Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Fransa'nın yeni İslam Projesi: Çağdaş Robespierre’ler Cuma’ ya karşı

İslam korkusunun en üst düzeyde ve resmiyette tecessüm ettiği bu konuşma, bir Fransa İslamı’nın oluşturulması gerektiğinin altını çiziyor, İslam’a ivedilikle cumhuriyetçi bir çerçeve çizileceğini “laik ve tedirgin” Fransız halkına müjdeliyordu.



9 Temmuz 2018’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Senato ve Meclis’in toplandığı nadir ve Fransız siyaseti açısından da ziyadesiyle sembolik Versailles Kongre Konuşması’nın büyük bir kısmını İslam dinine ve Cumhuriyet değerlerinin, İslam karşısında düştüğü tehlikeli duruma ayırdı.

İslam korkusunun en üst düzeyde ve resmiyette tecessüm ettiği bu konuşma, bir Fransa İslamı’nın oluşturulması gerektiğinin altını çiziyor, İslam’a ivedilikle cumhuriyetçi bir çerçeve çizileceğini “laik ve tedirgin” Fransız halkına müjdeliyordu.

Ülkemizin yakın tarihinden de oldukça aşina olduğumuz Fransız tipi laiklik anlayışının, din karşısındaki tutumuna bakarsak çok şaşırtıcı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyemeyiz. Öte yandan, Avrupa’da gittikçe kurumsallaşan ve merkez siyasetin ana enstrümanlarından biri hâline gelen İslamofobik söylemi de göz önünde bulundurduğumuzda Macron’un mevzubahis vaadini anlamlandırmak daha da kolaylaşıyor.

Katolik Kilisesi’nin ülkedeki toplumsal ve iktisadi gücünü, 1905’te çıkarılan Laiklik Yasası ile kıran Fransa Cumhuriyeti esasında bütün dinlere eşit mesafede kalmayı değil, bütün dinleri eşit mesafeden denetlemeyi bir devlet refleksi olarak çeşitli kırılma anlarında hep saklı tuttu. Kilisenin ülkeler üstündeki etkisinin neredeyse unutulmaya yüz tutmuş eski bir masal hâline geldiği bu durumda, Avrupa’daki en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip Fransa’nın yeni hedefinde İslam’a çekidüzen verilmesi arzusunun yatması da bu tarihsel laik mirasla anlaşılabilir.

Paris Fransa Büyük Camii (Grande Mosque de Paris)

Fransa’da İslam’ın devlet saiklerince kontrol altında tutulmasının tarihine bakmak, bugünkü iddiası büyük ve çerçevesi geniş Fransa İslamı projesinin hangi aşamaların sonucunda ortaya çıktığını anlamamıza yardımcı olacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nda Fransız ordusunda savaşırken ölen Müslüman askerler anısına yapılan Paris Büyük Camii (Grande Mosque de Paris) yönetim kurulu uzun yıllar boyunca Fransa’daki Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirmelerini, kamusal alandaki temsiliyetlerini sağlayan ve de devletle muhatap olabilen yegâne temsilci idi. Artan göç dalgaları ve hâlihazırdaki göçmenlerin ikinci ve üçüncü nesillerinin ortaya çıkışıyla İslam, Fransa’nın kamuoyunda daha görünür hâle gelmeye başladı.

Yani yalnızca banliyölerinde oturup, fabrikasından evine dönen Müslüman göçmen imgesinin yerini, daha görünür olan, Fransa okullarında okuyan, daha fazla söz alıp, edilgen bir konumdan failliğe geçen bir nüfus alıyordu.

Görece yalıtılmış bir toplumun iş gücünden yararlanırken düşünülmeyen, bir sorun olarak ortaya çıkmayan İslam olgusu, artık hem toplumsal hem de kültürel alanda kendi sözünü söylemeyi teklif edecek öznelere sahipti. Bu ortaya çıkış, ilk olarak şüphesiz aşırı sağ partileri etkiledi.

1980’li yıllarda Cumhuriyet’in ardı arkası kesilmeyen bir “İslamileşme” tehdidiyle karşı karşıya olduğu gerçeği, başta Jean-Marie Le Pen’inkiler olmak üzere, tedirginlikle saldırganlık arasında savrulan söylemleri toplumsallaştırdı. Bir gün Fransa için çalışmayı bırakıp ülkelerine dönmeleri gereken Müslümanlar, Fransa kamuoyunda görünüyor, dinî kimliklerini de bu kamusal alana taşıyordu.

Özetle, İslam artık arızi bir durum değildi. 1989 yılında Türk asıllı üç ortaokul öğrencisinn başörtü taktıkları için dersten atılmalarıyla kendi başörtüsü sorununa da kavuşan Fransa’da Müslümanların geçici değil kalıcı olduğu, toplumsal bir mana kesp ettiği tekraren anlaşıldı.

O dönemde danıştay, eğitim hakkının engellenemeyeceğini bildirip, başörtülü öğrenciler idari anlamda bir zafer kazanmış olsalar da, İslam medyada ve siyasi söylem düzleminde “her daim genişlemeye yönelen” olası bir tehdit olarak yer ediniyordu.

Jean-Pierre Chevenement

1997 yılında, dönemin içişleri bakanı Jean Pierre Chevènement, Fransa’nın en büyük ikinci dini olan İslam’a ve onun Fransa’nın millî bütünlüğüne uyum sağlaması gerekliliğine kayıtsız kalamayacaklarını açıkladığında, esasında Fransa’nın İslam dinine yaklaşımı da açığa serilmiş oluyordu.

Açıklamasında Fransa’da İslam’ın varlığının modern bir İslam oluşturmak için bir şans olduğu da vurgulanırken, İslam’ın mevcut hâliyle değil, yalnızca Fransız değerleri tornasından geçerek toplumsallaşabileceğini anlatıyordu.

Kategorize eden, kendine katmadan yahut kabul etmeden ötekini törpüleyen anlayışı Batı medeniyetinin kurumsal ve toplumsal tarihinin alametifarikalarından biri olarak görmek hiç de zor değil. 1989’da eğitim hakkının eşitliğinden bahsedilirken, aradan geçen 15 senede başörtüsünü ortaöğretim kurumlarında yasaklayan yasa, onu takip eden yıllarda burka yasağı ve plajlarda haşama giyilmesinin menedilmesi gibi garaip uygulamalar Fransa’da İslam’ın büyüyüp, görünürlük kazandıkça Cumhuriyet halısının altına süpürülmek istendiğini bizlere gösteriyor.

Hem normalleştirme ve topluma katma söylemi hem de zaten “sıradan Müslümanlar”ın görünüşünden dahi duyulan rahatsızlık Fransa’da İslamofobi çeşnili laik siyasetin en büyük ikilemini oluşturuyor.

2018 yılında Paris IV Üniversitesi’nin Öğrenci Sendikası Başkanı seçilen başörtülü bir öğrencinin ülke genelinde yarattığı şok dalgası ve İçişleri Bakanı’nın olayı bir skandal olarak değerlendirmesi de normalliğin bir sıfat olarak Müslümanlara mı yoksa İslamofobi histerisiyle titreyen güruha mı yakıştığını anlatıyor.

Bu minvalde Batı hafızası, özellikle 11 Eylül sonrasında, “öteki” saydıkları Müslümanları, Batı değerlerinin altını kazan, olağan şüpheli vs. sıfatlarla donatarak bazen örtük bazen de aleni olarak kullanan bir yapıya sahiptir.

Elbette klasik Doğu-Batı ayrımının zihni tembelleştiren ezberlerine düşmeksizin üstünde durulması gereken de bu müdahalelerin bizatihi tarihidir.

Klasik oryantalist tarihin kültürel veçhesinden, Napolyon’un Mısır’ı ele geçirmesiyle siyasi alana taşınan ve uzun bir geçmişe sahip olan ve oldukça kısa bir şekilde özetlemeye çalıştığım işbu ilişkisellik Fransa İslamı projesiyle en cüretkâr dönemine girmiştir

Hakim El Karoi

Emmanuel Macron’un Rotschild Bankası’ndan çalışma arkadaşı, Montaigne Enstitüsü Başkanı ve siyasi danışman Hakim El Karoui’nin hazırladığı “Fransa İslamı” raporu, gündemde olan 1905 Kilise-Devlet Ayrımı Yasası değişikliği ve sonrasındaki düzenlemelerin ana izleğini belirleyecek.

600 sayfalık rapor nihai hedef olarak bir üst düzey konsey kurulmasını ve sadece bu konseyin Fransa’daki Müslümanların ihtiyaçlarının giderilmesi (hac ve umre organizasyonları, helal gıda satışı, cami yapımı ve onarımı, imamların yetiştirilmesi vs.) hususunda yetkin kılınmasını önerdi.
 

Bu öneri de karşılığını Fransa İslamı için Müslüman Derneği’nin (Association Musulmane pour l’Islam de France) kuruluşuyla Ocak 2019’da buldu.

Hakim el Karoui’nin “İslam’ın Fransa’ya sulh içinde uyumu” için kurulduğunu söylediği yapı, ilk aşamada helal gıdaların denetimi ve bu ürünler üstünden vergi alınması, hac-umre organizasyonlarının da daha kontrollü bir şekilde yapılmasını amaçlıyor.

Bu hizmetlerden kesilen vergilerin toplandığı havuzdan da Fransızca bilen ve Fransız değerlerini haiz imamlar yetiştirilmesi planlanıyor. Zira gerek akademik alandaki araştırmalara gerekse de siyasi söylemlere bakıldığında, ekseriyetle Fas, Cezayir ve Türkiye’den gelen yabancı imamların Fransız toplumunun değerlerine uygun olmayışı, Fransızca bilmemeleri, İslam’ın cumhuriyetçi değerlere intibakında en sorunlu alanlardan biri olarak görülüyor.

El Karoui’nin verdiği röportajlardan birinde yabancı devletlerin Fransız toplumu üstündeki vesayeti olarak gördüğü bu “yabancı imamlar vakası”, Fransa’nın “İslam sorununa” toplumsal satıhta uluslararası bir güvenlik problemi kimliği de yükleyerek, ülkenin vatandaşı olan ve nüfusun yaklaşık %9’unu oluşturduğu düşünülen Müslüman nüfusu daha tartışmanın başında, Fransa’nın genel toplumsal düzeninin dışına itiyor.

Dışarıda olanın, içeriye alınması ve kapı eşiğini aşarken de üstünde taşıdığı tehlikeli düşünceleri, dinlerinin otantikliğini kapının dışarısında bırakması gerekliliği böylece devlet nezdine çıkıyor ve Müslüman Fransız vatandaşları ve göçmenler için bir yasal zorunluluk hâline geliyor.

Birkaç ay önce yine Nihayet sayfalarında değindiğimiz ve Kur’an-ı Kerim’in şiddete davet eden ayetlerinin yok sayılması gerektiğini salık veren, İslamofobi soslu “Yeni Anti-Semitizm” bildirisinin verdiği “aydınlanma öğüdünün” aksine, artık toplumsal olan baskı, devletsel bir karaktere bürünüyor ve yasalaşıyor (Avrupai Bir Cüret Denemesi: Yeni Anti-Semitizm Bildirisi”, Nihayet, Haziran 2018).

Bir tür din mühendisliği olarak görülecek bu uzun soluklu projenin kamuoyu dışında bir alıcı bulduğunu, yani esas hedef kitlesi olan Müslümanların ilgisine mazhar olduğunu söylemek ise bu ahval içinde pek tabii oldukça güç.

Fransa İslam Konseyi’nin (Conseil Français du Culte Musulmane) Türk kökenli başkanı ve basındaki söylemlerde yaklaşık iki yıldır Türkiye’nin Fransa’daki ajanı -Erdoğan’ın veziri gibi düşmanca söylemlerle hedef gösterilen- Ahmet Oğraş’a göre İslam’ın yalnızca İçişleri Bakanlığı’nın bir güvenlik problemi olarak görüldüğü, içerisindeki kişilerin İslam’ı anlamak ve değerlendirmek konusunda ehliyet sahibi olmadığı “Fransa İslamı” projesi, Müslümanların kendi dinleri etrafındaki konular ve yükümlülükler hakkında faal olma, yani bir özne olabilmesinin önüne geçecek.

Gerçekten de, 2003’te Chirac ve Sarkozy’nin girişimleriyle kurulan ve tabanı geniş bir temsiliyet sağlayan Konsey’in, siyasi erkler ve toplum tarafından yavaş yavaş itibarsızlaştırma girişimleri dikkate şayan. Türkiye ile AB’nin arasındaki siyasi gerilimlerin de bir Türk asıllı başkanın seçilmesiyle üstüne yıkıldığı konsey, projenin siyasi hedeflerinden biri olarak etkisizleştirilmek isteniyor.

Yalnızca aşırı sağ medyada değil, ana akım dergi ve gazetelerde, son olarak da El Karoui’nin raporunda DİTİB, Türkiye Büyükelçiliği, Fransa İslam Konseyi gibi yasal yapılar, Türkiye ile ilintilendiriliyor. Müslüman nüfusun gündelik ibadetlerinden, siyasi görüşlerini ifade edebilme özgürlüğüne kadar pek çok yasal ve toplumsal hak böylece tartışmaya açık bir güvenlik sorunu kademesine indiriliyor.

Raporda, savaşılması gereken İslamcılık ideolojisinin olası belirtileri arasında başörtü takmanın, camiye gitmenin, Müslüman Kardeşleri savunmanın sayılması Fransa’da devlet aklının “Nasıl bir İslam’a varalım?” sorusundan ziyade “Nasıl bir İslam’ı kendimizden uzak tutalım?” sorusuyla meşgul olduğunun dramatik birer göstergesi.

Projenin, Müslümanların dikkatini yahut güvenini çekememesinin nedenlerini ardındaki düşünsel altyapıdan ve asimile edici ruhtan çıkarsamak bu örnekleri gördükçe daha mümkün.

İslam’ı halledilmesi gereken bir olağan şüpheli olarak görmesi, Fransa’da İslam’dan değil, bir Fransa İslamı’ndan bahsedilmesi; bu buyurgan tavrın dinî mensubiyetin özüne ve ana saikine tamamen ters oluşu da bir başka problem.

Yani tamamen bir inanışa teslim olup, onu yaşamaya çalışan inanandan bu inancını gevşetmesini, onu elinden bırakıp biraz düzenlemesi için devletin kucağına vermesini istemek projeyi başarısız kılması muhtemel ana sebeplerden biri.

Âdeta “özerk” ve “Batıcı” bir diyanet işleri kurmayı amaçlayan Fransa İslamı’nın şu ana dek herhangi bir büyük İslamî vakıfın ya da kurulun görüşünü almadan, yalnızca bir enstitünün raporuna göre sürdürdüğü bu tepeden inmeci tavır iki yüz elli yıl kadar önce, yine Fransa’da düşülen benzer hataları hatırlatıyor.

Robespierre ve Jakobenlerin, Fransız Devrimi’nden sonra halkın kitleler hâlinde kiliseye gitmesini engellemek ve pazar ayinini unutturmak için haftayı on güne çıkarıp, her güne farklı bir isim vermesinin beyhudeliğini ve gülünçlüğünü tarih bize gösterdi. Fransa’da hâlâ pazar var, bir cumanın da hep olacağı gibi.

Müellif: Orkun Elmacıgil / Kaynak: Nihayet Dergisi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.