Taha Kılınç'ın kaleminden: Şii yayılmacılığı ve üç kurşun
Şiîliğin yayılmasını dış politikasının merkezine yerleştiren İran ulus-devlet aklı, “vahdet”i vurguladığı ve İsrail düşmanlığını bayraklaştırdığı hamasî söylemleriyle İslâm dünyasında kendisine taraftar bulurken, Ortadoğu’da güçlü Sünnî Müslüman ülkeler ve siyasî aktörler de istemiyor.
Beyrut’un merkezindeki Sâkiyetu’l-Cenzîr Meydanı, o gün yine telaşlı bir kalabalığa ev sahipliği yapıyordu. Yaklaşık 10 yıldır devam eden iç savaşta “doğu” ve “batı” olarak ikiye bölünen Beyrut’un Müslümanların yoğunlukta yaşadığı batı yakasında yer alan meydan, aynı adı taşıyan büyük bir mahallenin de merkeziydi aynı zamanda. O gün, sabahın erken saatlerinde, meydana bakan binalardan birinin önünde duran otomobilden, irice sarığı, siyah cübbesi ve heybetli görünümüyle dikkatleri çeken biri indi. Gülümseyerek kendisini karşılamaya gelenlere doğru ilk adımlarını atıyordu ki, otomobilin yanına kadar yanaşan bir motosikletten, üzerine doğru ateş açıldı. Saldırganlar, kendilerine verilen görevi yerine getirdikten sonra, geldikleri hızla gözden kayboldular.
Bundan tam 34 yıl önce bugün, 7 Ekim 1986’da, Lübnan ulemâsının önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Subhî Sâlih, başkanlığını yaptığı Yetimler Cemiyeti’nin Sâkiyetu’l-Cenzîr’deki genel merkezini ziyareti sırasında işte böyle bir suikasta kurban gitti. Başına isabet eden üç kurşun, Sâlih’in 60 yıllık fânî ömrünün sona erme vesilesi olurken, onun şahsında Lübnan çok önemli bir âlimi, siyaset ve mücadele adamını da kaybediyordu.
Subhî İbrahim Sâlih, 1926’da Lübnan’ın kuzeyindeki Trablus şehrinde, Sünnî bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Henüz 12 yaşındayken sarık-cübbe giymeye ve Trablus’un çeşitli camilerinde cuma hutbelerine çıkmaya başladı; güçlü hitabetiyle, kısa zamanda şöhret kazandı. İlk ve orta öğrenimini Lübnan’da tamamladıktan sonra 1943’te Mısır’a geçen Sâlih, Ezher Üniversitesi’nde dinî ilimler, Kahire Üniversitesi’nde Arap edebiyatı tahsil etti, 1950’de ülkesine döndü. Aynı yıl içinde, bu defa devlet bursuyla Fransa’nın başkenti Paris’e doktoraya gönderilen Sâlih, burada kaldığı dört yıl süresince hem akademik kariyerini en üst dereceyle tamamladı hem de Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah’la birlikte “İslâm Kültür Merkezi”nin kuruluşuna öncülük etti, Paris Camii’nde cuma namazları kıldırdı. İslâm Kültür Merkezi’nde Kuzey Afrikalı Müslümanlara Arapça öğreten Subhî Sâlih, çok sayıda Fransızın ve yabancının da İslâm’la şereflenmesine aracılık yaptı. İslâmî ilimler, Arap dili-edebiyatı ve İslâm düşüncesi sahalarında çalışmalar yürüten Sâlih, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Tunus, Ürdün ve Fas’taki çeşitli üniversitelerde dersler verdi, akademik kurullarda danışmanlık görevleri üstlendi.
Lübnan’da da akademik ve dinî alanda üst düzey vazifeler alan Sâlih, 1975’te iç savaş patlak verdiğinde, ülkenin en tanınmış isimleri arasındaydı. Lübnan Müftüsü Şeyh Hasan Hâlid’le çok yakın çalışan Subhî Sâlih, “Birleşik Lübnan” idealine inanıyordu. Mezhepçi ve ayrılıkçı fikirlere karşı mücadeleleriyle öne çıkan Sâlih ve Hâlid, iç savaş boyunca özellikle Suriye’nin Lübnan üzerindeki baskısına da kararlılıkla direndiler. Subhî Sâlih’i kimin öldürdüğü resmen açıklanmasa da, kimlerin ayağına bastığı düşünüldüğünde, bütün parmaklar Suriye istihbaratını işaret ediyor. Sâlih’ten üç yıl sonra, 16 Mayıs 1989’da Şeyh Hasan Hâlid de yine bir suikast sonucu Beyrut’ta öldürüldü. (Meraklı okurlar, 18 Mayıs 2019’da, bu köşede, Hasan Hâlid’i anlattığım yazıyı hatırlayacaktır.) Şeyh Hâlid’in ölümü de yine Suriye istihbaratının işiydi. Böylece, iç savaşın sona ermesine ramak kala, Lübnan Sünnîleri ardarda iki önemli kayıp yaşamıştı.
Sünnî kitleleri temsil eden karizmatik ve tesirli şahsiyetlerin ortadan kaldırılması siyaseti, yakın tarihte yalnızca Lübnan’da uygulanmadı. Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de de, aynı şekilde toplumları peşlerinden sürükleyebilecek bütün isimler, itinayla yok edildi veya çeşitli yöntemlerle devre dışı bırakıldı, etkisizleştirildi. Bugün İran’ın çok ciddi nüfuz kazandığı tüm bu ülkelerde, bir yandan kitlesel Şiîleştirme politikalarına hız verilirken, diğer yandan Sünnî kesimlerin bu Şiîleştirme akınına karşı toplumları yönlendirebilecek, kayda değer bir temsil merciî bulunmuyor.
Şiîliğin yayılmasını dış politikasının merkezine yerleştiren İran ulus-devlet aklı, “vahdet”i vurguladığı ve İsrail düşmanlığını bayraklaştırdığı hamasî söylemleriyle İslâm dünyasında kendisine taraftar bulurken, Ortadoğu’da güçlü Sünnî Müslüman ülkeler ve siyasî aktörler de istemiyor. Bu bağlamda esas “tehlikeli” görülen ülke, Türkiye. Yakın dostluk gösterileriyle Türkiye’yi kontrol altında tutmaya çabalayan İran, Ortadoğu’daki birçok cephede açıktan Türkiye’nin karşısında konumlanmakta ise bir beis görmüyor. Son örneğine Ermenistan’da şahit olduğumuz bu politika, bizi şaşırtmamalı, aksine uyanıklığa, dikkate ve tedbire sevketmelidir.
Henüz yorum yapılmamış.