Gökhan Özcan: Rüzgara inanıp dalından kopanlar
“Kuru bir yaprak mısın ki” dedi meczup, “rüzgara inanıp dalından kopuyorsun!”
Bir karakter olarak doğduk, duygularımızla, düşüncelerimizle, huylarımızla, hassasiyet ve inanışlarımızla... Şimdi sürekli değişiyoruz, sadece hayat değil, bizler de... Sürekli değişen her şey önceki haline (ki yalın halidir o) yabancılaşıyor demektir. Bir renge başka renkler katarsanız o artık başka bir renktir. Kendimizde kalmayı neden istemiyoruz, kendi rengimizde? Başlangıç noktamızdan, kendimizden, yalın halimizden uzaklaşmayı neden bu kadar çok istiyoruz? Bunu gerçekten biz mi istiyoruz? Bunu seçiyor muyuz, buna inandırılıyor muyuz?
Spinoza çalışmadığımız yerden soruyor: “Neden insanlar, sanki özgürlükleri için savaşırmışçasına kölelikleri için savaşırlar? Neden sadece özgürlüğü elde etmek değil, özgürlüğe katlanmak da bu kadar zordur?”
Şiddetli esen rüzgar, toprağa iyi tutunmamış bitkileri önüne katıp sürükler, bulundukları yerden ötelere götürür. Köklerinin toprakla irtibatı kopan bu bitkileri beslenemez ve ölür. Kökleriyle toprağın derinliklerine tutunan bitkiler rüzgarın etkisiyle oraya buraya savrulsalar da ayakta kalır, hayatiyetlerini sürdürürler. Yaşadığımız sarhoş edici değişim çağının hayatımıza etkisini, o nevi söz dinlemez bir rüzgarın her şeyi önüne katıp götüren güçlü hava dalgalarına benzetiyorum ben. Kökleriyle toprağına sıkı sıkıya tutunmayanlar için oradan oraya sürüklenmek artık bir kader... Bugün adına değişim dediğimiz şey, hayatın tabiatında var olan değişimden çok farklı bir şey... Değişimin hakikatinde insan değişen durumlarla sınanır ve bundan iyi ya da kötü bir netice alır. Bugün hayatın neredeyse olmazsa olmazı haline getirilen değişim ise ne kadar öyle görünse de temelde dünyadan önce insanı değiştirmeyi hedef alıyor.
“Yeryüzünün sayısız çalkantılarına aydan bakacak olursanız, sonuçta aralarında dövüşen, mücadele eden, tuzak kuran, birbirini soyan, oynayan, delice eğlenen, düşen ve ölen bir sinek gürûhu gördüğünüzü düşünürsünüz ve hayvanın ne belalar, ne trajediler ürettiğine inanmak mümkün olamaz” diyor Michel Foucoult, ‘Deliliğin Tarihi’ kitabında.
Mevsimler hayatın aslî değişimi içinde bir yere sahiptir. İnsan, mevsimden mevsime geçerken yaşanan tabii değişim içinde, sıcakla soğukla, ekimle hasatla, sevinç ve hüzünle, dirim ve ölümle içinde milyon tane hikaye barındıran bir seyrüsefer yaşar. Tabiatın seyri insanın da seyridir aynı zamanda... Yanılır, yenilir, mücadele eder, düştüğü yerden kalkar, yeniden kanatlanır, hayatın içinde seyreden hikayelerle birlikte insan da akar. Bugün mevsimleri kendi doğal seyirleri içinde farkedebilir durumda değiliz. O dikkatten, o hissiyattan, o idrakten uzaklaşalı çok oldu. Şimdi mevsimler içinde yaşadığımız, beraber aktığımız, etrafımızdaki tabii değişimle bütünleşme gayreti içinde olduğumuz tecrübeler değil artık bizim için; meteorolojik takiplerin, trafik yoğunluklarının, moda kreasyonlarının, tatil programlarının, küresel felaketlerin, sıkışık ve boğucu eğitim sezonlarının fonu, malzemesi daha çok. Dolayısıyla biz gerçekte mevsimlerle birlikte yaşamıyoruz, hayatlarımızda mevsimlerin getirdiği başkalıkları taşımıyoruz; aksine mevsimleri ticari döngülere dönüştüren yeni zihniyetlerin kürek mahkumluğunu yapıyoruz. Malum, kürek mahkumları kas güçleriyle gemilerin ihtiyaç duyduğu hareketi sağlar ve ömürlerini bunun için tüketirler. Geminin nereye gideceğini belirleyense ensesi kalın tutulan kaptanlar vasıtasıyla her geçen gün semiren gemi sahipleridir.
“Kuru bir yaprak mısın ki” dedi meczup, “rüzgara inanıp dalından kopuyorsun!”
Yenişafak
Henüz yorum yapılmamış.