bir güney Afrika halkı olan BuÅŸmanların hayatını tasvir etmiÅŸ.
 
Büyük Uygarlık Åžirketi’nin genel müdürü istasyona ulaÅŸtığında, ÅŸefi kurucunun mezarı başındaki haça kendini asmış buldu. “Morarmış yanağıyla ve genel müdürüne saygısızca çıkardığı ÅŸiÅŸmiÅŸ diliyle sanki ÅŸakayla karışık bir poz vermiÅŸ gibiydi.”
 
Åžimdi ben öksüz bir kitabeyim bir mezarın
başında
 
Bana yalan söylendi vahÅŸi atlar yok burda
 
GeliÅŸi güzeldi neÅŸenin, gidiÅŸini görmedim
 
Kasvet mi, orası benim bahçem, o çitleri ben
çektim
 
Çünkü bir dağı yaÄŸmur korkutur ancak
 
Yaşamak mı, yazık ki ben bilemedim.
 
(Ä°brahim Tenekeci)
 
Ve Karanlığın YüreÄŸi için yerimiz kalmadı. Ona gelecek ayın yazısını bütünüyle ayırıp, sonra Nostromo’ya geçmeyi düÅŸünüyorum. O da ne, demeyin! Hep Avrupa emperyalizmi ile mi uÄŸraÅŸacağız? 20. yüzyılla birlikte ABD, yüreÄŸi karanlıkların yarışında ben de varım! dedi. Åžimdilik çam sakızı çoban armaÄŸanı niyetine, Amerikan sermayesinin Latin Amerika’yı sömürgeleÅŸtirme faaliyetine “Acaba Avrupalılar ne der?” kabilinden sorgu sual edilince, roman kahramanlarından birinin verdiÄŸi cevabı paylaÅŸmakla yetiniyorum:
 
“Günün birinde biz de gireceÄŸiz iÅŸin içine. Mecburuz buna. Zaman, Tanrı’nın tüm evrenindeki en büyük ülke üzerinde durup beklemek zorunda. Günün birinde her ÅŸeyi biz yönetiyor olacağız: ta Ümit Burnu’ndan Smith’s Sound’a kadar, hatta, elde etmeye deÄŸer bir ÅŸey varsa ta Kuzey Kutbu’na kadar, sanayi, ticaret, hukuk, gazetecilik, sanat, politika ve din, ne varsa. Dünyanın iÅŸlerini, hoÅŸa gitsin gitmesin, biz çevireceÄŸiz. Dünyanın elinde olan bir ÅŸey deÄŸil bunu önlemek, sanırım bizim elimizde de deÄŸil.” (Nostromo, 1904). 
 
GeleceÄŸin tarihini yazmak, iÅŸte böyle bir ÅŸey!
 
 
Müellif: Mustafa Özel / Kaynak: Derin Tarih-Temmuz 2017 sayısı
 
Kapak Resim: Kongolu Dombe kabilesinin üç prensini gösteren bir illüstrasyon.
 
 
 
Kaynaklar:
 
1. Conrad: Almayer’ in Sırça KöÅŸkü, Çeviri: AyÅŸe Deniz Temiz, Sel, 2017.
 
2. Conrad: Muhbir, “GeliÅŸmenin Ä°leri Karakolu” öyküsü, Çeviri: Erhun Yücesoy, Can, 2014.
 
 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.