Gökhan Özcan: İnsanı anlamak
“Bir insanı anlamak istiyorsanız, öncelikle insanlar hakkında bildiğiniz her şeyi ama her şeyi unutmalısınız” diyor Carl Gustav Jung.
Bu doğru, çünkü her insanın kendine özgü bir yaratılışı var, kendine özgü bir iç akışı, kimliği, karakteri, yapısı var. Dışarıdan bakıldığında bir çok insan bir çok başka insana benzeyebilir ama esasta hiç de öyle değildir mesele. Bunu en iyi insanların simalarına ilişkin tarifler geliştirmeye çalışarak anlayabiliriz. Kelimeler bize yetmez bunu yapmaya çalışırken. Bildiğimiz kelimelere sığdırmaya çalışırsak simaları, hemen hiçbir şey anlatmış olmayız insanların suretleri hakkında. Şahitlerin suçluları teşhis eden eşkalleri belirlerken zorlanmaları buna iyi bir örnektir. Ancak, esmer, yuvarlak yüzlü, çıkık elmacık kemikli, uzun burunlu, mavi gözlü gibi genel birtakım ifadeler ortaya koyabiliriz çünkü birinin eşkalini tarif ederken. Oysa mesela ‘esmer’ kelimesinin milyar tane farklı tarifi, yapısı, görünüşü vardır insandan insana değişen. Ve teşhis etmekte kullandığımız her kelimenin diğer kelimelerle birlikte oluşturduğu yine milyar tane farklı kombinasyonu...
İnsanın iç dünyası, karakteri, duyguları, fikirleri, hayalleri, bakış açıları, gözlemleri, ifade ediş biçimleri, hassasiyetleri ve daha başka bir çok değişken her insanı kesin olarak diğer insanlardan ayırır. Bir insan hakkında konuşmaya başlarken bunu bilmemiz, belki daha da önemlisi bunu içimize sindirmiş olmamız gerekir. Genellikle yaptığımız bunun tam tersidir; biz kafamızda biriken insan katalogundan bir seçim yaparak belli tariflere sabitlemeye, karakter şablonlarına uydurmaya çalışırız insanları. Hiç kimse böyle kabataslak tariflere sığabilecek kadar az, o kadar basit, o kadar girintisiz çıkıntısız değildir oysa. Biz bu işi hafife alırız, çok zor iştir bir insanı tanımak, anlamak, diğer insanlardan farkını, başkalığını görebilmek, onun hakkında iyi kötü bir tarife ulaşmak... Hazreti Mevlânâ, “İnsanları tanımak denizleri bardak bardak boşaltmaktan daha zordur” diyor. Kim girer böyle zor bir işe bugün, kim üstlenir bu meşakkati? O zaman gelsin hazırkalıp yargılar, paket paket önyargılar, kişilik şablonları, karakter genellemeleri... Manzaramız ortada, herkesin herkes hakkında bir fikri var ama o fikirlerin o insanlarla bir ilgisi, o insanları açıklayacak, anlayacak, tarif edecek bir muhtevası yok. Yaşadığımız çağın içini her gün bıkıp usanmadan bir körler sağırlar diyaloguyla, kuru ve uğultulu bir gürültüyle dolduruyor oluşumuz birbirimizi tanımıyor ve anlamıyor olmamızdan. Birbirimize gerçek anlamda hiç dokunamıyor, hiç temas edemiyor, hiç tutunamıyor, dolayısıyla çarpışan arabalar gibi bilinçsizce tokuşup duruyoruz. Bu tokuşmaların geriye bıraktığı can acısı cesaretimizi kırıyor, insana dair meraklarımızı her geçen gün biraz daha köreltiyor bunun sonucunda.
Başkalarıyla böyleyiz, ya kendimizle? İşin o kısmı da çok farklı değil! Bu devrin hakim kültürü bizi o kadar etkiledi, iç dünyamızla ilişkimiz o kadar zayıflatıldı, o kadar standardize edildi ki, kendimize bakarken de belli bir ezberle, derinliği olmayan bir birikimle bakıyoruz ister istemez. Bu üstünkörü bakışın, bu meraksız ve ilgisiz yaklaşımın insana kendini bulduramayacağı, kendini tanıması için ona bir zemin, bir imkan hazırlamayacağı çok açık. Bunu aşıp ötesine geçmek için tek yol, bir gün bir şey olup bu kurulu düzenin yıkılması, bir kırılmanın yaşanması, ezberin bozulması gerekiyor ki, bu da herkesin göze almayacağı kadar maliyet yüklüyor cana.
Yine de değer elbette bu bedeli ödemeye. İnsan, kendini tanımadan hayatının anlamına dair bir fikre sahip olamıyor, bu olmayınca başkalarını hiç tanıyamıyor, onları hiç anlayamıyor. Doğuyor, ölüyor ve ikisinin arasını bir kuru gürültüyle doldurmuş oluyor sadece.
Yenişafak
Henüz yorum yapılmamış.