Bela, sıkıntı ve gam yurdu dünya
Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus'un Sivas'taki bir hastane vakfiyesinde yer alan sözleri: “Alçak dünya, belâ ve sıkıntı yurdu, durma yeri değil kaçış yeridir. Bahar bulutları gibi gelip geçiveren, serap gibi aldatıcı bir yerdir. Ona ebedi gözle bakanı düşkünlükle yere sermiş ve nefsinin atına bineni düşürmüştür.”
İslam tarihinin erken dönemlerinden itibaren halka faydalı işler yapabilmek, toplumsal dayanışmayı artırmak, yoksulları sahiplenmek, kimsesizlere ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek amacıyla sosyal yardımlaşma faaliyetlerine büyük önem verilmiş, bu amaçla bazı kurumlar meydana getirilmiştir. İslam toplumunda bu konuda böylesine yüksek bir hassasiyetin gelişmesinde hiç şüphesiz; Hz. Peygamber’in: “Kişi öldüğü zaman amelleri kesilir; ancak, üç şeyden kesilmez: kendisinden faydalanılan ilim, kendisine dua eden sâlih bir evlat ve sadaka-i câriye” hadisi etkili olmuştur. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in “İnsanların en hayırlısı insanlara faydası olandır” şeklindeki sözü de Türk-İslâm devletlerinde hayırseverlik anlayışının gelişmesindeki temel düsturlardan birisidir. Sultanlar, devlet adamları, zenginler, kadınlar ve daha pek çok hayırsever kimseler tarafından meydana getirilen hayır kurumları işleyişlerini güvence altına alabilmek için bazı vakfiyeler düzenlemişlerdir. Söz konusu bu vakfiyelerde vakfın işleyiş şartları belirlenmiş, sürekli hale getirip işlevini sürdürmesini sağlayanlara dua edilmiş, bozanlara yahut bozma teşebbüsünde bulunanlara ise en kötü şekilde beddua edilmiştir. Vakfiyelerde yer alan bu tür ifadelerin amacının hayır eserinin sürekliliğini sağlamak olduğu açıktır.
Vakfın mantığı hayır yapmak, dünya malından vazgeçmek ve sonraki nesillere, daha geniş bir ifade ile insanlığın yararına hayırlı bir eser bırakmak olduğu için vakfiyelerde en fazla üzerinde durulan husus dünyanın geçiciliğidir.
Durma yeri değil
Mesela, Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’un Sivas’taki bir hastane vakfiyesinde yer alan sözleri bu konuda hem güzel bir örnek hem de âdeta bir ibret vesikasıdır. Sultan: “Alçak dünya, belâ ve sıkıntı yurdu, durma yeri değil kaçış yeridir. Bahar bulutları gibi gelip geçiveren, serap gibi aldatıcı bir yerdir. Ona ebedi gözle bakanı düşkünlükle yere sermiş ve nefsinin atına bineni düşürmüştür. Hiçbir nebi peygamberliği, hiçbir zorba zorlama ve gücü, hiçbir sultan devlet kudreti, hiçbir hükümdar memleket büyüklüğü ile bâkî kalmamıştır. O, her eşinden ayrılan, birçok talibini helâk eden namuslu bir kadın, çocuklarını önce öpüp sonra tokatlayan, biraz emzirip sonra ayıran bir anadır. Akıl sahipleri onun zehirle karışık tadına ve sonu gamdan ibaret sevinçlerine yönelmez ve iltifat edemez. Ne mutlu o kimseye ki, hırsını azaltarak, çalışmalarını Allah’ın rızasına hasreder, Cenâb-ı Hak’dan sakınır, hayatını ibadetle geçirir, âhireti için azık tedarikinde bulunur” diyerek dünya malına tamah etmediğini vakfiyesini şahit tutarak ortaya koymuştur.
Benzer şekilde Sahib Ata Fahreddin Ali’nin Konya’da inşa ettirdiği imaretin vakfiyesinin giriş kısmında yer alan ifadeler de bu konuya verilen önemi ortaya koymaktadır. Söz konusu vakfiyede: “Dünya ölüm ve bela yuvası, kaçılacak bir yerdir. Kalınacak yer değildir. Bahar bulutları gibi gelip geçer. Çölde parlayan serab gibi aldatıcıdır. Ona sonsuzluk gözüyle bakıp, arzularına uyanı zelil kılar” denilerek dünyaya fazlaca meyletmek eleştirilmiştir. Aynı vakfiyede hayır yapmanın önemi ise; “Ne mutlu o kimseye ki, güzel iş yapıp bu dünyaya uzun ümid bağlamamış ve Allah’tan gerektiği şekilde korkmuş ve onun yolunda vaktini ibadetle geçirmiş, bu vadide bütün imkânlarıyla çalışmıştır. Bizim uğrumuzda çalışanları yolumuza iletiriz. Allah iyilik yapanlarla beraberdir. Allah uğrunda kim ki, karz-ı hasen yani karşılıksız ödünç para verirse ve hayır yaparsa, Allah onun mükâfatını kat kat artırır. Allah bol bol verici ve istediğine de kısıcıdır, dönüş O’nadır” denilmek suretiyle ayetler ile desteklenmek suretiyle hayır yapmanın önemi vurgulanmıştır. Bu ifadeler aşağı yukarı bütün vakfiyelerdeki ortak yaklaşımı ortaya koymakta, Selçuklulardan Osmanlılara uzanan vakıf kültürünün mantığını somut bir şekilde ifade etmektedir.
Vakfiyelerde sadece dünyanın geçiciliğine vurgu yapılmamış, aynı zamanda yapılan hayırlı işlerin Kur’an’ın doğru şekilde anlaşılması için bir vesile olduğu da dile getirilmiştir. Mesela, Necmeddin Torumtay Vakfiyesi’nde, vakıf sahibi olmak suretiyle hayır işlemenin “Kur’an’ın anlamına vâkıf olmaya bir vesile, her zaman faydalı ilimler kazanmaya götüren bir yol” olduğu şeklindeki ifadeleri bu merkezde değerlendirmek gerekir.
Doğru kalple gelenler
Vakfiyelerdeki asıl amaç, Allah’a yakın olmak, onun verdiği nimetleri dünyadaki diğer din kardeşleri ile paylaşmaktır. Bu amaç yüzyıllar boyunca vakıf medeniyetinin, Müslümanlar arasındaki yardım ve dayanışmanın temelini oluşturmuştur. Vakfın bu gayesi ayet ve hadisler ile desteklenmek suretiyle vakfiyelerde de açıkça belirtilmiştir. Mesela, yukarıda sözünü ettiğimiz Sahib Ata Fahreddin Ali, Konya’daki İmaretinin vakfiyesinde bu vakfı yapmaktaki amacının “Cenâb-ı Allah’a yaklaşmak olduğunu” açıkça beyan etmiştir. Vakfiyeye göre, “Allah’a tevessül ve sevdiği kullarına hazırladığı ebedi nimetlerinin, ‘Doğru bir kalple gelenler hariç, mal ve avladın fayda vermediği günü’ hatırlayarak “İyilik yapan kadın ve erkek ve karşılıksız ödünç para veren kişilerin sevabını Allah kat kat artırır” mealindeki ayet-i kerimede ve: “Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve hayır yollarına verip geride bıraktığın senin malın değildir.” hadisine uygun olarak vakıflarını meydana getirmişti.
Vakfiyelerde yer alan ifadeler misafirlere o dönemde nasıl değer verildiğini, gelip geçen insanlara yemek vermenin, onlara barınma imkanı sağlamanın önemini de ortaya koymaktadır. Vakfiyeler sayesinde bazı devlet adamlarının bozulan nizama yön verme gayesi içinde olduklarını da anlamak mümkündür. Bu durum Sahib Ata Fahreddin Ali’nin Gök Medrese Vakfiyesi’nde açıkça ifade edilmiştir. Gök Medrese Vakfiyesi’nde muhtemelen Moğol İstilası’nın tesiriyle olsa gerek, toplumun günden güne kötüleştiğine, âlimlerin ve şeyhlerin öldürülmesi nedeniyle ilim merkezlerinin harap olmasına vurgu yapılması, parlak geçmişe sahip bir milletin yaşadığı yeri “mütecaviz kâfir eller tarafından istila ve harap edildiği, âlim ve âbidlerin öldürüldüğü, Sahib Ata’nın amacının ise eserler vakfetmek suretiyle bozulan bu düzeni bir nebze de olsa ihya amacı taşıdığı vurgulanmıştır. Bu bilgiler vakfiyelerin hayır ve hasenatın yanı sıra toplumu ihya etmek, bozulan düzeni yeniden sağlıklı hale getirmek, ilim ve irfanı canlandırmak gibi bir amaç taşıdıklarını da en azından Sahib Ata örneğinde ortaya koymaktadır. Selçuklu topraklarını Moğol İstilası’na uğradığı, toplumda kargaşanın ve asayişsizliğin hakim olduğu bir dönemde, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Hacı Bektâş-ı Velî, Ahi Evran, Sadreddin Konevi, Evhâdüddin Kirmânî, Fatma Bacı, Sarı Saltık gibi toplum önderlerinin yazdıkları eserler ve yaşam tarzlarıyla topluma örnek olmuşlar, Anadolu halkına güven ve motivasyon telkin etmişler, devlet adamları ise bu tür hayır eserleri kurmak suretiyle bu mücadeleye destek vermişler, toplumdaki birlik ve bütünlüğe katkı sağlamaya gayret etmişlerdir.
Toplumun içerisinde bulunduğu bu karmaşa ortamı dikkate alındığında bilhassa Moğol İstilası döneminde meydana getirilen hayır kurumları için tahsis edilen vakfiyelerde yer alan vurgu ve ifadeler daha anlaşılır hale gelecektir. Vakfiyelerde bilhassa kutsal gün ve bayramlar ayrı bir bahis konusu edilmiş, bu günlerde özel yemekler pişirilip dağıtılması şartı koşulmuştu. Mesela Sivas’taki Gök Medrese Vakfiyesi’nde mescitte namazın beş vakit ve ayrıca Regâib, Berat ve Kadir gecelerinde cemaatle kılınması, sıcak pide alınıp, müezzinlerden birisi tarafından minarenin şerefesinden fakirlere, yoksullara ve diğer canı çekenlere başına kakmadan ve gönlünü incitmeden birer birer dağıtılması şart koşulmuştu. Müderrisler, âlimler, fakihler, medrese talebeleri, seyyidler ve medresenin diğer çalışanları için Ramazan ayında her gün iftar, bayramlarda ve kandil gecelerinde ise akşam yemeği olarak mükellef sofralar kurulması ve yemekte mutlaka koyun eti bulunması da şart koşulmuştu.
Yine Sivas’taki Dârü’z-Ziyâfe’de bayramlarda safranlı zerde pilavı, Ramazan ayının Cuma gecelerinde ise ballı kadayıf yenilmesi şart koşulmuştu. Aynı vakfiyede yer alan bir ifade yoksullara verilen sadakanın niteliğini de betimlemektedir. Buna göre Cuma günleri altmış dirhem kıymetinde bir sığır kesilmesi, kesilen sığırın sakatatlarının satılıp elde edilen parayla pide satın alınarak et ile birlikte medresenin karşısındaki fakir ve yoksul halka dağıtılması şartı konuşmuştur.
Yoksullara yardım edilmesi hangi dönemde ve kim tarafından yaptırılmış olursa olsun vâkıfın öncelikli hassasiyetleri arasında yer alıyordu. Bu konuda Celâleddin Karatay’ın vakfiyesinde bir hayli bilgi vardır. Celâleddin Karatay’ın 1240 senesinde yaptırdığı kervansarayın vakfiyesinde yoksulların ayakkabı ihtiyacının karşılanması için bir ayakkabıcı, ücretsiz konaklama imkanı sağlanması, sürekli yemek verilmesi, hamamda yıkanabilmeleri, kervansarayda hasta olan bütün fakirlerin iyileşinceye kadar tedavi edilmelerinin oradaki tabip tarafından sağlanması, gerekli ilaç ve meşrubatın temini gibi hususlar açık bir şekilde belirtiliyordu. Yoksul hastaların ölmeleri halinde defin ve kefen masrafları da vakfın gelirlerinden karşılanıyordu. Vakfiyelerde kitap satın alınması için ödenek tahsis edilmesi bu dönemde ilme, okumaya ve kitaba verilen değer hakkında bazı fikirler verebilir.
Her biri tarih kaynağı
Vakfiyeler, bilhassa Selçuklu ve Osmanlı dönemi üzerine çalışan tarihçiler, antropologlar, edebiyatçılar, ilahiyatçılar, iktisatçılar ve hukukçular için çok önemli birer tarih kaynağı olma özelliğine sahiptir. Vakfiyeler sayesinde ilgili dönemin hakimiyet telakkisi, kullanılan unvan ve lâkablar, beslenme kültürü, yemekler, dünya ve ahiret algısı, hayırseverliğin toplumda ve vakıf sahipleri nezdindeki yeri, kültürel miras, medreseler ve eğitim sistemi, kurumların hukuksal işleyişi, coğrafi özellikler, iklim, çevre temizliği, kurumların meydana gelişi, şahitler, devrin kadıları, dini yapı gibi daha pek çok konuda bilgi edinmek mümkündür. Bu açıdan vakfiyeler en önemli tarih kaynakları arasında haklı bir yer edinmektedirler.
Müellif: Prof. Dr. Haşim Şahin / Sakarya Üniversitesi
Henüz yorum yapılmamış.