Kürsü
Murat Bardakçı: Dümbüllü’nün kavuğu
Ortaoyunun ve meddah geleneğinin son temsilcisi olan büyük sanatkâr İsmail Dümbüllü’nün kavuğu yine el değiştirdi. Kel Hasan’a ait olduğu söylenen, Kel Hasan’dan Dümbüllü’ye, Dümbüllü’den de Münir Özkul’a geçen, Özkul’dan Ferhan Şensoy’a giden ve Şensoy’un Rasim Öztekin’e verdiği kavuk, şimdi Şevket Çoruh’un başında!
Geleneksel sanatlarımızda “icazet” denen bir âdet vardı: Talebesinin belli bir aÅŸamaya geldiÄŸine ve kâfi malûmat sahibi olduÄŸuna kanaat getiren üstad, o gence diplomayı andıran yazılı bir belge verirdi. Buna “icazet” denirdi ve veriliÅŸi sırasında özel bir merasim yapılırdı.
Ä°cazet geleneÄŸi hattatlar arasında hâlâ devam etmektedir ve Türk Hattı’nda kalitenin diÄŸer geleneksel sanatların aksine henüz pek bozulmamamış olması da, icazet sayesindedir.
Henüz icazet almamış bir hattatın eserlerine imza koymaması gerekir. Fakat asırlardan buyana riayet edilen bu kural bazı kiÅŸiler tarafından artık ciddiye alınmıyor, hattat olduklarını zanneden amatör grafikerler çiziktirdikleri herÅŸeyi “Dün mektebe varmış, bugün üstâd olayım der” misâli, sereserpe imzalıyorlar!
UYKUDA GELÄ°VEREN Ä°CAZET…
Ä°cazet, sadece sanatla alâkalı deÄŸildi, tarikatlerde de mevcuttu…
Tarikatin önde gelenleri yahut icazet sahibi ÅŸeyh efendi müridin belli bir makama ulaÅŸtığını düÅŸündüÄŸü takdirde ona da aynı ÅŸekilde yazılı bir icazet verir, mürid icazetin konusuna göre ne gerekiyorsa onu yerine getirirdi. Meselâ tarikate mahsus önemli metinleri öÄŸretmesine izin verildi ise talebeye o metinleri belletir veya aldığı icazetle “hilâfet” gibi, yani daha ileri derecede bir yetki sahibi olmuÅŸsa, iÅŸ ÅŸeyhliÄŸe kadar giderdi…
Ama, hem sanatta olduÄŸu gibi tarikatlerde de icazetin belli kuralları vardı ve ilk kural, icazetin sadece icazet sahibi olanlar tarafından verilebilmesi idi. Tarikat icazetlerine bu sebeple “Ben nasıl falanca efendiden, o efendi filâncadan, o da bilmemkimden icazet almış ise, ben de iÅŸte bu zâtâ icazet veriyor ve gelecekle onun da lâyık olanlara vermesini kabul ediyorum” meâlinde ifadeler yazılırdı.
GeçmiÅŸ asırların bu kadar sıkı kaideler çerçevesinde verilen tarikat icazetleri ve hilâfetleri artık tarihe mâlolmuÅŸtur ve bugün “ÅŸeyh” postunda oturan birçok zâtın yazılı icazeti yoktur! Üstelik hayatta olmayan bazı ÅŸeyhlere izafeten “Hilâfeti efendi hazretlerinden mânâda, yani ruyada aldıklarını” söyleyenler, “Vefatından önceki son telefon görüÅŸmemizde ÅŸifahen ihsan buyurdular, hemen sonra da vefat ettiler” diyenler veya “Fakirhaneye çorba içmeye geldikleri gün mubarek hırkalarını burada unutmuÅŸlardı; aslında unutmamış, icazet verdiklerini göstermek için kasten bırakmışlardı” iddiasında bulunanlar bile mevcuttur!
TULÛAT, HAZIRCEVAPLIKTIR!
Orta oyunu, tulûat, lûbiyat vesaire gibi eski sahne sanatlarında icazetin mevcut olduÄŸuna dair ÅŸimdiye kadar birÅŸey iÅŸitmedim ve kavuÄŸun üstaddan talebeye devri diye bir uygulamayı da duymadım…
Buna raÄŸmen, “kavuk” olduÄŸu söylenen bir objenin icazet misali böyle nesilden nesile geçmesi, sanatın diÄŸer sahalarına mahsus bir geleneÄŸin sahne sanatlarında da yer bulmaya baÅŸlamış olması sebebiyle güzel bir harekettir.
Ama, bazı hususlara riayeti elden bırakmadan:
Rasim Öztekin’in kavuÄŸu Åževket Çoruh’a devretmesi münasebeti ile geçenlerde Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde yapılan merasimi TV’den, internetten, vesaireden bilmem seyrettiniz mi?
Åževket Çoruh kavuÄŸu devralırken tabii ki duygulandı, galiba gözleri de yaÅŸardı, sonra teÅŸekkür konuÅŸması yaptı ama temeli “hazırcevaplık” olan tulûata hiç yakışmayan bir iÅŸ etti ve konuÅŸmasını “irticalen”, yani “doÄŸaçlama” deÄŸil; önceden hazırladığı notların yazılı olduÄŸu kâğıda bakarak okudu!
Bu hareket tulûatın da, lûbiyatın da, ortaoyununun da mânâsına terstir ve herhalde geçmiÅŸteki bütün tulûatçıların ruhlarını muazzep etmiÅŸtir!
PARA VERMEDÄ°K, ADINA PARA BASTIK!
Åžimdi, bu “kavuk” bahsinin nasıl ortaya çıktığını hatırlatayım:
Macera, büyük sanatkâr Ä°smail Dümbüllü’nün 1968’de bir baÅŸka önemli sanatkâra, o günlerde Arena Tiyatrosu’nda oynanan “Kanlı Nigâr” piyesinde “Ä°biÅŸ”i canlandıran Münir Özkul’a bir akÅŸam malûm kavuÄŸu devretmesi ile baÅŸladı…
Hemen ardından da söylentiler aldı başını, yürüdü: Gazetelere ve zamanın tiyatro yayınlarına yansıyan söylentilerde bu iÅŸin aslında reklâm faaliyeti olduÄŸu ve bir oyun yazarı tarafından organize edildiÄŸi iddia edildi.
Tartışmalar zamanla unutuldu ve Ä°smail Dümbüllü, kavuk henüz Münir Özkul’da bulunduÄŸu sırada, 5 Kasım 1973’te vefat etti!
Altmış küsur senelik sahne hayatında sadece günlük maiÅŸetini kazanmaya uÄŸraÅŸan bu büyük sanatkâr emeklilik hakkına sahip olamadığı için vefatından bir-bir buçuk ay öncesine kadar hiç durmadan çalışmak zorunda kalmıştı. Bir ara Dümbüllü’ye aylık baÄŸlanabilmesi maksadıyla Meclis’e bir kanun teklifi verilmiÅŸ ama teklif reddedilmiÅŸ, tulûatın son üstadına Yapı ve Kredi Bankası’nın kurucusu ve o zamanki sahibi Kâzım TaÅŸkent sahip çıkmış, bankasında “Kültür ve Sanat MüÅŸavirliÄŸi” diye bir kadro tesis etmiÅŸ ve Dümbüllü’yü bu kadroya alarak eline birkaç kuruÅŸ geçmesini saÄŸlamıştı!
Ama, devletin hakkını yememem lâzım: Ä°smail Dümbüllü’nün son senelerini daha az sıkıntı çekerek geçirmesi için yapılan teklif Meclis’te reddedilmiÅŸti fakat sanatkârın vefatının ardından Darphane adına “hatıra parası” bastı!
Tuhaf tesadüf yahut kara, kapkara bir mizahtır: Dümbüllü’nün cenazesi 6 Kasım 1973’te ÅžiÅŸli Camii’nde kılınan öÄŸle namazından sonra defnedilmek üzere ismi o senelerde “BoÄŸaziçi Köprüsü” olan birinci köprüden geçirilerek Karacaahmet Mezarlığı’na götürüldü… Köprü henüz birkaç gün önce hizmete açılmıştı ve üzerinden geçen ilk cenaze, memleketi altmış küsur sene boyunca katılırcasına güldüren Dümbüllü’nün naaşı oldu!
PEKÄ° AMA BU KAVUK HANGÄ° KAVUK?
“Kavuk” meselesi, Dümbüllü’nün cenazesinin de gündemindeydi…
Dümbüllü, zamanın gazetelerinde yazılanlara göre “kavuÄŸunun ve sahnede elli sene boyunca giydiÄŸi ceketin tabutunun üzerine konmasını” vasiyet etmiÅŸti…
Vasiyeti yerine getirildi, kavuk musallada tabutun başına, ceket de ayak tarafına yerleÅŸtirildi ve cenaze ÅžiÅŸli Camii’nden böyle kaldırıldı…
Yayınladığım cenaze fotoÄŸrafında Dümbüllü’nün kavuÄŸunu ve ceketini rahatça görebilirsiniz...
Bu fotoÄŸraf hatırlara bazı sorular getirebilir: “Ortada kaç adet kavuk vardır?”, “Birkaç senede bir sahip deÄŸiÅŸtiren külâh misali baÅŸlık hakikaten Kel Hasan’dan Dümbüllü’ye intikal eden kavuk mudur?” veya “Yoksa, asıl kavuk tabutun üzerine konmuÅŸ olan mıdır?” gibi sorular…
Dolayısı ile, ortada kimin külâhının nereye ve hangi kavuÄŸun kime gittiÄŸine dair bir muamma mevcuttur ama tekrar söyleyeyim: KavuÄŸun senelerdir devam eden devriâlemi, oyunculukta ortaoyununu temel alan üslûba ÅŸimdilik zayıf da olsa bir gelenek teÅŸkil etmesi bakımından hoÅŸ bir iÅŸtir.
Ama, böyle bir heves ile çaba bazı kurallara riayeti ve kavuÄŸun eÅŸe-dosta ikramını deÄŸil, Kel Hasan’ın yahut Ä°smail Dümbüllü’nün yolunu takip edenlere, yani tulûat erbabına gitmesini gerektirir!
Ä°nce bir zekâ ve imbikten geçmiÅŸ nükte kabiliyeti gerektiren “ortaoyunu”, “tulûat” ve “lûbiyat”; zamanımızda artık “stand-up gösterisi”dir; hattâ bu gösterilerde arada bir sarfedilen müstehcen ifadeler de eski devirlerin erkek meclislerine mahsus “dalyan muhaveresi”ni andırır.
Neticede, “Kel Hasan’ın kavuÄŸu” olduÄŸuna inanılan serpuÅŸ doÄŸaçlama bir teÅŸekkür konuÅŸması yapmaktan çekinen dizi oyuncularına deÄŸil zamanımızın gerçek tulûatçılarına gitmelidir ve bu iÅŸin baÅŸta gelen erbabı da tulûat ve benzeri sanatların, yani “stand-up”ın günümüzdeki üstadı Cem Yılmaz’dır!
Fakat, böyle bir ihtimal ÅŸayet hakikat olsaydı Cem Yılmaz külâhı kabul eder miydi, etmez miydi, iÅŸte onu bilemem…
Habertürk
Henüz yorum yapılmamış.