Sosyal Medya

Sadık Yalsızuçanlar: Melamete uğramayanın cemalden nasibi olmaz

İnsan, inandığını yaşayınca bilmedikleri ona öğretiliyor. Aksi ise insana sürekli ağırlık veriyor. Yüklendikçe yükleniyor. Giderek yaşamı çekilmez kılıyor. İnandığını yaşayamayan için bilgi kuru bir emekten, bir yükten ve acı duymaktan başka nedir ki…



Sadık aÄŸabey, gönülden merhaba. Afiyet ve sıhhat niyaz ederek baÅŸlıyorum. Evvela ÅŸu yaÅŸadığımız günlere dair konuÅŸalım isterim. Nasıl geçiyor Korona günleri? Neler okuyorsunuz, neler dinliyorsunuz, neler gözlemliyorsunuz?

Merhaba değerli kardeşim. Ben de sağlık ve huzur dilerim.

Günler oldukça bereketli geçiyor diyebilirim. Virüs haberleri ilk çıkmaÄŸa baÅŸladığında bendeniz de kaygılandım. Kendim, ailem, milletimiz ve insanlık için endiÅŸe duydum. Bendeniz onu aÅŸkın ameliyat geçirdim. En son iki ağır ameliyatım oldu. Birisi beyin cerrahide, omurlarda daha önce üç operasyon geçirmiÅŸtim, tekrar sorun çıkmıştı, bu defa altı platin taktılar. Ağır bir bel kayması yaÅŸamıştım. En son sedyeyle götürdüler, ÅŸiddetli aÄŸrılar vardı. Öyle ki MR çekemediler, sırt üstü uzanamıyordum. UyuÅŸturucu iÄŸne yaptılar da öyle MR çekilebildi. Ardından ameliyata aldılar. Üç ayı aÅŸkın bir süre yattım. Ancak toparlayabildim. Bir yıl geçmedi bu defa kalpte sorun vardı, dört damar ileri düzeyde tıkanmıştı, açık kalp ameliyatı oldum. 1985 yılından beri düzenli aralıkla defalarca ameliyat oldum. Bir ağır kaza geçirmiÅŸtim doksanlarda. YeÅŸil ışıkta geçmeÄŸe çalışırken, kırmızı ışıkta durmayan bir araç, saatte 90 km. hızla gelirken çarptı. Üç operasyon, bir yıla yakın sürdü tedavim. Neredeyse otuz senedir kronik migrenim var vs. vs. Başını aÄŸrıtmak istemiyorum. Ama hani virüs, bilhassa kronik hastalıkları olan, cerrahi müdahale yaÅŸamışlarda daha etkindir filan deyince, eÅŸim, çocuklar da abarttılar, böylece hiç dışarı çıkamaz olduk. Zaten evciyimdir ben. Kapalı bir yerde yalnız başıma okumak, yazmak, dinlenmek için film seyretmek, yemek yapmak, bayıldığım bir hâl. Benim için hasılı nimet oldu.

Biliyorsun, Yüce Kur’an’da, “Kötü bildiÄŸinizde iyilik, iyi bildiÄŸinizde kötülük olabilir, siz bilmezsiniz” buyurulur. Bu ayeti bendeniz sürekli gönlümde taşırım. Ä°lk anda bir refleks gibi kaygı oldu ama bu kısa sürede yerini tevekküle terk etti. Lale Müldür’ün bir ÅŸiirinde geçer, “Ve kalem en güzel anları / Ä°nsanın kendisiyle geçirdiÄŸi anları yazdı.” Bendeniz böyle düÅŸünürüm. Yalnız geçirdiÄŸim anlar çok üretici bir süreç oluyor benim için. Okumaya çalışıyorum. Eskiden çok okurdum, ÅŸimdilerde artık daha az okuyorum. Daha seçiciyim. Daha doÄŸrusu eskiden okumaÄŸa tahammül edebildiklerime ÅŸimdi edemiyorum. BaÅŸucu kitaplarım var, onları döne döne okuyorum. Yeni kitabımı yazmaÄŸa baÅŸladım. Deli Tomarı ve Allah’ın Adamları’nın üçüncüsü olacak. Dörtte birini yazdım neredeyse. Üçleme gibi olacak, bununla bitecek kısmetse. Yine deliler, meczuplar, mecluplar, âşıklar ve uzunca bir hikâyede ise karşıtlıklara dayalı, daha absürd denilebilecek bir dizi olayları konu ediniyorum.  Arada Mevlevî âyin-i ÅŸeriflerinin doÄŸru ve güzel icralarını buldukça dinliyorum. Öteden beri film seyretmeye bayılırım. Gün boyu çalıştıktan sonra, gece birkaç film seyrediyorum. Televizyon çok az seyrediyorum. Eskiden daha fazla idi. Åžimdi filmi tercih ediyorum. Video platformları arttı biliyorsun, dolayısıyla tercih imkanları da arttı. Seçerek film ve dizi film, nadiren belgesel seyrediyorum.

Bu tip günlerin, yani “eve kapanma” hâllerinin bilhassa okur-yazar kesimi için faydalı olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Ancak bir daralma, sıkılma da söz konusu olabilir. “Ev hamur gibidir, çökersiniz içine” demiÅŸti Ayfer Tunç. Evle iliÅŸkiniz nasıldır? Ev sizin için nedir, ne deÄŸildir?

Ayfer, haklı olarak evde pelteleÅŸmekten söz ediyor. Bende bu aksi yönde gerçekleÅŸiyor. Evimiz bahçeli, sık sık çıkıyorum. Her gün mutlaka bir ÅŸeyler yapmak üzere mutfaÄŸa uÄŸruyorum. Nedense bende yalnız kalmak ve kapanmak öteden beri üretkenliÄŸi besliyor. Yani pelteleÅŸmiyorum. Daralma tabi hücre gibi bir yerde, kapana kısılmaya benzer bir sıkıntı oluÅŸturursa o fena. DilediÄŸin zaman dışarı çıkma imkânı, o daralmayı önlüyor sanırım. Ev ahalisiyle zaman zaman sorunlar yaşıyorum tabi. Ama yaÅŸlandıkça sürekli mevzi kaybettiÄŸimden, biraz da çuvaldızı kendime batırmayı öÄŸrendiÄŸimden kısa süreli oluyor tartışmalar. Bir bakıma tadı tuzu hayatın. Çocukları kendimden hep ilerde gördüÄŸümden sanırım onlarla bir çatışma da olmuyor. Bir de herkesin bizde kendine özgü bir alanı var, bir bakıma bahçesi… Odası… Dünyası. Yani o dünyanın özerkliÄŸini diÄŸeri tanıyor. Bu da hayır üretmeyen çatışmaları önlüyor sanırım. DediÄŸim gibi bendeniz evcilimdir daha doÄŸrusu evci. Evi, evde olmayı, sürekli evde kalmayı, dışarı çıkmamayı çok severim. Ä°nsan dışa kapanınca dış ona açılıyor. Ä°ç, zaten dışa kapandıkça açılan bir ÅŸey. Dış ve için saÄŸlıklı bir dengede yaÅŸaması verimli oluyor.

Çok yazan ve az konuÅŸanların yakıtı sessizlik midir? Siz mesela, kitaplarınızı yazmaya baÅŸlarken kendinizi mutlaka geriye, kıyıya-köÅŸeye çeker misiniz? Kimi yazarlar tanıyorum, eser üretirken de toplumla hemhâl olabiliyorlar, kalabalıklara karışabiliyorlar zira.

Bendeniz yazarken hem sessizleÅŸen hem de mecbur kalınca kalabalığa karışanlardanım. Aslında kolay yazıyorum yani yazabilmem için çok fazla koÅŸula ihtiyaç duymuyorum. Otobüste, trende, uçakta, kahvede filan yazabilirim ama bir sorunum var, masaüstü bilgisayar olmaksızın yazamıyorum. El yazım berbat. Ä°ster öykü, roman isterse deneme, makale yazayım, yazı bende çaÄŸrışımlarla geliÅŸiyor ve ilerliyor. Kalem, çaÄŸrışımlara yetiÅŸemiyor. Yazım da kötü. Öteden beri daktilo, ÅŸimdi bilgisayarla yazdım, yazıyorum. Tabi kahvede, parkta, trende bu mümkün olmuyor. Dizüstü de kullanamıyorum. Böyle takıntılarım var. Bilgisayar, kahve-sigara yakıt olarak yetiyor. Sessizlik, içte öteden beri var. Bazen kalabalık bazen ıssızlık. Öyküsel metinler yazarken bazen içe kapanma, düÅŸ gücünün daha iÅŸlek çalışmasını saÄŸlar. Bazen de pencereden bakarken görülen bir ÅŸey ya da kalabalık bir caddede yürürken çaÄŸrışanlar, ne bileyim gazete haberleri, sokakta birinden duyulan bir cümle, bir kelime tetikleyici olabilir, öykünün mecrasını deÄŸiÅŸtirebilir. Bende ikisi de sıklıkla olur.

Birçok kitap yazdınız. Bu kitaplar her yaÅŸtan, her kesimden sevgi dolu okurlara kavuÅŸtu. Yani okur kitabına kavuÅŸurken esasında kitap da okuruna kavuÅŸuyor herhalde. Her kitabınıza deÄŸinmek çok güç fakat bendeki yeri büyük olanlarıyla ilgili muhakkak soracağım. Evvela Diyamandi. Hazretin hayat hikayesi mi sizi büyüledi yoksa baÅŸka bir hikayesi var mı kitabın?

Evvela adı yaktı. Elmas. Daha önce de Cam ve Elmas diye bir anlatı yazmıştım. Sonra bir sözü. Müslüman olup yıllar sonra ailesinden ayrılmak zorunda kalınca kızı, “Mevlânâ, onu bizden aldı” demiÅŸ bir öÄŸrencisine. ÖÄŸrencisi kendisine söyleyince, “Kızım bir gün anlayacaktır, Mevlana beni onlardan almadı, beni benden aldı” diyor. Bu söz tabi ardındaki hikâyeyi merak etmemi saÄŸladı. Biraz öÄŸrenince ben de kendisi kadar deÄŸilse de yandım. O sıralar Kayseri’de, Ä°letiÅŸim Fakültesi kısa metrajlı film günleri yapıyordu. Jüri üyesi olarak gitmiÅŸtim. Gün boyu filmleri seyrettik, puanladık, akÅŸam Talas’a yemeÄŸe götürdüler. Arada sigara içmek için dışarı çıkmıştım. Böyle dar, eski bir sokak. Restore edilmiÅŸ konaklar filan. Bir levha gördüm: Yaman Dede Konağı. MeÄŸer onların deÄŸilmiÅŸ, onun hatırasına o adı vermiÅŸler.

“Hani her ÅŸey ayettir,” denir. Gündelik yaÅŸamın rutinleri içinde de bize sürekli iÅŸaretler sunuluyor zannediyorum. Yaman Dede, Yaman Dede… O mu peÅŸime düÅŸtü yoksa bendeniz mi zaten, onun gönlünden çözerek bana attığı baÄŸla baÄŸlanmıştım anlayamadım. HoÅŸ anlamam da gerekmiyordu. Ankara’ya dönünce, ne kadar kaynak varsa edinip okumaÄŸa baÅŸladım. Hikâyenin içine girince nasıl bir ateÅŸin ve gül bahçesinin tam ortasına düÅŸtüÄŸümü fark etmeÄŸe baÅŸladım. “Gönül hun oldu ÅŸevkınden boyandım ya Resulullah, nasıl bilmem bu nirâna dayandım ya Resulullah…” Bu naat-ı ÅŸerifi dışında meÄŸer ne muhteÅŸem ÅŸiirleri varmış. Hele mektupları. Pek çok azınlık lisesinde öÄŸretmenlik yapmış. Saint Michel, Saint Joseph, Saint Benoit, Pangaltı Ermeni Lisesi, Heybeliada Ruhban Okulu, Saint Louis, sonra Ä°mam Hatip’te, Çamlıca Kız Lisesi’nde, Yüksek Ä°slam’da… Tabi öÄŸrencilerini deli gibi seviyor. Onlar da Yaman Dede’ye âşıklar. Nasıl zarif, nazik, beyefendi, içli, samimi, toprak gibi bir adam. Hukuk tahsil etmiÅŸ ama lisedeyken medrese eÄŸitimi de almış, Arapça, Farsça mükemmel. Bir mektubunda, öÄŸrencisine, “Hazret-i Cânân’ın bir beytini, bütün bir cihân edebiyatına deÄŸiÅŸmem evladım” diyor. Çile çıkarmış. Ahmed Remzi Dede’den Mesnevî icazeti almış. Celaleddin Dede’yle Rusuhî ÅŸerhini ikinci defa okumuÅŸ. Louis Masignon, Annarie Schimmel, Arif Nihat Asya, Hakkı Süha Gezgin, Nureddin Topçu, Celaleddin Ökten, Yahya Kemal’le dostlukları olmuÅŸ. 42 sene Müslümanlığını gizli yaÅŸamış. Ailesi dağılmasın, eÅŸi, kızı incinmesin diye gizlemiÅŸ. Allah, kendi aÅŸkıyla rızıklandırmış ve yakmış. Hani bir kudsî rivayet vardır: “Beni arayan, beni bulur. Beni bulan, beni bilir. Beni bilen, beni sever. Beni seven, beni tanır. Beni tanıyan, bana âşık olur. Ben, bana âşık olana âşık olurum. Ben âşık olduÄŸumu öldürürüm. ÖldürdüÄŸümün diyeti bana farz olur. Diyeti ise bizzat benim.” Hikâyenin özeti bu aslında. Ver cânı, bul canânı. Hz. Mısrî’nin dediÄŸi gibi, “Ey rahat-ı cân isteyen, kurban olandır can sana…” Yaman Dede, Rum Ortodoks bir ailenin çocuÄŸu olarak Hakk tarafından seçilmiÅŸ, yakılmış, Hakk’ın Kendine yakınlaÅŸtırdıklarından. Dolayısıyla bedeli de ağır olmuÅŸ. Bizim için en güzel örneklerden. Muazzam bir hikâye. Tabi okudukça periÅŸan oldum. Nihayet notlar aldım, hazırlık bitti. Nasıl yazayım nasıl yazayım derken riskli bir yöntemi kullandım, mektup formunda yazdım romanı. O kadar malzeme var ki, tümünü dışta bırakmak istemiyordum. Kendimi zor zaptettim. Anlatı tabi aynı zamanda bir seçme, ayıklama iÅŸi. Gayret ettim, ne ölçüde oldu bilmiyorum. Yazı, yazanın neresinden çıkarsa okuyanın orasına ulaşıyor. Diyamandi’yle ilgili aldığım okur tepkileri beni çok heyecanlandırıyor. Yazım sürecinde de sonrasında da pek çok güzellik yaÅŸadım. Ama bunlar bendenizde kalsın.

Gelelim çok sevdiÄŸim, fakire çok farklı tesir etmiÅŸ kitabınız Cam ve Elmas’a. Ebu'l Hasan Harakânî Hazretleri’yle ne zaman tanıştınız? Bunu çok içten soruyorum, zira tasavvuf tarihine dair yazılan popüler kitaplarda dahi hazretin ismine rastlamak güç. Sanki özellikle sırlamış, sırlanmış. Sizin muhabbetinizin -eÄŸer çok hususi deÄŸilse- kaynağı nedir?

Cam ve Elmas, zannediyorum kitaplarım arasında yazım hikâyesi, neredeyse kendisinden daha ilginç olanı. Aslında Cam ve Elmas’ı sonradan yeniden yazayım, yazım öyküsünü de ana hikâyeye katayım diye çok düÅŸündüm, olmadı… Belki ileride uzunca bir hikâye olarak yazarım.

TRT’de çalıştığım günlerdi. Doksanlı yılların ikinci yarısı. Malatya’lı bir dostum, yapımcı-yönetmen Nuri Işık aradı. Sanırım aylık periyotta bir tür yol hikayesi çekiyordu. Senâi Demirci dostumuzun sunduÄŸu, bir konuk eÅŸliÄŸinde, bir ÅŸehirde mekânları dolaÅŸarak yapılan bir söyleÅŸi programı. Kıştı. Kars’a gideceklerini söyledi, konuk olarak çağırdı. Nuri’ye hayır demem mümkün deÄŸil, Senâi’ye de. Tamam dedim. Hani derler ya kader aÄŸlarını örüyordu. Neyse Kars’a gittik. Bir iki üç gün, Kars’ın çeÅŸitli yerlerinde çekimler yaptık. Rus, Ermeni, Türk konakları, Kale vs. Harakanî adını daha önce duymuÅŸtum. Bazı tabakat kitaplarından birkaç satır okumuÅŸluÄŸum vardı. Esasen o günlerde bir kitap yazmayı düÅŸünüyordum. Bir öykü kitabı. Ä°çinde otuzüç hikaye olacaktı. Adı, Otüzüç Hikâye olacaktı. Zünnun-ı Mısrî, Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i BaÄŸdadi, Maruf-ı Kerhî, Harakanî, Yesevî, Niyazî-i Mısrî, Mevlana, Muhyiddin Arabi gibi âriflerin menkıbelerinden oluÅŸacaktı. Harakanî adını duyunca kalbim yanıyordu.

Nuri’ye, “Harakanî Türbesi’nde çekim yapmayacağız mı?” diye sordum, “DüÅŸünüyoruz abi” dedi.

Ertesi gün, sabah, “Bugün gidelim” diye konuÅŸtuk, gün boyu yine Kars’ın farklı mekânlarında çalıştık. YorulmuÅŸtuk. Nuri haklı olarak, gün batımında da birkaç plan çekelim, gidip otelde dinlenelim, demiÅŸti. Her nasılsa kendimizi, ikindi sonra Evliyâ Camii’nde bulduk. Türbe hemen bitiÅŸiÄŸinde zaten.

Camiin imamı ve türbedarı, Harakanî Vakfı’nın kurucusu Yavuz Selim Uzgur Hoca içerdeymiÅŸ. Ekipten kimse O’nu tanımıyor, daha önce hiç duymamış. Bizim Kars’ta çekim yaptığımızı da Yavuz Hoca bilmiyor, daha doÄŸrusu O’nunla hiç temas etmemiÅŸtik. Zaten kimseye haber de vermemiÅŸtik. Hele o gün ikindi sonrası câmiye gideceÄŸimizden bizim dahi haberimiz yoktu. Ä°çeri girdik. Az ilerde, birkaç genç ile yanlarında imam efendi, yani Yavuz hocamız. Böyle karşıdan ışık vuruyor, hocamız ışığa göre kontur kalıyor, hayal meyal seçebiliyoruz. Bizi fark edince, eliyle selam verdi. Gençlere bir ÅŸeyler söyledi, uÄŸurladı, yanımıza geldi. Gülümsüyor. “HoÅŸgeldiniz, buyurun” dedi, imam odasını gösterdi. Kapı yarı açık. Ä°çeri girdik. Girdik ki, -ekip beÅŸ kiÅŸi- altı yer minderi, semaverde çay yeni demlenmiÅŸ. Her minderin önünde bir pasta tabağı, üzerinde iki dilim baklava, yanında çay bardağı… Birbirimize baktık, bir ÅŸey anlayamadık. Yavuz Hoca, “Dün Hazret, mânâda, yarın ikindi sonrası beÅŸ misafirimiz gelecek, onları ağırlayın buyurdu” dedi. Der demez tabi bizim duygu dünyamız birden deÄŸiÅŸti. Herkes birbirine baktı, sessizlik oldu.

Neyse oturduk. Böyle kısık sesle konuÅŸan daha doÄŸrusu denileni yapan ama pek konuÅŸmayan bir delikanlı geldi, çayları doldurdu, kapı eÅŸiÄŸine çöktü. AkÅŸam ezanına deÄŸin kaldık. Böyle yarı aç yarı tok duygularla, sarhoÅŸ bir hâlde, namazdan sonra ayrıldık. Ayrılırken daha doÄŸrusu ayrılmak üzere hareketlenirken, kalbimdeki ateÅŸ iyice alevlenmiÅŸti, kafasesim, “Acaba yazabilecek miyim, Hazret’in dünyasından hatıralar, ışıklar, gölgeler düÅŸürebilecek miyim?” deyip duruyor. Kapıdan en son bendeniz çıktım. Yavuz Hocam’ın elini öpmeÄŸe çalıştım, öptürmedi, sarıldık, kulağıma, “Merak etme sultanım, yazacaksın; yazacaksın” dedi. Otele döndük. O gece rüyalar gördüm. Epeydir uzaklaÅŸtığımı sandığım kimi heyecanların içimde canlandığımı hissettim. Ertesi ve sonrası gün sürekli türbede, camide ve kültür merkezinde çalıştık. Ayrılırken Hocam, bendenize bir çanta verdi. “Ä°htiyacın olan her ÅŸey burada” dedi. Uçakta baktım, Harakanî Hazretleri’nin ÅŸemaili dahil, hakkında yapılan doktora tezi, menkıbeleri, Ä°brahim Alanka’nın kitabı, AyaÅŸî Hazretleri’nin risalesi, ÅŸiirleri, hatıraları, hâsılı her ÅŸey var.” Ankara’ya döndüm. Birkaç gün sonra TRT’den izin alıp Almanya’ya eÅŸimin ve çocuklarım yanına gittim. Kuzeyde Rendsburg diye küçük bir ÅŸehir. Bir ay boyunca okudum. Döndüm. Birkaç gün sonra, sürekli zihnimde dolaÅŸtırdığım, geliÅŸtirdiÄŸim kurguladığım üzere yazmaya baÅŸladım. Böyle saÄŸanak gibi. Öyle akıcı bir yazım oldu ki… Parmaklarım tuÅŸlara yetiÅŸemiyor. Üstelik çok seri yazarım bendeniz. Altıncı günün akÅŸamı. Son bölümü yazacağım. Harakanî Hazretleri’nin ÅŸehadeti. Ona baÄŸlı bir bölüm, hikâyenin baÅŸkiÅŸisi kameraman, Kars’tan ayrılırken uçakta kafasesi… Fakat pek bilgi bulamıyorum. Yılmaz Öztuna’nın tarihinde bir paragraf var, ÇaÄŸrı Bey’in DoÄŸu seferinde, 30 bin kiÅŸilik bir orduyla yaptığı seferde ÅŸehid oluyor o kadar. Çaresiz, kıvranırken kahve yaptım, sigara yaktım. Kara kara düÅŸünüyorum. Telefon çaldı. Sadece numara. Açtım. “Sultan ÅŸöyle olmuÅŸ” diye baÅŸladı. Hocam. Yaklâşık yirmi dakika anlattı. “Hadi kolay gelsin” deyip kapattı. Hemen yazdım. Bitti. Cam ve Elmas’ın yazım ve yayım sürecinde hatta sonrasında çok ilginç ÅŸeyler yaÅŸadım. Tabi anlatamadıklarım çok. Ama benim kitaplarım içinde zannediyorum ortaya çıkışı bakımından en enteresan kitap bu oldu, diyebilirim.

Cam ve Elmas’ın üretim sürecinde ya da daha öncesinde Kars’a seyahat ettiÄŸinizi düÅŸünerek sizce Kars, nasıl bir manevi iklime sahip, ÅŸehir ve insanı hakkında neler düÅŸünüyorsunuz? Aziz ve muhterem büyüÄŸüm Yavuz Selim Uzgur ile bir hatıranızı paylaÅŸmanız mümkün mü?

Kars’ı tabi Yavuz Hocam’la birlikte tanıdım. Daha önce, Cam ve Elmas’ın doÄŸuÅŸuna vesile olan seyahatten önce belki yedi-sekiz defa gitmiÅŸtim. Bizim âşık ÅŸiir geleneÄŸine iliÅŸkin bir belgesel çekiyorduk. Bu yüzden belli aralıklarla gidiyorduk. Çıldır’da, Selim’de, Arpaçay’da, Göle’de, IÄŸdır’da çekimler yaptık. Bu seyahatlerde Kars’ın manevî çekim kutbu olan Ebul Hasan Harakanî’den pek haberdar deÄŸildik. Ama gerek Erzurum gerekse Kars’ta, hissettiÄŸim ama bir türlü açıklayamadığım manevî bakımdan çekici bir ÅŸey vardı. Ä°nsanlar olaÄŸanüstü güzeldi, güzel gönüllüydü. TaÅŸa topraÄŸa sinmiÅŸ bir ermiÅŸlik vardı. Bir olgunluk, bir güzellik… Tabi gerek uzak gerekse yakın tarihi bakımından da Kars çok zengindir. Geçen yüzyılda çok acılar da yaÅŸamış bir ÅŸehir. Yerel yönetimler yeterince Kars’ın kıymetini bilememiÅŸler. Kışı çetin, iki ay, insanların ancak ısınabildiÄŸi alabildiÄŸine soÄŸuk bir iklim. Çok fazla göç veriyor. Ä°stanbul’un bir ilçesinde iki Kars nüfusu yaşıyor örneÄŸin. Ä°nsanlar, hele köylerden yıllardır kaçmış. Köyler boÅŸalmış. Kars merkezi, yarı harabe gibiydi. Bakımsız. Konaklar, o güzelim Rus, Ermeni ve Müslüman konaklarının çoÄŸu kendi hâline terk edilmiÅŸ. Yollar delik deÅŸik. Geçim güç. Bütün bu yönleriyle Kars, beni fena hâlde yaralıyordu, hırpalıyordu. Ama dediÄŸim gibi sıcak, samimi, gönülden bir ÅŸey vardı. Bunu, söz ettiÄŸim program çekimleri için gittiÄŸimde fark edecektim. Yavuz hocamı tanıyınca. Hoca, Dağıstan’dan buraya gelmiÅŸ soylu bir aileden. Reyhan kokuyordu. Sırlı bir insandı. Kendini kolay ele vermiyordu. Toprak gibiydi, mütevazıydı. Bilgeydi. Zaman zaman sohbet ettiÄŸinde ne denli derinleÅŸtiÄŸini görüyordum. Kars’ı ve Türkiye’yi çok sevdiÄŸini gördüm. Kars’a, Harakanî’ye, Ä°slâm irfanına adanmış yorucu, çileli bir ömür. Tabi bu seyahatte yaÅŸadıklarım beni çok etkilemiÅŸti. Cam ve Elmas’ı yazdıktan sonra Kars ilgimiz daha da arttı. Yavuz Hocam’ın himmetiyle çok çok güzel ÅŸeyler oldu. Sempozyumlar, paneller, konferanslar, tv yayınları, yeni kitaplar… Arif insanlar Kars’a gelmeÄŸe baÅŸladı. Yurt içinden, dışından sürekli Harakanî’ye bir akın oldu. Havalimanına Hazret’in adı verildi. Üniversite’de bir AraÅŸtırma Merkezi açıldı. Hâsılı bend yıkıldı…

DiÄŸer anılar bende kalsın dilersen. Yavuz Hocam’ın bende çok güzel, çok aziz emanetleri var.

Ocak 2020’de neÅŸredilen Allah’ın Adamları kitabınıza dair bir yazı yazmıştım. Gerçekten hem ismiyle hem de cismiyle çok kıskandığım bir kitap. Çünkü böyle bir hayalim vardı. Sonra “Senin daha yaşın kaç, çilen ne ki kıskanıyorsun, bak Sadık Hoca yazmış iÅŸte” diyerek zevkle okumuÅŸtum. Sizin “Nerede bir Allah adamı duysa oraya koÅŸanlardan” olduÄŸunuzu düÅŸünüyorum. Kitabın çıkış hikâyesi var mıdır?

Aman aziz dostum, akıl yaşta değil, baştadır.

Allah’ın Adamları, aslında bir üçlemenin ikinci kitabı. Birincisi, Deli Tomarı. Üçlemeler genellikle romanda olur, bendeniz öyküde bunu yaÅŸadım. Birkaç yıl önce Dr. Timuçin ÇevikoÄŸlu dostumuzla muhabbet ederken geliÅŸti kitap fikri. O’ndan pek çok güzel hikâye dinledim. Lutfedip paylaşıyordu. O, Adana’lı. Güneyin iklimi, insanları, ÅŸehirleri, delileri, velileri bir baÅŸka oluyor. Yazın birkaç ayını Namrun Yaylası’nda geçiriyor. Oradan bendenize sürekli öyküler gönderdi. Bu arada, çocukluÄŸumda Malatya’da tanıdığım pek çok güzel vardı. Deliler, meczuplar, mecluplar… Dinlediklerim, okuduklarım ve bizzat tanıdıklarımdan, Timuçin Bey’in anlattıklarından Deli Tomarı oluÅŸtu. Onu, üç yaz önce Silifke’de yazdım. Ä°ki buçuk ayı orada geçirdim. Yeni dostlarım oldu, çok güzelliklerle karşılaÅŸtım. Gündüz denizde geçiyordu, akÅŸam yazıyordum. Telefonda soran dostlara, “Yüzüyor ve yazıyorum” diyordum. Deli Tomarı, içindeki uzun hikâyeyi istisna tutarsak andığım meczupların öykülerinden oluÅŸuyordu. Deli Tomarı’ndan sonra, yine Silifke’de geçirdiÄŸim yaz boyu Allah’ın Adamları’nı yazdım. “Adanalı’yık, Allahın adamıyık” sözü, kitaba adını verdi. Bu sözün de Çanakkale’ye uzanan bir hikayesi olduÄŸunu öÄŸrendim. Çanakkale’de, Adanalılar’ın yoÄŸun olduÄŸu bir birlik, Anzaklar’a kan kustururmuÅŸ. Kendi aralarında, “God’s Men” diyorlar bu gizemli savaÅŸçılara. Onlar da duyuyor, memleketlerine döndüklerinde, bizi, gavurlar, “Allah’ın adamı” diye anarmış, diyorlar. Bu, meczupların da gayb ricâlinin de sıfatı aslında. Hepimiz O’nun ayaliyiz ama Kendisine yakınlaÅŸtırdıkları “adamları” malum. Deli Tomarı’nın devamı gibiydi Allah’ın Adamları. Ä°lginçtir, yazım sürecinde tanıdığım, rüyasını gördüÄŸüm, dinlediÄŸim meczuplar da oldu, onları da ekledim. Åžimdi üçüncüsünü yazıyorum. Bu yaz, salgın dolayısıyla Silifke’ye gidemedim ama Ankara’da, Ä°ncek’teki evime kapanmış bir hâlde meczupları konu edinen üçlemenin son kitabını kuruyorum.

Haluk Nurbaki, Münir Derman, Abdurrahim Reyhanî Hazretleri içinden tanışıp görüÅŸtükleriniz oldu mu? Her birini anlatmak güçtür belki ama hepsini anlatsanız neler söylemek istersiniz?

Nurbaki üstadın huzurunda bulunmuÅŸtum. Önce kitaplarını okudum. Tanıyınca kitaplarından yansıyan nurun kaynağını bizzat gördüm. Ârif bir insandı. Ä°hlaslı, mütevazı, feyizli, ışıklı bir insan… Böyle ciÄŸerinden gelen bir sesle, tane tane ilimle, irfanla anlatıyordu. Sözleri o kadar tesirliydi ki insanın kalbine nüfuz ediyordu.

Münir Derman üstada yetiÅŸemedim. Adını ilk duyduÄŸum andan itibaren gönlümde O’na karşı bir aşırı muhabbet ve hürmet duydum. Sonra elime “Su” ile ilgili o muhteÅŸem kitabı geçti. Su gibi aziz bir kitap. Su gibi akıyordu. su içer gibi okudum. Sonra bir dostum, sohbetlerinin ses kayıtlarını verdi. Onları geceler boyu dinledim. Aradaki teknik aygıtları yok eden, sanki huzurundaymışcasına heybetle, muhabbetle, edeple dinledim. Birkaç hikâyemde, romanımda Münir Derman üstadımız geçer. O’ndan bazı kokular, tatlar serpiÅŸtirmeye çalıştım.

Reyhanî efendimizin huzurunda olamadık. Ama O’na ermiÅŸlere erdik, onları çok sevdik. O, gerçekten de ulu bir sultan. Harakanî Hazretleri’nin derviÅŸ tanımının kendisine en çok yakıştığı bir eren.

Kenân Rıfaî Hazretleri’ne, "Siz neden Yezid'e küfretmiyorsunuz?" diye sordukları zaman "Ben içimdeki Yezid'le meÅŸgulüm" cevabını verirmiÅŸ. Bugünün dünyasında hepimizin zaman zaman da olsa “TaÅŸlatan Hüseyin” olmamız gerekmiyor mu?

Hem de nasıl. Aslında istesek de istemesek de mutlaka bir ÅŸekilde melamet vadisinden geçiyoruz. Melamete uÄŸramayanın cemalden nasibi olmazmış. Daha doÄŸrusu, “Cemale mutlaka celalden geçilir,” denir. Hz. Mısrî, “Ä°çin dışa zuhuratı, dışın içe hayalatı, birinden ol birine, tuhfeler her bar olur peydâ” diyor. Ä°çte yaÅŸanan aslında dışa yansıyor, dış, içten yansıyanlara mazhar oluyor. Ä°ç-dış iliÅŸkisini keÅŸfetmemiÅŸ kiÅŸinin iÅŸi zor. Kuran’da, “En yakınınızdaki kâfirden baÅŸlamak üzere harb edin” buyruluyor. KiÅŸinin en yakınındaki kâfir, nefs-i emmâresidir. Kâfir, “perdelenmiÅŸ” demektir. Hakikatten perdeli olan hayvanî benlik. Onunla savaÅŸa mücahade deniyor malum, cihad ise dış düÅŸmanla yapılana… “Mücahade çekersen müÅŸahade edersin,” buyuruyor Hz. Yunus. Kenan Rıfâî efendimiz, “Evladım, ben içimdeki Yezid’le meÅŸgulüm” diyor bu yüzden. Biz, dıştaki bir problemi, ancak içte çözebiliyoruz. Bunu keÅŸfetmemiz lazım. TaÅŸlatan Hüseyin de çocuklar kendisini taÅŸlayınca dönüp dolaşıyor, tekrar geliyor taÅŸlamaları için… Soranlara, “Bu, Tâif sünnetidir,” diyor. Nefsin taÅŸlanması, en büyük lütuf.

Cüneyd-i BaÄŸdâdî bir yaz günü derviÅŸleriyle yürürken bir buz satıcısının hüseynî avazını duyar. "Ey insanlar! Sermayesi erimekte olan ÅŸu fakire merhamet edin!" demektedir satıcı. Cüneyd-i BaÄŸdâdî bayılır, uyandığında derviÅŸlerin meraklı bakışlarını giderir: "Bizi, bize anlattı.” Çocuklar ve meczuplar çoÄŸu zaman bize bizi anlatmıyorlar mı aslında?

Çocukların, delilerin, meczupların, filozofların ve velilerin ruhları kardeÅŸ sanırım. Onların sözlerinin, egemen sistemin nosyonlarına aykırı olması, hakikatin hatırını yüksek tutmalarından. Hakkın hatrı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez. Oysa delinin söylemi gayr-i meÅŸru deÄŸildir. O’nu egemenler söylüyor. Çünkü iÅŸlerine gelmiyor. Onlar dolaysız ve garazsız biçimde konuÅŸuyor ve davranıyorlar. Çocuklar da öyle. Ayrıca çocuklar sorunun, insanın meÅŸruluÄŸunun simgesi olduÄŸunu biliyor. Deliler de öyle, veliler de. Meczupların çoÄŸu, deliliÄŸi bir örtü gibi kullanıyor. Kendini sırlamak için ne yapacak? Ya deli görünecek veya ayyaÅŸ…

Åžimdiye dek tanıdığınız, sohbet meclisinde bulunduÄŸunuz yahut mektuplaÅŸtığınız, telefonlaÅŸtığınız azizlerle ilgili bir hatırat yazmayı düÅŸünüyor musunuz? Misal, Sadettin Ökten’in “Hayatımdan Portreler” kitabını bu hususta çok anlamlı buluyorum. Böyle bir düÅŸünceniz var mı?

Evet çok güzel insanlar tanıdım, huzurunda bulundum, sohbetlerini dinledim, dinliyorum. ÖÄŸrencilik yıllarımda çok güzel hocalardan nasiplendim. Rahmetli Âmil ÇelebioÄŸlu Hocam’dan Mesnevî’nin 18 beytini okudum, Su Kasidesi ÅŸerhini dinledim, Divân Edebiyâtı derslerini unutamam. Keza Åžükrü Elçin, Ahmet Bican, Talat Tekin, Sadık Kemal Tural, daha pek çok hocamızdan dersler aldım. TYB’nin kurucu genel baÅŸkanı D. Mehmed DoÄŸan abimden seksenli yılların ilk yarısında istifade ettim. O süreçte Ankara’da çok kıymetli aydınlar, yazarlar, bilim insanları konuÅŸurdu. Onların söyleÅŸilerini kaçırmazdım. Ä°stanbul’daki Türkoloji kongrelerinin müdavimiydim. Mehmet Kaplan, Akün, Bilgegil, TimurtaÅŸ, Ergin gibi çok kıymetli hocaların sohbetlerinden feyizlendim. Burada adını anamayacağım pek çok irfan ve aÅŸk ehli zâtların sohbetlerine katıldım. Hayli güzel tanıdım. Onları zaman zaman yazmayı düÅŸünüyorum. Ama Sadeddin Hocam’ın anlatımı yanında benimkisi çok çok sönük kalır. Rahmetli Ahmed Yüksel Özemre’nin Üsküdar Üçlemesi yanında hele… Belki biraz daha yaÅŸ kemâle ererse bir anı kitabı yazabilirim. Ä°nÅŸallah nasib olur.

Ä°nananlar için ömür yolundaki en zorlu virajlarda hep “vehim” yazdığını söylerler. DiÄŸer yandan ise tasavvuf mekteplerinde mürÅŸid-i kamillerin talip olanlardan vehmi kaldırmakla yükümlü olduklarını da yazarlar. Hani “Kaldır postu aradan, çıksın ortaya Yaradan” denir ya bizim gördüÄŸümüz, gördüÄŸümüzü sandığımız birçok ÅŸey posttan ibaret mi? Vehim esasında görüneni sadece olduÄŸu gibi gösteren, bize perde olan bir zorluk deÄŸil mi?

Vehim de o büyük hikâyenin içinde aslında. Vehimle ortaya çıkan veya çıkamayan da o meta hikâyenin bir parçası. Hz. Yunus, “AÅŸktan söyler bu dilim” veya “Hak’tan söyler bu dilim” diyor. Yine, “Yunus deÄŸil bunu diyen, kendüliÄŸidir söyleyen” diyor. KiÅŸisel algının geniÅŸleyip bütünü idrak edebilecek kıvama gelmesi hâli… Yunus’un dilinden konuÅŸan Hak’tır. “Kulum öyle bir hale gelir ki onun söyleyen dili olurum…” KiÅŸisel algının hakikati kavrama imkanları bakımından kemâle ermesi, en güzeli. O zaman sana görelik, bana görelik kalmıyor. Ama, insanın her hâli, evrensel insanlığın içine dahildir. KiÅŸisel algıyla da ortaya çıkan ÅŸey, küllî aklın bir cüzüdür.

Bir önceki soru beni Kars’a götürdü. YaÅŸadığım ve el’an yaÅŸamakta olduÄŸum anksiyete sebebiyle sık sık başımın aÄŸrıdığından, deprem gibi hadiselerin de bunu tetiklediÄŸinden bahsetmiÅŸtim muhterem büyüÄŸüme. “Kaç deprem yaÅŸadın ki?” diye sormuÅŸtu. Ben de saymaya baÅŸlamıştım; Gölcük, Düzce… Sonra o da saymaya baÅŸlamıştı: “Nur-u Muhammedî, ‘Ve nefeha fîhi min rûhihî’, toprak, su, rahim, dünya… Gözlerim baÅŸka diyarlara göç etmiÅŸ olacak ki “Sen Ä°stanbul’a dönünce bu konuda bir yazı yaz” demiÅŸti. Velilerin hayatlarını okumak bile içimizi açarken bu manevi depremlerin farkına varmak ve onlara maÄŸlup olmamak için neler yapmalıyız?

Kendi menkıbemizi, özendiÄŸimiz, hayranı veya âşığı olduÄŸumuz o ulu sultanlarınkine benzer hâle getirmek… Bunun için neler yapılmaz ki! Ama kiÅŸisel gayretle bir yere kadar. Hani, “Kader gayrete âşıktır” denir. Bu öylesine hassas bir dengeyle gerçekleÅŸiyor ki… Aramakla bulunmuyor, bulmak içinse mutlaka aramak gerekiyor. Her an, yeni bir ÅŸe’ndedir… Biz, hakikatin bir görüntüsünü pozladığımızı sandığımız anda hakikat baÅŸka bir hâle bürünmüÅŸ oluyor. Kendi depremlerimizin farkına kiÅŸisel çaba ile varmamız çok güç. Gayretin himmetle taçlanması gerekiyor. Himmet için de çok gayret etmek gerekiyor. Bu birbirini karşılıklı besleyen bir süreç.

Deli Tomarı kitabınızda bir cümle var. “Bilgi acı veriyordu ama asıl ızdırap, insanın bildiÄŸini gerçekleÅŸtirebilecek gücü olmayınca baÅŸlıyordu” diye. Bugün düÅŸününce ÅŸöyle bir anlam veriyorum bu cümleye: Ä°nsan, inandığını yaÅŸamadığında o inandığı o insana yük oluyor. Bu durumda dinini güzel güzel yaÅŸayamayan bir insan sık sık depresyona girebiliyor, yorulabiliyor. Siz bu konuda neler düÅŸünüyorsunuz?

Çok doÄŸru. ÖÄŸrendiÄŸini tatmadan, yaÅŸamadan yeni bir ÅŸey öÄŸrenmek istememek. “Kelimeler, eylemlerdir” diyor düÅŸünür. Ä°nsan inandığını yaÅŸayınca bilmedikleri ona öÄŸretiliyor. Aksi ise insana sürekli ağırlık veriyor. Yüklendikçe yükleniyor. Giderek yaÅŸamı çekilmez kılıyor. Ä°nandığını yaÅŸayamayan için bilgi kuru bir emekten, bir yükten ve acı duymaktan baÅŸka nedir ki…

Röportaj: Yağız Gönüler / Kaynak: Dünya Bizim Kültür Portali

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.