Hüseyin Akın'ın kaleminden: Korona Günlüğüm
“Yatacaksın” dedi genç erkek doktor. Kendisine sadece bir adım yaklaşıp, “Sonuçlarımın video kayıtlarını alabilir miyim?” diyecektim ki doktor öncekinden çok daha keskin bir refleks göstererek, “Amca! Yaklaşma diyorum sana!
Gelme dur orada!” diye sesini yükseltip kendisini benden korumaya çalışıyordu. Hak verdim ve sustum.
Koridorda beş dakika evvel bir hastanın boşalttığı yatağın kenarına iliştim. Yatma moduna geçmek istemiyordum. Hasta psikolojisine de teslim olacak gibi değildim.
Tek kişilik, havadar, geniş bir odaya alındım. Lüks bir otel odası konforundaydı her şey. Hastalık psikolojisinin ufak kırıntılarını atmamda odanın bu konforu hayli yardımcı oldu. İçerideki müştemilata göz gezdiriyorum. Duvara monte plazma TV, iki ayrı kıyafet dolabı, yatağın sağında ve solunda öteberi dolabı, çift buzdolabı, rahat ve ergonomik sağlı-sollu iki koltuk ve odanın bitişiğinde lavabo ve duşa kabin.
Birkaç saat evvel dışarıdan ihtişamına hayran kaldığım hastaneye şimdi içeriden bakıyorum. Odamın camından şehrin bağlantı yolları gözüküyor. Dışarıdaki manzara göze sunulan ikram gibi insanı sahiden iyileştirecek bir manzara. Sanki hastane penceresinden bakanlara, “Hayat devam edecek” telkinini yapıyor.
Çocuklar dışarıdan terlik, pijama ve öteberi getirdiler. Pijamaları giyince kendimi hasta hissetmeye başladım bile. Hemşire kadın kapıdan içeri girer girmez uyarıyor: “Maskenizi takın, biz çıkınca çıkarırsınız.” Öyle yapıyorum. Ateş, tansiyon, solunum, oksijen durumu ölçülüyor. Başı ile “her şey yolunda” der gibi onaylıyor hemşire hanım. Kendisinin de benim doğduğum ilçeden olduğunu söylüyor. Benim de tanıdığım isimleri art arda sıralıyor. Biraz daha kurcalarsa neredeyse akraba çıkacağız. Sanki dertlerimi azaltacakmış gibi mutlu ediyor beni bu hısımlık.
Hastane odasında insan tuhaf bir belirsizlik yaşıyor. Üzerinizde yapılan tetkik, tahlil ve işlemlerin neticelerini bilmiyorsunuz. Sadece yatıyorsunuz; çünkü ayakta yapabileceğiniz şeyler oldukça sınırlı. Pencere ile kapı arasında üç beş tur atsam da kâfi gelmiyor. Mecburen kendimi yatağa atıyorum. Yatak adeta, “İyisi mi gel yat!” diyor. Hayata yatarak eşlik ediyorum. Benim hissedebildiğim kadarıyla ağrım sızım yok; fakat her tarafımı çepçevre kuşatan bir uyku var. İnsanın her uzvu uykulu olur mu? Oluyormuş, bunu Covid-19 hastalığında yakından gördüm. Serçe parmağımdan saç diplerime, kirpiklerimden kulaklarıma dek uyku modundayım. Sürekli uyku uyuma isteği var. Uykudan hiç uyumamış gibi uyanıyorum. Uyumasam belki de o kadar uykum gelmez. Kalkıp yatağın içinde oturuyorum. Bugün ayın kaçı diye düşünürken ya da masanın üzerindeki süt paketine bakarken bir anda dalıp gidiyor ve kendimi yeni bir uykunun içerisinde buluyorum.
Hiç düşünmeden “psikolojik” diyor doktor. Anlatıldığına göre Covid-19 hastaları hastaneye yattıklarında hep bir uyku durumu yaşıyorlarmış. İşin garip tarafı zamana etkisi olmayan bir uyku bu. Çok uzun ve yorucu bir uyku uyuduğunuzu sanıyorsunuz uyandığınızda; ama hepi topu 5 dakikalık uyumuşsunuzdur.
Dediğim gibi benim bedenimde fark ettiğim bir ağrım sızım yok. Hastanede bunun fazla bir önemi yok gibi. Bir hasta olarak ben kendi bedenimde ağrı ya da sızı hissetmeyebilirim. Bu hasta olmadığım ya da bir yerim ağrımıyor anlamına gelmiyor. Belki de bir yerlerim hiç bana çaktırmadan gizli gizli ağrıyordur. Bunu ancak doktorlar ve onların kullandıkları tıbbi cihazlar bilir.
Korona çok tanımsız bir hastalık. Nasıl bulaştığı gibi nasıl ortadan kalktığı da çok kendini belli etmiyor. Biraz öksürük, biraz iştahsızlık ve halsizlik derken ilerleyen zamanlarda ciğerlere inen bir öksüremezlik, tat ve koku alma duygusunun ortadan kalkması ve insanı bulunduğu yere çivileyen bir dermansızlık kendini gösteriyor. Eklem yerlerinin ağrıması da işin cabası. Kas ve eklem hamlığı olsa da bu hamlık bende ağrıya dönüşmedi. Belki de dönüştü, ama ben fark etmedim.
Covid-19 hastalığının kendini bir kişiye bulaştırdığının en somut delili ve işareti yüzdeki hızlı kararma ve renk değişikliğidir. Güneş yanığı ya da esmerleşme gibi görünse de bundan çok farklı bir tezahürdür bu. Covid-19’dan yatan hastaların kendilerinde en fazla dile getirdikleri belirti, yüzlerinin renk değiştirerek kararmasıdır. Bazı hastalarda bunun mavi renge doğru evrildiği de vakidir.
Hastane ve yatmak birlikte telaffuz edilen kelimeler. Mutlaka yatmak gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılıyor insan. Yatmasam da yastığı arkama yaslayıp öylece yatağın içinde oturuyorum. Dümdüz bir satıh üzerinde sırtımı yastıkla destekleyerek oturuyorum. Yattığım sanılmasın diye mümkün mertebe üzerime çarşaf, nevresim gibi örtü cinsinden bir şey almıyorum. Hâlbuki hasta yatağının yükseltilen, aşağıya çekilen, hastanın rahatına göre ayarlanabilen bir sürü düzenekleri var. Bunu ilk zaman hiç fark etmemiştim. Akşama doğru yatağın düzeneklerini fark edip uygun bir kıvama getirdim.
Öğle yemeğinden önce hemşire hanım sadece gözleri görülebilecek bir maske ile odaya girdi. Tansiyon, ateş ve oksijen solunum durumunu ölçtükten sonra bir avuç dolusu ilacı başucumdaki dolabın üzerine bıraktıktan sonra yemeğin peşinden bu ilaçların hepsini peş peşe içmemi tembihleyerek çıkıp gitti.
Kapının dışına bırakılan yemek tablasını aldım. İçimden yememek için kendimi ikna edecek bir sürü bahane geçiyor. Kalın bir jelâtinle sımsıkı kaplanmış yemek paketini elle açmak mümkün değil ya da bana öyle geliyor. Bu durum bile yemekleri yememek için tek başına mazeret teşkil edebilir. Üstelik evde hasta olduğum zamanlardaki gibi yemek yemediğimde benim nazımı çekip zorla yedirecek kimseler de yok.
Durmadan su içiyorum. Kiminle konuşsam “bol bol su iç!” diyor. Evde ilk rahatsızlık belirtilerim çıkıp henüz tanı konulmadığı zamanlarda da eş dost, hısım, akraba bir sürü şey tavsiye ediyordu. Mesela, “Sirke ile balı ılık suda karıştırıp iç” diyenleri mi istersiniz yoksa sarımsak tanelerini çiğ şekilde yutmamı tavsiye edenleri mi?
Milli Gazete
Henüz yorum yapılmamış.