Söyleşi: 'Dini medya' anlayışı 'medyatik din' anlayışına dönüşüyor
Diyanet İşleri Başkanlığı Dinî Yayınlar Genel Müdürlüğünde Radyo ve Televizyon Daire Başkanı olarak görev yapan ve bir süredir de Diyanet Tv’de “Medya ve Din” adlı programı hazırlayıp sunan Mustafa Çuhadar ile Müslümanların medyayla gelişen ilişkisinin süreçlerini, internet ve sosyal medyayla değişen mahrem algımızı ve “medya ve din” başlığı altında daha pek çok konuyu konuştuk.
Medyayla tanışma sürecimizin en başında, İslam’ı doğru anlatmak, Müslümanları doğru temsil etmek gibi motivasyonlar belirleyici olmuştu. Bununla birlikte zamanla “dinî medya”dan -yani dinî temellerle hareket ettiğini beyan eden bir yapıdan- medyanın şekillendirdiği bir din anlatımına yani “medyatik din”e dönüşüm sürecine geçtiğimizi müşahede ediyoruz.
Mustafa Çuhadar lisans ve yüksek lisansını Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı ve hâlihazırda aynı üniversitede doktora eğitimini sürdürüyor. Akademik hayatının yanı sıra medya ve din konusunda çeşitli makaleler de yayımlayan Mustafa Çuhadar, 30 Mart 2018 tarihinden itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı Dinî Yayınlar Genel Müdürlüğünde Radyo ve Televizyon Daire Başkanı olarak görev yapıyor ve bir süredir de Diyanet Tv’de “Medya ve Din” adlı programı hazırlayıp sunuyor. Biz de kendisiyle Müslümanların medyayla gelişen ilişkisinin süreçlerini, internet ve sosyal medyayla değişen mahrem algımızı ve “medya ve din” başlığı altında daha pek çok konuyu konuştuk.
Medya, gerek yazılı gerek görsel imkânlarının gelişim süreci göz önünde bulundurulduğunda; Batı menşeili ve dolayısıyla kodları da Batı’da hazırlanmış bir iletişim ortamı. Buradan baktığımızda İslam ve medya sonradan tanışan iki kavram; bu sonradan tanışıklığın ne gibi sonuçları oldu, buna dair neler söylersiniz?
Her iletişim aracının ortaya çıktığı belirli tarihsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullar bulunuyor. Kitle iletişim araçlarının (veya medyanın) içeriğini bu koşullar belirliyor. Medya dediğimiz ortam, nihayetinde günümüzdeki anlamıyla sizin de söylediğiniz gibi Batı’da ortaya çıkıyor. Toplumlar üzerindeki etkisi fark edildikten sonra da başka topraklara taşınıyor. Müslümanların medya ile tanışmasının böyle bir arka planı var. Tarihsel olarak ilk önce metinle örülü medyalarla; sonra telefon ve radyo gibi işitsel medyalarla tanışmışız. Görsel-işitsel mecralar olan sinema ve televizyonun ardından da nihayetinde bütün bunları birleştiren internet ve dijital mecralarla tanışma ve kaynaşmamız devam ediyor. Bütün bunların ayrı ayrı ele alınması gerekiyor kesinlikle.
Mustafa Çuhadar, Diyanet İşleri Başkanlığı Dinî Yayınlar Genel Müdürlüğünde Radyo ve Televizyon Daire Başkanı olarak görev yapıyor.
Küresel medya kuruluşlarının sahiplik yapısı, örgütlenmesi ve ideolojileri, bu bakışı sürekli dünya geneline servis ediyor.
Peki, ayrı ayrı baktığımızda tanışma sürecimizin görece en sancılı olduğu medya kolları hangileriydi?
Tümüyle genellemek yanlış olur; ancak öyle zannediyorum ki radyo, televizyon ve sinema bizim en çok “gerilme” tecrübesini yaşadığımız mecralar. İslam’a ait değerlerin, sembollerin veya kavramların bu mecralarda temsilinin her Müslümanı rahatsız ettiğini düşünüyorum. Çünkü ilk başta kurallarına göre yaşadığınız dinin olabildiğince negatif bir biçimde yer bulduğu bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Yani ya yoksunuz ya da kötüsünüz. Bu tanışıklık sürecinde bu alanda Müslümanların hiçbir şey yapmadığını söylemiyorum elbette. Müslümanların öncelikli olarak tebliği temel alarak hareket ettiği önemli çalışmalar var. Sinema filmleri var, belgeseller var; önemli yapımlar ve televizyon programları var. Ama kabul etmemiz gereken bir “gerilme” realitemiz var. Buna bağlı olarak da korumacı refleksle siz de medyaya tamamen negatif bir anlam yüklüyorsunuz. Esasında tanışmanın başlangıcı ülkemiz özelinde böyle. Sonrasında, 1990’larda özel radyo ve televizyonların ortaya çıkışıyla bir “tanıma” tecrübesi yaşamaya başlıyoruz.
“DİNÎ MEDYA”DAN “MEDYATİK DİN”E DÖNÜŞÜM
Bu özel radyo ve televizyonlarla ilgili “tanıma” tecrübesinin amacı da yine tebliğ merkezliydi değil mi?
Evet, kesinlikle… Medyayla tanışma sürecimizin en başında, medyayla İslam’ı doğru anlatmak, Müslümanları doğru temsil etmek gibi motivasyonlar belirleyici olmuştu. Bununla birlikte zamanla “dinî medya”dan -yani dinî temellerle hareket ettiğini beyan eden bir yapıdan- medyanın şekillendirdiği bir din anlatımına yani “medyatik din”e dönüşüm sürecine geçtiğimizi müşahede ediyoruz. 2000’lerde de özellikle sosyal medya ortamlarıyla tanıştıktan sonra da bir “rahatlama” sürecinin içinde buluyoruz kendimizi. Kimlik, mahremiyet, değerler medyada temsil edilmeye başlıyor bu süreçte. Günümüzde, “gerilme” veya “tanıma” dönemini geride bıraktığımızı söyleyebilirim.
Artık eski tartışmalarımızdan uzağız. Medya ile sarmalanmış bir dünyayı tecrübe ediyoruz, medya ile yaşıyoruz. Kullanıma giren her aygıtta veya eşyada olduğu gibi, kitle iletişim araçlarının da olumlu veya olumsuz pek çok sonuçları olduğunu söyleyebiliriz ve bunun bireysel, toplumsal, psikolojik, ekonomik, sosyolojik veya medyanın örgütlenme yapısından, ideolojisinden, beklentilerinden beslenen çok fazla yönü bulunuyor. Ama yayıncılık anlayışı açısından bakıldığında iki görünümle konuyu özetlemeye çalışmak istiyorum: Birincisi, özellikle kamu hizmeti bağlamında, İslam’ın sahih bilgisini topluma aktarmak amacıyla yapılan görsel-işitsel yayın anlayışıdır. Bu yayıncılık anlayışının temelinde toplumu bilgilendirmek, bilgilendirirken de kamu yararını esas almak vardır, malûmunuz.
Magazinden uzak, reyting kaygısını yayıncılığın temeline yerleştirmeyen, İslam’ı anlatırken tartışmayı ana unsur olarak görmeyen bir yaklaşım. İkincisiyse tecimsel yayıncılık anlayışı. Kapitalist medya sisteminin dayatmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan ticari yayın anlayışında, dinin anlatımında dahi magazinel dil, üslup ve tartışmalarla istikamet belirleyen bir tavır hâkim, maalesef. “Duayı” reklam sonrasına saklayan bir bakış açısı… Sorunuz bağlamında söylenecek olursa, kanaatimce en önemli sonuç, yayıncılık anlayışında hangisinin tercih edileceğinin tam olarak belirlenememesidir diyebilirim.
Kapitalist medya sisteminin dayatmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan ticari yayın anlayışında, dinin anlatımında dahi magazinel dil, üslup ve tartışmalarla istikamet belirleyen bir tavır hâkim, maalesef.Peki, küresel medyanın İslam ve Müslümanlarla kurduğu ilişkiye dair neler söylersiniz?
Yani, kaynaklara baktığınızda ilk telgrafta, ilk radyo yayınında İncil’den bölümler aktarıldığı ifade ediliyor. Bunu, medyanın doğduğu ortamla açıklamak mümkün. İslam dünyasında bir Müslüman tarafından telgraf veya radyo icat edilseydi, ilk mesajı Müslümanlardan biri gönderecek olsaydı, aktarılacak ileti muhtemelen bir ayet-i kerime veya hadis-i şerif olurdu. Yani, bir mecrayı kendi topraklarından, bağlamından, değerlerinden koparmak mümkün değil, bu da doğal bir durum; ancak bir başka dini veya inancı tanımlamaya gelince mesele farklı bir boyuta taşınıyor. Bu noktada İslam karşıtlığı/düşmanlığı ve medya arasındaki ilişkinin özel olarak belirtilmesi gerekiyor. İslam karşıtlığı yükselen bir dalga.
Bakın üretilmiş, kurgulanmış, sistematik olarak piyasaya derç edilen bu dalganın, hatta bu tsunaminin hangi sahilde, kime zarar vereceğini kestiremezsiniz. Şu örneği aktarayım müsaadenizle. Türkiye’de haberlere de yansıyan bir olay var: Amerika’da Ohio’da yaşayan orta yaşlarda bir Hıristiyan, evinde oturup televizyon izlerken, bir anda öfkeyle evinden çıkıp yakınlarındaki bir camiyi kundaklıyor. Polis tarafından tutuklanıyor, mahkemeye çıkarılıyor. Mahkemedeki ifadelerine göre bu şahsın İslam hakkında hiçbir bilgisi bulunmuyor, hiçbir Müslüman’ı tanımıyor. Peki, Müslümanların mabedini kundaklama girişimine neden olan unsur ne olabilir ki? Yine mahkemedeki ifadelerine göre İslam hakkındaki bilgisini tamamen FOX News’ten edindiğini, bu kanalda Müslümanların terörist olarak tanımlandığını, sürekli bir yerleri bombalamaya çalışan insanlar olarak aktarıldığını söylüyor.
Dolayısıyla İslam karşıtlığı medya eliyle yaygınlaştırıldığında yıkıcı bir boyuta varabiliyor. Bu tekil bir örnek sadece. Kapsamlı raporlarda da bu tür veriler bulunuyor. Küresel medya kuruluşlarının sahiplik yapısı, örgütlenmesi ve ideolojileri, bu bakışı sürekli dünya geneline servis ediyor. Dolayısıyla İslam’ı ve Müslümanları tanımlama yetkisini elinde bulundurduğunu düşünen medya kuruluşları, bir yayın politikası hâline getirdikleri bu yetkiye dayanarak, yıkıcı sonuçları beraberinde getirecek bir söylem ve görsel güçle hareket ediyor. Bu yıkıcı söylemin yerel düzlemde karşılık bulduğunu söylememiz de elbette mümkün.
BİLGİ VE KÜLTÜR KAYNAKLARIMIZ, DAVRANIŞ KALIPLARIMIZ VE TERCİHLERİMİZ MEDYAYLA YÖNETİLİYOR
Sinema, TV, radyo ve sanal ortamlar sekülerinden dindarına herkesin alışkanlıklarını ve yaşam şeklini hızla dönüştürüyor. Ancak -sekülerler için de türlü tehditleri mevcut olmasına karşın- medya araçlarının Müslümanlar üzerindeki etkisi, referans kaynaklarımızı ve geldiğimiz noktayı kıyasladığımızda daha ilginç bir tablo göstermiyor mu sizce de?
Kıyası şöyle yapabiliriz aslında: İstanbul’dan Mekke’ye karayolu ile giden kişinin, zaman ve mekân algısıyla, havayolu ile giden arasında fark vardır. Bildiğiniz gibi zaman ve mekân, dünyamızı şekillendiren; kültürümüzü, kimliğimizi belirleyen unsurlardandır. Zaman ve mekân tasavvurumuz değiştiği zaman, doğal olarak diğer faktörler de değişime, dönüşüme uğruyor. Medya ile yaşama, hatta medyasız bir yaşam düşünememe düzeyine ulaştığımız için de, bilhassa referans kaynaklarımıza bağlılığımızın bundan zarar gördüğünü düşünüyorum. Söz gelimi, en yalın hâliyle, tüketim kalıplarımızı medyanın şekillendirdiğini müşahede edebiliyoruz. Oysa “tüketmek için tüketmek” kavram olarak bile literatürümüzde hoşlanılmayan bir nosyon. Bir gerçeklik olarak ifade etmeliyim: Medya ile kurduğumuz ilişkinin düzeyi, gündelik hayatımızı doğrudan etkiliyor.
Bilgi ve kültür kaynaklarımızın, davranış kalıplarımızın, tercihlerimizin medya ile yönlendirildiği bir evrende yaşıyoruz artık. Bu evren, seküler yaşam tarzını benimseyenlerin hayatını etkilediği gibi dinî bir hayat düsturunu özümseyenlerininkini de hâliyle etkiliyor. Az önce de bahsettiğim gibi; ülkemiz özelinde, Müslümanların medyaya bakışında olumsuz bir kanaat bulunuyordu. Özellikle sinema ve televizyona karşı. Ancak bu, sadece izleyici temelli bir mesele değildi. Radyo, sinema ve televizyon sektörüne hâkim, kapitalizmi temel alarak, salt kazanç odaklı yaklaşımlar bunun esas sebebini oluşturuyordu. Bu içerikler Müslümanların hayat tarzıyla örtüşmüyordu. Çarpık ilişkilerle sarmalanmış diziler, gayriahlaki görüntüler, Batı’nın normlarıyla örülmüş medya içeriklerine karşı Müslümanlar da, dini ve kültürel dejenerasyona karşı temkinli yaklaştı. Bu gayet tabii bir durum.
Bununla birlikte süregelen zaman içinde, medyanın İslam’ı tebliğ etmek için önemli bir araç olduğu, Müslümanların da bu araçları kullanması gerektiği şeklindeki görüşe bağlı olarak, radyo ve televizyona karşı katı tutum, giderek yumuşadı. Sorduğunuz sorunun kendini en bariz şekilde hissettirdiği nokta, sosyal medya oldu. Müslümanlar bakımından medyayı tebliğ için kullanma misyonu, ilk etapta sosyal medya için de geçerliydi. Ancak yakinen de müşahede ettiğimiz gibi “tebliğ etme” ile “fenomen olma” arasındaki sınırı giderek aşındırdık. Hâl böyle olunca, mahremiyet algısı başta olmak üzere, pek çok sorunla yüzleşmek zorunda kaldık.
Gerçek hayata ne kadar paralel olursa olsun, medya gerçek hayata oranla tansiyonu daha yüksek bir alan. Çoğu zaman burada üretilen söylemin gerçek hayata zararı dokunabiliyor; yalan haberler, abartılı ifadeler, iftira, linç vb. durumlar insani ilişkilerin zarar görmesine neden olabiliyor. Tabiri caizse sürü psikolojisinin hâkim olduğu bir alanda bir Müslüman’ın dayanak noktası ne olmalı?
Bu söyledikleriniz hangi bilgi kaynaklarıyla hayatımızı düzenlediğimizle ilişkili bir durum. Biz eğer, herhangi bir elekten, süzgeçten geçirmeksizin temel dayanak noktamıza medya içeriklerini yerleştirecek olursak, sizin söylediğiniz gibi insan hayatına zarar veren sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu ihtimal her zaman kendini gösterebilir. Ancak İslam’ın temel kaynaklarını referans alarak hareket edersek, -medya okuryazarlığımızı diyelim, bu yönüyle de geliştirirsek- olumsuz sonuçlara maruz kalmayacağımızı düşünüyorum. Daha açık ifadeyle Hucûrat suresindeki “Ey îman edenler! Bir fâsık size haber getirdiğinde…” hitabıyla başlayan ayeti, hayatımızın bütün alanlarını kapsayacak şekilde fehmedersek medya içerikleri karşısındaki savruluşumuzun da önüne geçebiliriz diye düşünüyorum.
Müslümanlar bakımından medyayı tebliğ için kullanma misyonu ilk etapta sosyal medya için de geçerliydi. Ancak “tebliğ etme” ile “fenomen olma” arasındaki sınırı giderek aşındırdık.
“Tebliğ etme” ile “fenomen olma” arasındaki sınırı giderek aşındırdık.
MAHREM VE NAMAHREMİ AYIRMA YETENEĞİMİZİ YİTİRDİK
Herkese koşulsuz kucak açan bir alan hâline geldi son dönemde medya iyice. Sosyal medyada her kesimden artık birer “fenomen” çıkıyor. Reklamlarda, dizilerde artık başörtülü kadınlar görüyoruz; başörtülü mankenler bile var artık… Bunun nedeni sizce nedir; medyanın artık çok sesli bir alan olduğunu mu düşünmeliyiz, yoksa bir asimilasyon şekli mi bu, nasıl görüyorsunuz?
Biraz önce bahsettiğimiz rahatlama süreciyle ilgili aslında bu sorunuz ve her iki şekilde de yoruma müsait bir konu. Mestûre hanımların, kamusal alanda veya medyada temsilini önceleyen, önemseyen bir yaklaşımla da değerlendirilebilir; bir asimilasyon olduğu da ifade edilebilir. Burada net bir sınır çizmek zor görünüyor. Ancak bununla birlikte, tesettürü gösterişe/gösteriye dönüştüren; tesettürü “örtü” olmaktan çıkaran; tesettürün verdiği saygınlığa halel getiren uygulamaların da, Müslüman kadının şahsiyetine zarar verdiği kanaatindeyim.
SOSYAL MEDYADA “CAMDAN DUVARLAR” İÇİNDE YAŞIYORUZ
Mahremiyet sınırlarımızı korkmadan genişletiyoruz sosyal medyada. Bu da sadece “beğeni” ve “takipçi sayısı” gibi oldukça sanal menfaatler uğruna… Peki, gerçekten insanların bu gibi durumlardan devşirdiği menfaatler sanal mı? Bir ihtiyacı karşılayan, bir gerçekliğe değen bir yanı yok mu sosyal medyaya gösterilen rağbetin?
Sosyal medyaya gösterilen ilginin, insanların iletişim ihtiyacının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak iletişim kurma ihtiyacını, yüz yüze olmaktan çıkaran ve kitlelere ulaşmayı zaman ve mekân açısından kolaylaştıran sosyal medyanın bu ihtiyaçların da ötesine varan etkileri bulunuyor. Mahremiyet bunlardan sadece bir tanesi ve en çok tartışılan alanı. Ben sosyal medya ve mahremiyet arasındaki ilişkiyi “camdan duvarlar” benzetmesiyle ifade etmek istiyorum. Sosyal medya siteleri ve “on-line” uygulamalarla birlikte etrafımıza camdan duvarlar ördük. Bu duvarların içerisinde yaşamaya da alıştık. Bunun sonucu olarak mahremiyet sınırlarımızı aşındırdık. Hatta mahremiyet kavramını bile aşındırdık. Sosyal medyada paylaştığımız hangi anların mahrem, hangilerinin namahrem olabileceğini ayırma yeteneğimizi yitirdik. Sanal ortamlarda yaşanan tecrübenin gerçek hayatımızdan bağımsız olduğunu düşünemeyiz. Biz “dijital göçmenler”, sosyal medya ve mahremiyet ilişkisine yönelik çıkarımlarımızı geleneksel bağlamlarda değerlendirme imkânına sahibiz. Ancak dijital evrende doğan, “dijital yerliler” olan çocuklarımıza, mahremiyet olgusunu, mahremiyetin hangi sınırlarda başladığını, hangi durumlarla aşıldığını anlatmakta güçlük çekiyoruz.
Çocuklarımıza, mahremiyet olgusunu, mahremiyetin hangi sınırlarda başladığını, hangi durumlarla aşıldığını anlatmakta güçlük çekiyoruz.
Önceden “hoca” ve “imam” denildiğinde, Cumhuriyet’in ilk yıllarında çekilen filmlerin ve yürütülen politikaların etkisiyle, ürkütücü tipler akla geliyordu. Şimdi ise ekran önündeki bazı örneklerden hareketle; toplumun hoca algısı, her şekilde olumlu, her ortama uyumlu ve “sistem içi” bir hâl almış durumda diyebiliriz. Bu iki tezat durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu, söyleşinin başında bahsettiğim “gerilme” evresiyle, özellikle sinema filmlerindeki “hoca” karakterlerinde yaşamıştık. Tıpkı, bugün İslam karşıtlarının hazırladığı filmlerde olduğu gibi hoca karakterlerine tamamen olumsuz anlam yüklenmişti. Bugün Hollywood endüstrisi bir terörist resmetmek istediğinde nasıl sakallı ve cübbeli bir erkek imajını kullanıyorsa, Yeşilçam filmlerinde “gericiliğin”, “yobazlığın”, “sahtekârlığın”, “yalancılığın”, “menfaatperestliğin” temsilinde hoca karakteri özellikle kullanılıyordu. Bu imajın uzun bir zaman diliminde sürekli yinelendiğini biliyoruz.
Diğer yandan, televizyonda yayınlanan dizilerde de bu karakterlerin zaman zaman canlandığını; hocayı sadece caminin duvarlarıyla sınırlayan bir seslenişi de hatırlıyoruz: “Hoca camide”. Bunların izler kitle üzerinde olumlu etkisi olması mümkün mü? Elbette hayır! Ancak bugün genel olarak bakıldığında, medya kurum ve kuruluşlarının din, dindar ve din adamı ile ilişkisini yeniden düzenlediğini görebiliriz. Bu düzenlemenin sonucu olarak da, hocaların televizyon dizileri ve sinema filmlerinde, olumsuz imajlarla resmedilme alışkanlığının geride bırakıldığını söyleyebiliriz.
“Medya ve Din” programınız, Müslümanlar olarak medyayla ilişkimizi irdelemeye, tartışmaya ve farkındalık oluşturacak tespitler sunmaya odaklı bir program. Özellikle programınızın bir bölümünde altı çizilen “internet fıkhı” ve “dijital dini medya okuryazarlığı” kavramlarından bir de burada okurlarımız için bahsedebilir misiniz acaba?
İslam’ı nasıl tanımladığımızla, nasıl yaşadığımızla, ilgili bu soru esasında. Yani siz İslam’ı gündelik hayatınızın belirli noktalarıyla sınırlı bir din olarak telakki ediyorsanız, gündelik hayatınızdaki uygulamalarınız da buna göre şekillenir. Sosyal medyadan yalan söylemekte, hoşlanılmayacak bir lakapla hitap etmekte bir beis görmezsiniz veya insanların hakkında iftirayı, suizannı normal karşılarsınız. Veya doğruluğunu araştırmaksızın bir haberi bütün kanallarınızdan paylaşabilirsiniz. Ancak İslam’a, hayatın bütün yönlerinde tesiri bulunan bir din olarak inanıyorsanız -ki İslam’ı inanç, bilgi, ahlak ve toplumsal alanlarla ilgili pek çok yönüyle birlikte yaşarız- yapmanız gereken internette de dijital mecralarda da İslam’ın hüküm ve hakikatlerine tabi olmak. Dolayısıyla sanal âlem, bu hükümlerden beri tutulamaz. Vurgulamak istediğimiz nokta burasıydı.
Görsel-işitsel medyaların etkisiyle beraber, bilgi kaynaklarımız değişti. Geleneksel olarak aileden veya eğitim kurumlarından edindiğimiz bilgileri artık konvansiyonel ve yeni medyadan temin edebiliyoruz. Buna bağlı olarak okuryazarlığın günümüzde çeşitli varyasyonları bulunuyor. Medya okuryazarlığı, bilgisayar okuryazarlığı, internet okuryazarlığı gibi. Dijital ortamlardaki etkinliğimizin gün geçtikçe arttığı ve biraz önce bahsettiğim referans kaynaklarımıza bağlılığımız göz önünde bulundurulduğunda “internet fıkhı” çalışmalarına veya “dijital dini medya okuryazarlığı” na yönelik eğitim süreçlerine ihtiyacımız olduğu gözlemleniyor. Bunun sonucunda medya içeriklerine karşı bilinçli bir tercih oluşacaktır.
Dijital ortamlardaki etkinliğimizin gün geçtikçe artıyor
Peki, ülkemizde “medya ve din” meselesine dair yapılan akademik çalışmalar ne durumda, bu konuyu üniversiteler de gündem etmiş durumda mı?
2010 yılından sonra medya ve din ilişkisini ele alan akademik çalışmalarda geçmişe oranla hem nitelik hem de nicelik olarak belirgin bir artış gözlenmektedir. Özellikle üniversitelerin kurumsal olarak desteklediği sempozyumlar ve konferanslar bu alanın güçlenmesinde etkin bir faktördür diyebiliriz. Sözgelimi 2015 yılında düzenlenen “Medya ve Din Sempozyumu” ile “Sinema ve Din Sempozyumu” bu bağlamda önemli basamaklardır. Üniversitelerin bu katkılarının yanında, 2017 yılında Erciyes Üniversitesi bünyesinde kurulan Medya ve Din Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin (MEDİAM) açılması ve akademik çalışmalara ev sahipliği yapması, önemli bir açılım sağlamıştır. Medya ve din ilişkisi kapsamlı bir alan. Reklamlarda dini simgelerin kullanımından sinemada dinin tebliğine; radyoların dini hayata etkilerinden sosyal medya vaizliğine; teknoloji bağımlılığının dini olarak tahlilinden yapay zeka ile dini bilgi üretimine dek pekçok alanda yapılacak çalışmalara ihtiyaç bulunuyor. Dolayısıyla, üniversitelerin ve konuyu farklı disiplinlerden ele alan akademisyenlerin gayretleriyle bu alan daha da güçlenecektir diye düşünüyorum.
Son olarak, programa dair planlarınız, hedefleriniz nelerdir? “Medya ve Din” programı sonucunda ortaya çıkan fikirleri projeleştirmeyi düşünüyor musunuz?
“Medya ve Din” programı, yazılı basın, radyo, televizyon, sinema, internet ve sosyal medyada dinin, dini bilgi, değer ve yargıların, sembollerin nasıl yansıtıldığını ortaya koymak üzere tasarladığımız bir program. Farklı disiplinlerden akademisyenler, medya profesyonelleri ve medya konusunda uzman isimlerle “medya ve din” ilişkisini muhtelif yönleriyle konuşmaya, bir farkındalık oluşturmaya gayret ediyoruz. Programı hazırlamamızın temel nedenlerden biri medyanın, uzun süredir din hakkında konuşulan bir mecra olmasıdır. Bu yönüyle programla aslında “medya ve din okuryazarlığına” katkı sunmayı hedefliyoruz. 2019-2020 yıllarını kapsayan yayın dönemimizde programımızı 40 bölüm olarak tasarladık. Yayınını tamamlandıktan sonra, programdaki söyleşilerimizi kitap hâline getirmeyi de planlıyoruz. Böylelikle de “medya ve din” alanında yapılan çalışmalara katkı sağlamayı, bu alanda yapılan çalışmalara yenisini eklemeyi umuyoruz.
Ropörtaj: Sibel Kılıç / Kaynak: GZT Kültür Portali
Henüz yorum yapılmamış.