Öğretmen Akif'in penceresinden eğitime bakmak
Mehmet Âkif”in penceresinden eğitime bakmak için öncelikle yaşadığı dönemi, dönemin olaylarını, olayların kahramanlarını, niçin ve nedenlerinin bilinmesi gerekmektedir. Aksi takdirde sağlıklı bir sonuca varılamaz.
“Milletimizin üç asırdan beri geçirmekte olduğu buhranların sebebi ve kaynağı, kültür ve maarif sahasında aranmalıdır.”
(Nurettin Topçu)
Âkif”in penceresinden eğitime bakmak için öncelikle yaşadığı dönemi, dönemin olaylarını, olayların kahramanlarını, niçin ve nedenlerinin bilinmesi gerekmektedir. Aksi takdirde sağlıklı bir sonuca varılamaz.
Âkif, 19’uncu yüzyılın sonu ile 20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşamış çok yönlü bir insan. “Çok yönlü bir insan” diyorum; biraz sonra bunun ne anlama geldiğini açıklamağa çalışacağım, önce dönemine göz atmakta yarar var
Büyük medeniyet kurmuş, üç kıtada hüküm sürmüş Osmanlı Devleti çöküş dönemini yaşamaktadır. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslardaki topraklarından geri çekilmek zorundadır. Dakikalarla ifade edilecek kısa sürelerde yeni felâket haberleri alınmaktadır. Devleti yönetenler mücadelelerini düşmana karşı değil, padişaha karşı vermektedirler. İçte birlik yerine ihtilaf fırtınası esmektedir. Milletimizse tehlikeyi görememekte, sade bir düzlükte yürüdüğünü zannetmektedir. Her felâketin sonunda yeni şartlar, devleti var olma veya olmamanın eşiğine yani uçurumun kenarına getirmiştir.
Bu dönemde her kafadan bir ses çıkıyor ve eli kalem tutan herkes kurtuluş için bir reçete yazıyordu. Herkes kendi düşüncesinin doğruluğunu, kendi düşüncesinin bir doktrin olduğunu ileri sürüyordu. Bir bakıma tam bir düşünce hürriyeti, öte yandan bir düşünce anarşisi vardı. Uzun sürmedi, düşünceler berraklaştı ve yerlerini aldılar. Aşağı yukarı üç ana düşünce belirdi: Her şeyi tam Batı’ya dönüşmede bulan Batıcılar, Türk ırkının ve varlığının şuuruna varmayı temel kurtuluş prensibi sayan Türkçüler, devletin ve milletin kurtuluşunu İslâm’a tam anlamı ile sarılmakta bulan İslâmcılar… Âkif, İslâmcı cereyanın tam ortasında buldu kendini!
Onun düşünce ve eylemini değerlendirirken, “Hangi Âkif?” sorusunun cevabını aramakta yarar var.
Hangi Âkif? Şair Mehmed Âkif, şiirleriyle bir milleti yok olmaktan kurtaran büyük şair… Hatip Mehmed Âkif, Millî Mücadele’de hitabına mazhar olan toplulukları arkasından sürükleyen bir insan… Sporcu Mehmed Âkif, güreşte, yüzmede ve koşmada emsallerinin en önünde… Düşünce adamı Âkif, dönemine ait en özgün düşünceleri kalemi ve sözleriyle yiğitçe, korkusuzca ifade eden insan… Devlet ve siyaset adamı Âkif; çünkü bir dönem milletvekilliği yapmış biri… Ahlâk âbidesi... Yaptıkları ile söyledikleri arasında milimetre aykırılık bulunmayan insan…
Âkif’in taşıdığı unvan ve sıfatları ihtiva eden bir listeyi uzatmak mümkün. Ama onun en önemli ve en önde gelen ayırıcı vasfı, eğitimciliğidir. Yani muallimliği…
O bir muallimdir. Sadece önüne oturan öğrenciye, rahle-i tedrisinde bulunanları değil, her yaştan ve her tabakadan insanı eğitmiş ve yol göstermiştir. Hakkın ve hakikatin yolunu göstermiştir.
Vefatının üzerinden yıllar geçti. Tarihçiler yirmi beş yılı bir nesil kabul ettiklerine göre, Âkif’in vefatının üzerinden üç nesil geçmiş bulunmaktadır. Ama o, hâlâ nesilleri eğitmeye, aydınlatmaya, mürebbilik görevini yapmaya devam etmektedir.
Biraz önce Âkif’in muallimliğini değerlendirebilmek için önce yaşadığı dönemi iyi bilmenin gerekliliğine işaret etmiştim. Ama en önemlisi, hayatını ve edebiyatımızın bir başyapıtı olan Safahat’ı iyi okumaktır.
Âkif’in hayatı yeni nesiller için başlı başına bir örnektir. O şiirleriyle, makaleleriyle, verdiği derslerle, çevirdiği çağdaş İslâm mütefekkirlerinin eserleriyle, halkına ve aydınlara gerçekleri anlatmaya çalıştı. İslâm’dan kopmanın felâketlerini gösterdi. Sefaletimizin maddî ve manevî sebeplerini tespit ederek kurtuluşun yol haritasını çizdi. Gittikçe resmiyet kazanan ve taraftar bulan Batıcı düşüncenin sık sık tenkidini yaptı. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” derken, muallimliğinin bir gereğini yapıyordu.
Üst üste gelen felâketler, Balkan Savaşı, Birinci Cihan Harbi, şiir ve yazıları ile onu velut bir yazar yapmıştır. Safahat, bir bakıma bu yıkıntıların safha safha anlatılışı, duyuruluşu, o yıkıntıların Âkif’in ruhunda bıraktığı acı izlerin derinleşmesi, toplanışı, tespit edilişidir. Safahat, sanki tarihimizin o dönemine ait acıklı günlerin yaşanmış ve yapraklara geçirilmiş bir yas destanıdır.
Safahat’ta ilim teşviki
O, harp süresince kalemini kılıç gibi kullanmıştır. Hâdiseler onu bir mürebbi, bir muallim, bir ahlâk âbidesi hâline getirmiştir. Önce kendini şöyle ifade eder: “Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim/ İnan ki, her ne demişsem, görüp de söylemişim/ Budur benim en beğendiğim meslek/ Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”
Devlet-i ebed müebbed Osmanlı’nın yıkılışına seyirci kalmamıştır. Yıkımı durdurmak için çâreler üretmektedir. Felâkete karşı eğitimi kullanarak çöküşü önlemeye çalışmaktadır. Mektep, muallim ve talebe üçlüsüne bakışı bugün bile geçerliliğini korumaktadır.
Öğretmenin, öğrenmenin, kısaca mektebin temel niteliklerini anlatırken, Âkif son derece titizdir. Sözlerinde bir hikmet, kelimelerinde bir diriliş pırıltısı bulunmaktadır: “Hülâsa, milletin efradı bilgiden mahrum/ Unutmayın şunu lâkin, ‘zaman, zaman-ı ulûm’/ Zaman zaman-ı ulûm olmasaydı böyle yine/ -Kemâl-i şevk ile mâdem atılmışız dine-/ Zavallının yüzü yok cehle, anlaşılmadı mı/ Demek ki, atmalıyız ilme doğru ilk adımı/ Mahalle mektebidir işte en birinci adım/ Fakat bu hatveyi ilkin tasarlamak lâzım.”
Âkif, önce insanların bilgisizlikten kurtarılmasına işaret ediyor. Zamanın bilgi çağı olduğuna parmak basıyor. Bilime, öğrenmeye teşvik ediyor. Ve eğitimde işe mahalle mektebinden başlamanın ne kadar önemli olduğu açıkça îfâ ediyor. “Adım atarken önce iyi tasarlamak lâzım” diyor. Hemen arkasından eğitimin aslî unsuru olan öğretmene yöneliyor. Bir öğretmende bulunması gereken meziyetleri, vasıfları sıralıyor: “‘Muallimim’ diyen olmak gerektir îmanlı/ Edebli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı/ Bu dördü olmadan olmaz: Vazîfe çünkü büyük/ Atıp da yazmayı bez bağlamakla dünkü hödük…”
Şiirden de anlaşılacağı gibi, öğretmende dört nitelik istiyor. Öğretmen öncelikle îmanlı olmalı. Îman, İslâm’ın ilk şartı… Bir başka yerde, “Îmanki, İlâhî o cevher ne büyüktür/ Îmansız olan paslı yürek sinede yüktür” diyor.
Muallim edepli olmalıdır. İnsan için edep, en büyük meziyet! Mevlâna edebi, “insanla hayvan arasındaki tek fark” olarak ifade ediyor. Edep, en büyük mertebe!
Sonra liyâkatli olmalı öğretmen. Yani ehliyet… Mesleğinin hakkını vermeli… Sonra vicdanlı… Vicdan, iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç duygu… “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır/ Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”
Âkif’ten üç çeyrek asır sonra bile eğitimde bir arayış içinde bulunan Türkiye’nin bir muallimde araması gereken üstün nitelikler, diploma yerine önce îman, sonra liyâkat, sonra vicdan ve edep olmalı. 2020-2021 sezonunda, bünyesinde yaklaşık altı yüz bin öğretmen barındıran eğitim sistemimizde bu şablona uyan kaç öğretmenimiz vardır? Milletin dâvâsında selâmetin geleceğine inanışın, o ümit ve îman kaynağı, İstiklâl Mücadelesi’ni zafere ulaştıranlar arasında bizzat o varken, süruru dünyalara sığmıyordu: “Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın/ Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
Âkif, gününden söz ederken âdeta bugünden bahsetmektedir: “Dalkavuk devri değil, eski kasaid yerine/ Üdebanız ana-avrat sövüyor birbirine/ Türlü adlarla çıkan namütenahi gazete/ Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete/ İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit/ Bularak fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it/ Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor/ Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor.”
Olayları tespit etme bakımından gerçekçi olan bu anlatım, bize bir taraftan maziyi hatırlatırken, bir taraftan da hâlimizi gözler önüne sermektedir. Belki yarınlarımızı ifade etmektedir. Âkif’in dehâsının delilidir bu. Çünkü dâhiler, geleceğe işaret eden ve geleceği aydınlatanlardır.
Eğitimde yetiştirilecek neslin protipi Âsım’dır. “Asım”, Âkif’in sanatında bir merhaledir. Âkif, Âsım’la hem gününü, hem geleceğini kurtarıyor. Âsım hem devrini, hem geleceğini kuşatıyor.
Aslında Âsım’la hayâl ettiği bizzat kendisidir. Bizi ve geleceğimizi Âsım’a emanet ediyor. Peki, biz Âsım’ın neslini yetiştirdik mi? Konuyla ilgili tefekkür sahiplerinde Nurettin Topçu, “Maarif Dâvâsı’nda, “İtiraf edelim ki, Âsım ruhunun mirasına sahip bir gençlik yetiştiremedik. Ne yazık ki, Âsım’ın nesli başladığı yerde son boldu!” diyor.
Mevlâna’ya atfen bir hikâyecik anlatılır. Gündüzün, elinde fener, dolaşıyor Mevlâna. Ne aradığı sorulduğunda, “Adam arıyorum!” diyor. Bugün ülkemizde, elimizde fener, Âsım’ın neslini arıyoruz. Âsım’ın neslini yetiştirecek bir maarif sistemi, bir eğitime muhtacız.
Âkif’le yaşadığımız bir gecede, onu rahmetle yâd ederken, Mithat Cemal’in bir dörtlüğü ile sözlerime son veriyorum:
“Toprak, sen kol kanat ol, öyle kucakla/ Bilmezsin, o gökten de, adın da temizdi/ Ey yeryüzü, ma’bet kesilip Allah’a yüksel/ Koynunda yatan gölge, bizim Âkif’imizdi…”
Müellif: Ahmet Fiden / Kaynak: Haber Ajanda Dergisi
Henüz yorum yapılmamış.