Sezai Karakoç ve putlar fuarına sergi olan çağımız
Sezai Karakoç’ta gelenek eleştirisi, başlı başına bir bahis olarak ayrıca incelenmeye değerdir. “Ağaçlar ve Mezartaşları” yazısından kısa alıntılarla meramımızı anlatmaya çalışalım. Şüphesiz geçmişi irdelerken asla günümüzü atlamayan bir bakışın sahibidir Sezai Karakoç. Hatta geçmişi daha ziyade menkıbelere takılıp kalarak değil, onlardan ibret alarak bir gelecek kurma çaba ve amacıdır ki ona hareketin ismini Diriliş koyma ilhamını vermiştir.
Sezai Karakoç üstadın Taha’nın Kitabı adlı şiir kitabının “Taha’nın Ölümü” bölümünde, “ağaç yutmuş kabrin taşını, yazısını” şeklindeki dizeyi ilk okuduğumda elbette hem anlam hem de sezgi bakımından kalbimde uyanan bir şey olmamıştı. İstanbul’daki yaşama sürecim içerisinde, ardına düştüğüm keşifler sonrasında, Sultanahmet’ten Beyazıt’a doğru giderken, Çemberlitaş’ı geçer geçmez, onun karşı sırasındaki caminin yan bahçesinde, bir hazire olduğunu görmüştüm. Hazireyi yoldan ayıran beton çeperlerin aralıklarından bakıldığında bahçede üç beş kabir göze çarpıyordu. Malum, Osmanlıda kabirlerin başına veya ayakucuna umumiyetle servi arada bir de çınar ağacı dikilirdi.
Bahsini ettiğim haziredeki kabirlerden birisinin başına dikilmiş bulunan servi ağacı, zaman içerisinde öyle büyümüştü ki yaşlanmış, gövdesi yarılmış ve gölgelediği mezarın mermer taşını yarılan gövdesinin içerisine bir ana kucağı gibi almıştı. Kabrin başına dikilen taş üzerinde en üstte “Yâ Ğaffâr” İlahi sıfatı okunmaktaydı. Besbelli taşın alt kısımlarında da kabirde yatan kişinin künyesi bulunuyordu. Ne var ki kabri gölgelesin ve süslesin diye oraya dikilip yaşlanan ve yarılan ağacın gövdesi, künyeyi kucaklayıp görünmez kılmıştı.
Sezai Karakoç üstadın şair dikkati onun bütün şiir serüveni boyunca, bir kısmını keşfedebildiğim ancak büyük kısmını henüz kimselerin keşfedemediği kim bilir daha nice hazi(r)neler barındırmaktadır.
Türkiye’de mevcut iktidarın varlığıyla atağa geçen büyük muhafazakâr kitle, yaşayan değerli üstat Sezai Karakoç yerine, ondan daha ehven ve de sloganik ifadelerle öne çıkan birilerini görüp, üstadı acaba niçin unutmaktadır? Salt “antiemperyalist, anti Kemalist, antikomünist, antikapitalist” gibi basit sloganlara sarılmayı marifet mi sanmaktadırlar? Yoksa Sezai Karakoç’un tamamen sembolik görünümlü bir başka parti adına konuşuyor olması sebebiyle, meseleyi parti rekabetine mi dönüştürmüşlerdir?
Sezai Karakoç, yaşadığımız son elli yılın başlangıcında inanan kesimleri sokağa, hayat sahnesine davet eden, onlara ciddi bir medeni cesaret aşısı yapan Necip Fazıl’dan aldığı emaneti, Necip Fazıl’ın kimi kişisel aksamalarını da tashih ederek, çok daha sağlıklı zeminlere çekmesini başarmış önemli bir münevverdir.
“Ağaçlar ve Mezartaşları”
Altmışlı yılların ortalarından itibaren Diriliş dergisi ve eserlerini okuduğum üstatla yüz yüze tanışma tarihi 1969 idi. Aynı tarihte Diriliş dergisinde üstadın birçok değerli makale ve denemeleri yayınlanmaktaydı. Onlardan birisi Aralık 1969 tarihli 3. sayıdaki “Ağaçlar ve Mezartaşları” başlıklı yazıdır.
Bu yazıdan kimi alıntılar yaparak neredeyse kırk yıl evvel Sezai Karakoç’un temel İslâmi ve itikadi meselelerde ne kadar isabetli bakış ve anlayış sahibi olduğu okunacaktır.
Yazının başlığındaki “Putlar Fuarı” ifadesi sözünü ettiğim yazıdan alıntılandı. Üstat yazısının daha başlangıcında çok net ifadelerle, put ve putçuluk hususunda, dünyanın bütün dönemlerinde ve bütün toplumlarda bir biçimde yaşanan tehlikeye işaret eder:
“Ölülerin başına dikilen mezartaşları gibidir putlar. Onlara benzerler, onlar gibi bir ölüye işaret ederler.” İleride birer “ölüm heykeli”ne benzetilen putlar, belki somut maddelerden mamuldür. Ne var ki insanı içeriden kemiren zihinsel putlar da vardır; onlar, bazen kişinin bizzat kendisi bile olabilmektedir. Yahut Allah’tan gayrı “Efendi” yerine koyduğu, kendisine bağlanılması lazım geldiğini savunduğu, kendisi gibi bir insan evladı da olabilir. Tek tür “Bağlanma” eyleminin yalnız Allah’a yapılması iman, bunun dışındaki her tür bağlılık ise putperestliktir.
Esasen çağdaş putlarla kadimleri arasında görüntü ve büyüleyicilik bakımından hiçbir fark yoktur. Çünkü putçuların kılavuzu İblis ve onun elemanları olan şeytanlar, tarih boyunca hep aynı yöntemi kullanarak aldatıcılıklarını sürdürmüşlerdir. O aldatıcılığın en etkin ve en tehlikeli boyutunu İlahi Kelam şöyle öğretmektedir:
Fatır Suresi 5 ve Lokman Suresi 33. ayetinde belirtilen Türkçe söylersek “O çok aldatıcı (şeytan) sakın sizi Allah ile aldatmasın!” ifadesinin önemi burada çok açık biçimde karşımıza çıkmaktadır. “Allah ile aldatılmak” herhalde aldanmaların en trajik olanıdır. Sizi Allah yoluna çağırıyormuş gibi yaparak ya bizzat kendilerine yahut sizin gibi bir başka insanoğluna yahut da bir nesneye/farklı bir yaratığa inanç ve itaate çağrıdır bu. Kısacası İlahi Hitap’ın öteki uyarılarını hatıra getirmektedir.
Şuara Suresi 213, Furkan Suresi 68, Kasas Suresi 88 ve Mü’minûn Suresi 117. ayeti kerimelerinin “sakın Allah ile beraber başka bir ilaha iman ve itaat etme!” şeklinde tercüme edilecek ifadeleri insanların tüylerini ürpertecek boyutta önemlidir. Putçuluk, sanıldığı gibi yalnızca heykelleri dikilmiş kimi ulu, yüce, kahraman sa(n)yılan kimselere yönelik saygı duruşlarından ibaret değildir. Sezai Karakoç şöyle sürdürüyor yazısını:
“Güneşten bahsederler, fakat milletleri güneşten mahrum ederler. Halk açlık içinde kırılır da umurlarında olmaz putların. Onlar, halkları ihtiraslarına kurban etmenin peşindedirler. Onları duygularından yakalarlar…”
Muharref Kitab-ı Mukad-des’in Hıristiyan ve Yahudi müntesipleri de pekâlâ birer putperesttirler. Peygamberlerini Allah’ın oğlu görmeleri bu itikatları için kâfi sebeptir, lakin mevcut kitapları dikkatle incelendiğinde, aynı tezahürleri orada da görmek mümkündür. Bir kere onların muharref kitapları hakkında Reşit Rıza’nın tespiti önemlidir. O, Son İlahi Kitap’ın neredeyse her altı ayetinden birisinde insanın düşünmesiyle alakadar olduğunu söyler. Kitab-ı Mukaddes için ise onun asla akletme ile alakadar olmadığını ve insanları duygularından yakalamaya çalışan, duygu sömürüsü yapan metinler bütünü olarak değerlendirir. Bu da bir tür putperestliktir.
Karakoç’un Tefekkür Malzemesi
Sezai Karakoç’u hem muhafazakâr hem de materyalist çevreler, umumiyetle saygı duyulan bir münevver olarak anmakta, lakin neredeyse ağız birliği yapmışçasına, medeniyet ve estetik görüşlerinden hareketle, onu hep bu iki bakış açısına kıstırmaya çalışırlar. Bu açıdan baktığınızda, İslami hayatı yaşadığı pek söylenemeyen ama son yıllarda yazdıklarıyla İslâm’ı bir medeniyet ve estetik manzumesi olarak anlatmaya çalışan Hilmi Yavuz ile aynı kategoriye koymaktadırlar. Bir başka perspektif de hiç ama hiç alakası yokken İsmet Özel’i bile aynı düzlemde görerek, onun güya politik görüşleriyle Sezai Karakoç arasında bir yakınlaşma vehmedebilmektedirler. Yakınlaşma olmasa bile adını andığım üç aydını isimlerini ardı ardına zikrederek bir potada eritme hevesindedirler.
Elbet bu tutum muhafaza-kârları rahatlatan, kimi cehaletlerini örten, hatta daha ileri gidip zırvalayanlarla Sezai Karakoç adını yan yana yazarak, oradan kendilerine destek arayanların gafletini örtmek bakımından bulunmaz bir fırsat ve ganimet gibi görünmektedir.
Ne var ki Sezai Karakoç’un tefekkür malzemesine bütüncül bakanlar, bu şeytanca teoriyi tersine çevireceklerdir. Bir kere Sezai Karakoç, üstadı sayılan Necip Fazıl’da bile asla rastlanılamayacak boyutta, Kur’ân kültürüne malik, tevhid, adalet, emri bil maruf nehyi anil münker bilincini her daim diri tutan, ciddi bir müslüman mütefekkirdir.
Üzerinde durduğumuz tek bir denemesi bile bize onun İslam telakkisi ve yorumu hakkında önemli ipuçları sunmaktadır. Örnek okumayı sürdürelim:
“İnsanlar önce ateşi, suyu, güneşi, ayı, yıldızları, rüzgârı, yarı tabiat güçlerini putlaştırdı. Sonra onlara insanlar ortak yapıldı. İnsanlar önce yarı ilahlaştırıldı… Peygamberler, işte bu, gerek tabiattan, gerek hayalden ve gerek insanların, hükümdarların tanrılaştırılmasından doğan putları kıran, deviren Tanrı Elçileridir.”
Muhafazakârlar umumiyetle şu “yarı ilahlaştırılan insanlar” iddiasına bakarak, kimi fanatik kemalistlerin Atatürk’ü putlaştırmasını anlamaya pek yatkındırlar. Oysa bizzat kendileri bağlı bulundukları fırkaların, tarikatların, mezheplerin, partilerin, geçmiş meşhurların, sultanların da aynı şekilde aynı akıbete uğratıldıklarını, bizzat kendi elleriyle bunu reva gördüklerini unuturlar. Putlaştırma suçunu üzerlerine almaktan kaçınırlar. Oysa Allah Elçisi’nin emanet bıraktığı yaşama modelini bir kenara bırakıp, O’nun saçını, sakalını teli, kanı, teri, sidiği, sümüğü, maalesef gaitası gibi Kur’ân’ın kerih gördüğü artıklarını yüceltmenin başka izahı var mıdır?
Sezai Karakoç şöyle yazmayı sürdürüyor: “Peygamberler, mezartaşlarını patlatan, deviren ve kendi hayat yolunda, göğe yükselme yolunda ilerleyen serviler gibidirler. Ağaç hayatın, mezar taşları ölümün sembolüdürler… İnsanlık, zaman zaman bu “sözcü”, bu “uyarıcı”ları gördü. Ölmüşken dirildi. Başlarına dikilen putları devirdi. Derin nefes aldı. Göğü ve yeri bildi. Hür oldu. Peygamberler insanlığı metafizik ve sosyal boyunduruklardan kurtardı.”
Ne olursa olsun Osmanlı’yı savunma gibi bir idealin ardına düşerek, neredeyse bütün Osmanlı Sultanlarını evliya gibi gören, politikacı bile değil, ilim adamı kılıklı mürtecilerin, yukarıdaki değerlendirmelerden hisse kapması gerekir ama bu devir Sezai Karakoç’u görmeme, unutturma devri olarak yaşanmaktadır maalesef muhafazakâr muhitlerde.
Sezai Karakoç metninden alıntıları sürdürelim: “Peygamberler gerçek hayatın mesajcıları olarak, ölümün işareti olan putları kırdılar. Onlar, Allah’ın izniyle halkları dirilttikçe, putlar geri geri, batının, akşamın karanlığına çekildiler… Putlaştıranların oyunu burada da bitmez, daha kıvrımlı bir yolu izlemeye başlarlar. Tanrıyı putlaştırmak isterler, peygamberleri putlaştırmak isterler. Allah’ı kendi ırkının putu yapmak isteyen bir ırk, Hazreti İsa’yı putlaştırmak isteyen bir kıt’a, yüzyıllarca hakikatin yolunu tıkadı, insanlığı çıkmazdan çıkmaza sürükledi.”
Henüz yorum yapılmamış.