Molla Kâbız Hâdisesi
Osmanlı kaynaklarında “Kābız-ı Acem, Kābız-ı Acemî, Kābız-ı Mülhid, Kābız-ı Fâsid” diye de anılır.
İran asıllıdır. Anadolu’ya geliş tarihi tam belli değildir. Celâlzâde Mustafa Çelebi (d. Tosya-ö. 1567; İstanbul)), dönemin birinci kaynağı niteliğindeki “Selimnâme”sinde olayı kısmen geniş şekilde anlatmış, başta “Künhü’l-ahbâr” olmak üzere diğer kaynaklar bu bilgileri küçük bazı değişikliklerle tekrarlamıştır. Buna göre “zındıklık ve ilhâd yoluna girip inancına fesat karışmış olan” Kābız (İslâm Ansiklopedisi) kısa sürede adını düyürdü. Vaaz verdiği camiler dolup taşmaya, cemaat can kulağıyla Molla Kâbız’ı dinlemeye başladı.
Artık ne söylediği değil, ne olursa olsun onun söylemesi önemliydi: Bir büyük kitle, körü körüne Kâbız’a bağlanmıştı.
Derler ya: “Aydın beğendikçe alkışlar, avam alkışladıkça beğenir”: Molla alkışlandıkça beğeniliyordu.
1527’de Kalender Çelebi devlete isyan edip, üzerine gönderilen Hüsrev Paşa kuvvetlerini, Adıyaman yakınlarındaki Kuruçayır’da yenilgiye uğrattığı günlerde, daha da ileri giderek Hıristiyanlığın Müslümanlıktan daha üstün olduğunu iddia etmeye başladı…
Üstelik iddialarını tahrif ettiği âyet ve hadise dayandırıyor, bazı âyet ve hadisleri kendince yorumlamak suretiyle kafaları karıştırıyordu. Kâbız’ın iddiaları, o dönemde bir hayli taraftarı olan “Hurufîlik”le de bağdaşıyordu…
İşin özünü bilen İstanbul âlimlerinin pek çoğu rahatsızdı. Defalarca şikâyet konusu yapmışlar, ancak yeterli delil bulunamadığından, dokunulmamıştı.
Bundan cesaret alan Kâbız, işi tam bir propagandaya dönüştürdü. Artık pervasız konuşuyor, âlimleri tehdit ediyor, kimsenin karşısına çıkamadığını öne sürüyor, fikirlerini yaymak için her bölgeye bir oda (hadi dergâh diyelim) açıyordu. Halk da tedirgin olmaya başlayınca, durum Divan-ı Hümayun’a intikal etti (1527)…
Onun, görüşlerini uluorta halk arasında dile getirmesi ve bazı kimselerin zihinlerini karıştırması âlimleri harekete geçirmiş ve Kābız 8 Safer 934 (3 Kasım 1527) günü Divan’a çağrıldı.
Divan’a, Padişah adına, Pargalı İbrahim Paşa başkanlık ediyordu. Kanuni, kafes arkasındaki yerini almış, duruşmayı izlemeye hazırlanmıştı.
İddialarını ispatlaması için ilk söz Kâbız’a verildi. Bütün cerbezesini kullanarak hiçbir ilmî değeri olmayan safsatalarını tekrarladı. Söz ustalığı sayesinde Rumeli Kazaskeri Fenarizade Muhiddin Çelebi ile Anadolu Kazaskeri Kadirî Çelebi’yi susturdu. Buna rağmen idamına hükmettiler.
Ancak Veziriazam İbrahim Paşa tatmin olmamıştı. “Herif ilzam edilemedi, fikirleri ilmen çürütülemedi” diyerek, müverrih Peçevî’nin ifadesiyle “mülhid-i mülzemi saldılar.”
Molla Kâbız’ın serbestçe Divan’dan çıkıp gitmesi, açık inkârına rağmen bir şey yapılmaması Kanuni’yi müthiş kızdırmıştı: “Bre Pargalı!..” diye gürledi, “bir mülhid (İslâmiyet’ten çıkmış) divanumuza gelür, hezeyana cür’et kılar ve mülzem olmaz (yalan yanlış konuşur, ama susturulamaz). Buna bahis nedür?”
Veziriazam ellerini iki yana açarak: “Nice idelüm? (Ne yapalım?) Kazaskerlerünüz mesail-i şer›iyeye (dinî meselelere) âlim değildirler ki, mel’unu ilzam ve ıskat edeler...”
Kâbız hemen ertesi gün yeniden divana çağırıldı. Bu sefer karşısında “İbni Kemal” lâkabıyla meşhur Şeyhülislâm Kemal Paşazade Şemsüddin Ahmed Efendi ile İstanbul Kadısı Sadüddin Çelebi vardı.
Molla Kâbız’a öyle sorular sordular ki, hatalarını öyle bir ustalıkla ortaya koydular ki, sonunda Kâbız pes etti. Fakat iddiasından dönmedi. Artık hüküm yargıcındı: “Fitne” ve “irtidat”dan (Müslümanlıktan dönmek) idam cezası verdi.
Diyeceğim şu: Osmanlı Tarikatlara ve ulemaya son derece saygılıydı, ama kimse başıboş değildi: Kurallar herkesi bağlıyordu.
Yavuz Bahadıroğlu / YeniAkit
Henüz yorum yapılmamış.