Gökhan Özcan: Yaşamın durağını kaçırmak
Keşke çıkarıp çıkarıp atabilsek üstümüzden kendi biçip dikmediğimiz bütün o yabanıl kıyafetleri. Ölü toprağını üstümüzden atıyormuş gibi... Ama o kadar uzun zamandır taşıyoruz ki bu kamburu sırtımızda, yetmiyor mecalimiz buna.
“Zihnimde bir ÅŸeyler dolanıp duruyor” dedi yanındakine doÄŸru hafifçe eÄŸilerek, “ne zaman onları birer ifadeye dönüÅŸtürmeye yeltensem araya hep bir ÅŸeyler giriyor!”
YapageldiÄŸimiz ÅŸeylerin sürekliliÄŸi bir yerde kesilir, araya duraksamalar girer de, o duraksamalar kendi çaplarında birer kara deliÄŸe dönüÅŸürler ve kurulu düzenimize iliÅŸkin bir ÅŸeyleri yutarlar diye ödümüz kopuyor. Abartılı bir boÅŸlukları doldurma gayretimiz var, adı konmamış bir iÅŸbirliÄŸi, tanzim edilmeden, kendi kendine oluÅŸmuÅŸ bir iÅŸbölümü var sanki aramızda. Bir boÅŸluk oluÅŸursa, en yakın kiÅŸi hemen, adeta bir refleksle ok gibi fırlayıp harekete geçecek, bir ÅŸeyler yapacak, bir ÅŸeyler söyleyecek ve alelacele o boÅŸluÄŸu, hatta henüz tam olarak boÅŸluÄŸa dönüÅŸmemiÅŸ o boÅŸluk ihtimalini ortadan kaldıracak ve tehlikeyi savuÅŸturacak, eminiz bundan. Herkesin ortak menfaati için içgüdüsel olarak kurulmuÅŸ bir güvenlik düzeni bu. Hepimiz böyle bir düzene, böyle bir adı konmamış tertibata ihtiyacımız olduÄŸunda hemfikiriz içten içe. Hiçbir ÅŸey hayatımızı, her ÅŸeyin arasında kendine yer bulabilecek o küçük ama fazlasıyla esrarengiz o boÅŸluklar, fazlasıyla bilinmezliklerle dolu o boÅŸluk ihtimalleri kadar tehdit etmiyor çünkü.
“Hemen her yerde mevcut arka plan müziÄŸi geleneksel anlamda müzik deÄŸildir elbette. Bu tür müzikler zevk alınmak hatta dinlenmek üzere bile hazırlanmazlar. Tek iÅŸlevleri sessizliÄŸi bozmaktır. Ve sessizlik bozulmalıdır; çünkü sessizlik, boÅŸluÄŸun soÄŸuk, acımasız, korkutucu sessizliÄŸinin hatırlatıcısıdır. Ä°nsanlar bu yüzden, kışın eve gelir gelmez kaloriferleri veya sobayı açtıkları gibi televizyon ve radyoları,
hem de aynı sebepten,
yani soÄŸuÄŸu kovmak
için açmaktadır” diye
yazmış ‘Saçmalıklar Çağı’ kitabında Michael Foley.
Bu zamanda insan, kiÅŸiliÄŸinin üstüne giymek zorunda bırakıldığı farklı kıyafetler yüzünden gittiÄŸi her yere taşınması güç ağırlıklarını da taşıyarak gidiyor. Yalın halimizin doÄŸal hafifliÄŸinden o kadar uzaktayız ki, yerimizden kıpırdamanın bile büyük bir maliyeti oluyor bize. Dünyayla katmerlenmiÅŸ hantal gövdelerimiz anlamın vadilerinde istediÄŸimiz mesafeleri almamıza mani oluyor. Bu yük sebebiyle başımızı da istediÄŸimiz kadar dik tutamıyoruz. Omuzlarımız taşıdığımız ağırlıklardan çöktü çökecek durumda adeta. KeÅŸke çıkarıp çıkarıp atabilsek üstümüzden kendi biçip dikmediÄŸimiz bütün o yabanıl kıyafetleri. Ölü toprağını üstümüzden atıyormuÅŸ gibi... Ama o kadar uzun zamandır taşıyoruz ki bu kamburu sırtımızda, yetmiyor mecalimiz buna.
“Oysa ben her zaman korunmasız, her zaman inanmaya hazırdım; uykuda bile kendi kendime bekçilik etmekten vazgeçmezdim. VaroluÅŸumdan hiçbir ÅŸey anlamazdım, kendi kendimin bilincinde olmaktan vazgeçememe düÅŸüncesi beni deli ederdi ve güvenle ve dikkatle küçük iÅŸleriyle meÅŸgul olan o sade insanları -memurları, devrimcileri, dükkancıları- kıskanırdım. Benim böyle bir kabuÄŸum yoktu” diye yazmış ‘Göz’ kitabında Vladimir Nabokov.
Ä°neceÄŸi durağı çoktan geçmiÅŸ gibi binmiÅŸ bir alamete gidiyor insanlar. Ä°nilecek durak geride kaldığı için artık bütün duraklar birbirinin aynı, inilmesi anlamsız... Mecburen yerinde öylece oturuyor herkes, nereye gittiÄŸini ve bu belirsizliklerle dolu gidiÅŸin nerede duracağını bilmeden. BoÅŸ bakışlarla çevresini süzerek ve bilmediÄŸi ÅŸeylerin
cevabını baÅŸka yüzlerde bulmayı umarsızca, umutsuzca bekleyerek...
“Hiç kimse yorulduÄŸunu kabul etmek istemiyor” dedi beyaz saçlı adam, “ama biri gelip bu çılgınca gidiÅŸatı durdursun diye son bir ümitle bekliyor hepsi içten içe!”
YeniÅŸafak
Henüz yorum yapılmamış.