Gökhan Özcan: Biz acaba ne kıymetteyiz?
Birbirinin yanından gelip geçen gölgeler gibiyiz. Trafikte akıp giden arabalar gibi... Birbirimize dokunmamız kazadan sayılıyor sanki. Hayatlarımız birbirine dokunsa hasar alacağız korkusu içindeyiz, ayıramıyoruz gözümüzü yoldan.
“Åžu dünyada kimin kimden haberi oluyor ki” diye mırıldandı kucağındaki kedinin başını okÅŸarken, “kimin bir baÅŸkasının canına dokunmaya cesareti var!”
Birbirinin yanından gelip geçen gölgeler gibiyiz. Uzayıp giden, uzadıkça belirsizleÅŸen çizgiler gibi hikayelerimiz. Bazen aramızdan biri kayıp gidiyor, alıp hikayesini. Birkaç kırık dökük hatıra... Kimdi, ne yaptı, neyi aradı içten içe bir ömür boyu... Bir fikrimiz olmuyor. OlduÄŸunu sanıyoruz ama olmuyor. BaÅŸkalarına yabancıyız aslında ve onlar da bize yabancı... Evet herkes hakkında birkaç ÅŸey var söylenecek hafızamızda. Åžu ÅŸehirde yaÅŸadı, ÅŸu evde geçti hayatı, ÅŸu sokaklarda yürüdü. Åžakacıydı, nazikti, güzel konuÅŸurdu ya da kendi halindeydi, içine kapalı, konuÅŸmazdı pek. Arada bir dalıp giderdi. Nereye? Kim bilir? Kendi dışında kim bilir? Kendi bilir mi? Ne kadarını bilir? Bize ne kadarını anlatır, ne kadarını söyler cesaret edip. Kulak verir miyiz? Versek, bir ÅŸey uyanır mı içimizde? Onu görüp durduÄŸumuzdan daha fazla tanır mıyız? Tanımaya çalışır mıyız? Anlamaya çalışır mıyız?
“Ä°steÄŸine uyup seni aramadım. Ölüm haberini bir dostumdan aldım telefonda. Bana haber verilmesini istemiÅŸsin, sevdiÄŸin birkaç kiÅŸiye daha. Dizlerim çözüldü. Nedense önce öbür sevdiklerini aramam gerektiÄŸini düÅŸündüÄŸümden aÄŸlamaya ara verdim. Uzun sürecek yasın eÅŸiÄŸinde sana telefon etmek geldi içimden: Sen o ÅŸeyi çözebilmiÅŸ miydin?” diye yazmış Tomris Uyar, ‘Aramızdaki Åžey’de.
Birbirinin yanından gelip geçen gölgeler gibiyiz. Herkes kendi parantezinin içinde kendi başına yaşıyor. Öyle deÄŸilmiÅŸ gibi yapmak için didinip duruyoruz. Görüntüyü kurtarıyor bu gayretimiz belki ama aslında kimse kimseyi duymuyor. El ayak çekildiÄŸinde herkes ortaya çıkarmaya cesaret edemediÄŸi kelimelerle içine doÄŸru konuÅŸuyor. Kimse kimseyi tam olarak dinlemiyor, bunu denemiyor. Vadesi dolan söylemeye imkan bulamadığı ÅŸeyleri alıp gidiyor bu dünyadan. Tarihi bu dünyada yaÅŸananlar üzerinden kuruyoruz. Ya yaÅŸanamayanlar? Ya hiç söylenmeyen, söylenemeyenler? Onların da bir tarihi yok mu? Asıl esrar, asıl gizem orada saklı deÄŸil mi? Hiç kimsenin bu tarihi okumaya niyet etmemesi ne kadar garip? Hayatın en büyük parçası tek tek her insanın içinde gömülü kalıyor. Mezarlar, bu dünyadan gelip geçen insanları olduÄŸu gibi, onların bu dünyada hiç kimseye açamadıkları sırlarını da saklıyor.
Bir de ÅŸunu düÅŸünün; serecek bir yer bulamadığı için kalbinin dengini hiç açmayan bir insan ne hisseder?
“Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kiÅŸinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır” diyor Vladimir Mayakovski.
Birbirinin yanından gelip geçen gölgeler gibiyiz. Trafikte akıp giden arabalar gibi... Birbirimize dokunmamız kazadan sayılıyor sanki. Hayatlarımız birbirine dokunsa hasar alacağız korkusu içindeyiz, ayıramıyoruz gözümüzü yoldan. Bir yere gidiyor muyuz peki? Akıyoruz sadece. Her gün, her akÅŸam yolun bizi götürdüÄŸü yerlere akıp gidiyoruz. KonuÅŸmuyoruz da korna çalıyoruz sanki birbirimize. Sinyal veriyoruz, iÅŸaret veriyoruz ve bolca öfkeleniyoruz. Birbirinin yanından gelip geçen gölgeler gibiyiz. Hiç aydınlanamamış karanlıklarımızı oradan oraya taşıyıp duruyoruz.
Ayrıldılar ve iki ayrı yöne doÄŸru yürümeye baÅŸladılar. Birden dönüp, “Seni ararım” diye bağırdı saÄŸa doÄŸru giden. Ve “ama bulabilir miyim bilmiyorum!” diye geçirdi sonra içinden.
YeniÅŸafak
Henüz yorum yapılmamış.