Sosyal Medya

Bir Film: Tanrı insan: Baraka'dan Samsara'ya...

Alemin her halini anlamak için durup sadece aleme bakmak yeterli...



EÅŸyanın her halini anlamak için eÅŸyayı durdurup, durup sadece izlemek yeterli...

Dünyanın her halini anlamak için dünyanın dönüÅŸüne uyum saÄŸlamak kâfi...

DoÄŸanın halini anlamak içinse elbette doÄŸaya dahil olmak gerekli...

Ä°nsanın her halini anlamak için de eÅŸyaya uyum saÄŸlayıp, dünya ile dönüp, doÄŸayı izleyip, alemi hissetmek zaruri...

"Basit zordur" demiÅŸti ya zamanın birinde mahlukatın biri, insan da kolay olan hayatı zorlaÅŸtırmak için kendini basitten uzaklaÅŸtıran bir hayvandır bence...

Böylesi bir mevzuu sinemada anlatsam nasıl bir yöntem denerim diye düÅŸünsem, aklıma 'Baraka' ve 'Samsara' tarzı bir ÅŸey gelmezdi galiba.

Yönetmen Ron Fricke'ın 1992'de filme aldığı Baraka, sözün gücünden çok sözsüzlüÄŸün kuvvetine, senaryonun zayıflığından uzak, kurgunun gücüne ulaÅŸmıştı.

Metinsiz, sözsüz, senaryosuz belgesel çekerek nasıl bir maksadı, ne kadar ifade edebilirsiniz?

Sorunun en güzel cevabı olan Baraka'ya kardeÅŸ geldi; Samsara...

Sanskritçe bir kelime olan samsara, "doÄŸanın sonsuz döngüsü" manasına geliyor.

Fricke'ın iki filminde de esasında bunu görüyoruz. Lakin Samsara, bazı bakımlardan Baraka'dan farklı.

DoÄŸum, ölüm, yaÅŸam ve reenkarnasyonu 'ÅŸeklen' konu edinen Samsara, aslında temelde materyalist bakış barındırıyor. Baraka'da da öyle olmasına raÄŸmen, Fricke'ın yeni filminde bunu daha baskın ÅŸekilde görüyoruz.

Dünyanın farklı coÄŸrafyalarında, farklı ÅŸartlarda, bambaÅŸka insanların arasına/ailesine doÄŸan hemen her bebek, hayatı boyunca, birbirini besleyen ve birbirini öldüren, yani birbirini yaÅŸatan acımasız bir çarkı ayakta tutuyor.

Tibet'in sakin, soÄŸuk ve yüksek atmosferinde nefis terbiyesi yapsa da; dünyanın en kalabalık coÄŸrafyasının içinde günde 1 dolara çalışmak zorunda olan 'komünist bir fert' olsa da; petrolden kazandığı parayla yeryüzüne yeniden ÅŸekil verme cüretini kendinde bulan küstah Arap ÅŸeyhi olsa da; insan hakları ve özgürlük söylemi ile ayakta tuttuÄŸu ekonomik sistemin, insanı köleleÅŸtiren ve mahpus, mahzun, mazlum hale getiren çarkın ortasına kredi kartı borcu ile doÄŸsa da, her insan ama istisnasız her insan aynı döngünün içinde yaÅŸamaya, ölmeye, öldürmeye, ölmemeye çalışmaya,  yaÅŸamak için çabalamaya ve yaÅŸayamamaya mecbur...

Teknolojinin, insan hayatını kolaylaÅŸtırdığı ya da hayatı daha yaÅŸanılabilir kıldığı falan yok. Teknoloji sadece daha az acılı öldürmemize ve ölmemize yardımcı olur. Tabi buradaki acısızlık durumu fiziksel... Ruhsal olarak ise her kolaylık daha büyük bir girdaba atılan uzunca kulaçlar demek...

Ä°ÅŸte bu sebeptendir ki, hala dudağını üç parça ederek geleneÄŸi doÄŸrultusunda halka halka eden ya da kulağına taktığı yuvarlak madde sayesinde omzu ile kulak memesi birleÅŸen Afrikalı bir yerlinin elinde tüfek bulunabiliyor. Hayatı kolaylaÅŸtıracak olan ÅŸeylere itiraz edilebilir. Lakin öldürmeyi kolaylaÅŸtıracak olana direnemezsiniz. Çünkü o ÅŸartlarda öldürmek, hayatta kalabilmenin yegane unsuru.

Materyalist derken ne kastettiğimi anlatabildim zannımca...

Filmle alakalı bu ÅŸerhi düÅŸtükten sonra devam edelim...

Malumunuz üzere modern sistem, daha müreffeh ve yaÅŸanabilir bir hayat vaat eder. Ekonomik düzen buna göre rekabetçidir. Sistem içerisindeki katmanlar arası geçiÅŸ gayet kolaydır. Bir barakada yaÅŸarken, çok kısa süre içerisinde gökdelene taşınabilirsiniz. Bunu yaparken sadece ve sadece minareye kılıf hazırlamanız yeterli. Kitabına uydurduktan sonra ne kadar  ve nasıl kazandığınızın ehemmiyeti yok. Zaten 'legal sınırlar', illegalitenin sınırını çizip, sınır aşımını kolaylaÅŸtırmaktan baÅŸka iÅŸe yaramaz.

FildiÅŸi kulenize çıktıktan sonra dönüp arkanıza bakmanıza da gerek yoktur. Çünkü hak ederek oralara varmışsınızdır. Ve geride kalanlar sizi ilgilendirmez. Zira rekabet sonucunda herkese açık olan yollardan 'baÅŸarı' ile geçmiÅŸ ve ardınızda bıraktıklarınızı 'unutmaya' hak kazanmışsınızdır.

'Hak'!

Ne acı değil mi!

'Birey' olduÄŸuna inandırılan ve kendi dünyasının tanrısı olma 'hak'kını kazanan insan, diÄŸerlerini unutma hakkına sahip olur.

Kimsenin, sizin 'legal' sınırlar içerisinde elde ettiklerinizi sorgulamaya hakkı yoktur. Çünkü sınırları belirleyen insanoÄŸlu, sınırlar dahilinde sınırları aÅŸabilmiÅŸtir.

'Tanrı insan', tanrı olmayan insanlara karşı 'tanrıtaslarlık' yapma hakkına sahiptir.

Tanrılar içinde tanrılık ve insanlar içinde insafsızlık..

SanayileÅŸme, yani makineleÅŸme, yani üretim kolaylığı, yani rekabet, yani serbest piyasa, yani daha çok üretme, yani daha hızlı üretme, yani daha çok tüketme, yani daha hızlı tüketme, yani daha da fazla tüketme, yani tüketmeye mecbur kalma, yani tüketmeye mahkum olma ve elbette tükenme...

Modern zaman dediğimiz bundan fazlası değil...

İşte Baraka sonrası Samsara'nın anlattığı ve hissettirdiği bunlar...

Mana itibariyle böylesine 'dolu' ve yoÄŸun olan Samsara'da bazı özdeÅŸleÅŸtirmeleri pek yerinde bulmadım.

Yönetmen tam olarak nasıl bir kurgu yapmaya çalıştı bilemiyorum ama iki ihtimal var...

Åžöyle ki...

MakineleÅŸen, tek tipleÅŸen insan ve yaÅŸam tarzı misalleri verirken, ibadet eden insanları da verdi. Baraka'da da çokça baÅŸvurduÄŸu ibadet görüntülerini Samsara'da da sıkça gördük.

Sanki Ron Fricke, hep birlikte ibadet eden insanların ortaya koyduÄŸu manzarada da (Kabe'de milyonların aynı anda namaz kılması ve tavaftaki uyum) makineleÅŸme ve sınırlara hapsolmayı resmetmeye çalışmış.

Yanlış anlamışsam sorun yok elbet. Ancak okumam doÄŸru ise yönetmenin çuvallamasıdır, bu.

Nasıl mı?

Åžöyle...

Modern hayatın esir aldığı insan, teorideki 'tercih' hakkını yaÅŸayamamaktadır. Rekabeti, yani yarışı kazananların çizdiÄŸi sınırlar dahilinde yaÅŸamaya mahkumdur.

Oysa ibadet meselesi başkadır.

Evet, bir dine mensup olup ibadet etmeye baÅŸladıktan sonra özgürlük adına kendinizce bir ÅŸey yapamazsınız.

Ä°slam üzerinden gidelim...

Müslüman, inanıp inanmamayı tercih edebilir. 'Seçme' hakkı vardır. Yani 'özgürdür'. Teorik olarak da fiiliyatta da böyledir. Ä°ÅŸte budur insanı makine olmaktan uzaklaÅŸtıran.

Ve yine Ä°slam üzerinden konuÅŸacak olursak...

Fert (birey deÄŸil) önce kendine, sonra yakınındakine, sonra topluluÄŸuna, sonra daha geniÅŸ çerçevede topluluÄŸa ve nihayetinde gezegenine, aleme ve hayata karşı sorumluluk sahibidir. Vardığı hiçbir noktada kazandığı hiçbir baÅŸarı, kendi dışındakilere karşı kendisine ayrıcalık tanıma hakkı vermez. Bencillik yapamaz. Müslümanlar bir makineyi oluÅŸturan araçlar deÄŸil, bir vücudu oluÅŸturan uzuvlardır.

Müslümanların pratiÄŸinin teoriye uymaması ise tam da 'makineleÅŸme' meselesinde ifade etmeye çalıştığım gibi; modern zamana teslim olması ve sonrasında o sistemin 'bireyi' olarak kendinden uzaklaÅŸmasındandır.

Ä°ÅŸte bu minvalde 'ÅŸeklen' devasa bir bütünün parçasını oluÅŸturan müntesipleri, makinenin diÅŸlisinin çarklarına deÄŸil, vücudun azalarına benzetmek lazım gelir...

Mahiyette Baraka ve Samsara'nın eleÅŸtirilecek noktalarını böyle özetledikten sonra, Ron Fricke'ı farklı kılan meseleye de deÄŸinelim...

Fricke, belgesel türde icrada bulunarak girdiÄŸi 'sınırları', biçimsel tercihleri ile mükemmel bir sınırsızlığa kavuÅŸturmuÅŸ.

Söze hapsolmadan, doÄŸada görüneni olduÄŸu gibi, bütün çıplaklığı ve haÅŸmetiyle filme almak, biçimsel olarak harika bir seçim olmuÅŸ.

Sözün anlatamayacağı o kadar çok ÅŸey var ki sözsüzlükte...

Fricke'ın 'senaryosuzluk' meselesi ise bana "Vertov'un Manifestosu"nu hatırlattı.

Sovyet yönetmen Dziga Vertov, bundan tam 90 sene evvel yayımladığı manifestosunda 'senaryo'ya itiraz ediyordu. Hollywood'un yapay dekorlar ve izleyiciyi aptal yerine koyan senaryosuna karşı çıkan Vertov, kameranın sokaÄŸa çıkması gerektiÄŸini söyledi ve öyle de yaptı.

Vertov filmlerdeki 'kurmaca'nın, yani senaryonun bir afyon olduÄŸunu savundu. Seyirciyi sarhoÅŸ eden kurmacalar sebebiyle 'bilinçsiz seyirci'ye çarpıtılmış gerçekleri kabul ettirmek kolaylaÅŸmıştı. Bu sebeple sinemada gerçek olayların yer alması gerekir, Vertov'a göre. Yani belgesel...

Burada uzun uzadıya Vertov'un 'SineGöz' kuramından bahsedemem. Genel hatlarıyla Vertov'un söyledikleri, Fricke'ın uygulamasına benziyor. Baraka ve Samsara'da da belgesel, senaryosuz biçimde ortaya konuyor.

Lakin burada atlanan bir nokta var ki; her ne kadar 'belgesel' de olsa, kurgu ile bir senaryo ortaya konuyor. Önceden hazırlanmış senaryo olmaması kastediliyorsa tamam. Ancak hiçbir ÅŸekilde senaryo olmayacak deniyorsa, 'kurgu' inkar edilmiÅŸ olur ki, bu da sadece ve sadece hakikate göz kapamak olur. Ä°ÅŸte bu baÄŸlamda Fricke'ın iki filminde de bir kurgu ve yani senaryo mevcut.

Maksat ve misyon sahibi olduÄŸu da aÅŸikar olan filmler, biçimsel olarak müstesna yerdeler. DüÅŸünün ki Samsara beÅŸ yılı aÅŸkın bir sürede, yirmi beÅŸ ülkede çekildi. MuhteÅŸem bir emek söz konusu.

BaÅŸta da dediÄŸimiz gibi...

Fricke, dünyanın sesini dinliyor. Kimsenin sahteliÄŸine alet olmadan, senaryonun kendi içindeki riyasına ve yönlendirmesine kapılmadan...

Bir döngüyü ortaya koyuyor; gözümüzden kaçan, ancak içinde hapsolduÄŸumuz bir gönüllü çaresizliÄŸin döngüsü.

Budist rahiplerin ince ince günlerce iÅŸleyerek, minicik desenleri kumdan, rengarenk oluÅŸturduktan sonra sadece birkaç saniye içinde yok etmelerindeki 'nefis terbiyesi' mesajının, filmin en dikkat çekici yanı olduÄŸunu belirttikten sonra, bitiÅŸteki çölün içinde, birer kum tanesi olarak aynı denizi yaÅŸattığımızı ve en büyük tehlikenin de yaÅŸattığımız denizde boÄŸulmak olduÄŸunu vurgulamak isterim...

 

Abdülhamid Güler / Haber 7

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.