Özel / Analiz Haber
100. Yılında Sevr'i düşünmek
Milli Mücadele’nin kazanılmasıyla resmî olarak “Şark Meselesi” ortadan kalkmıştır. Ama bu projenin günümüze uyarlanmış örneklerinden asla vazgeçilmemiştir. Bugün Türkiye’nin dış kaynaklı sorunların üzerine cesurca gitmesi aslında tarihten gelen ve Batı’nın ajandasından hiç silinmeyen bu ana projeye karşı bir taarruz olarak tanımlanabilir. Özünde Fransız yayın organı Le Monde’un “Yüzyıl sonra Erdoğan’ın Sevr Antlaşması’ndan intikamı!” değerlendirmesinin de altını çizmemiz gerekir.
Fransızların tanınmış yayın organı Le Monde gazetesinin; “Yüzyıl sonra Erdoğan’ın Sevr Antlaşması’ndan intikamı” başlıklı haberi yine kamuoyunun bakışlarını tarihe çevirmesine neden oldu. Çünkü Fransız basınının ne demek istediğini tarihe başvurmadan anlamak pek mümkün olamayacaktır. Bunun yanında tarihe çevrilen bakışların Türkler ve Batı arasındaki ilişkilerde hiç saklanamayan bir gerçekliği görmesi hiç öyle derin analizlere girişmeden fark edilecek yalın bir meseledir. Bu gerçeklik; Batılılar için Malazgirt Savaşı’ndan günümüze Türklerin Anadolu ve Balkanlardaki varlığının başlı başına bir sorun olduğudur.
Nasıl mı?
Tarihte yapılacak küçük bir gezinti bu iddiayı netleştirmek için yeter de artar bile. Tarih boyunca Batılılar Türklerin varlığını “Doğu veya Şark Meselesi” olarak tanımlamışlardır. Kimileri bunu Malazgirt Savaşı sonrası Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle başlatırken kimileri daha da ileri giderek Kavimler Göçü’nün sonucunda önce Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması sonrada Doğu Roma İmparatorluğu’nun siyasi varlığına son verilmesine kadar götürmüşlerdir. Çünkü Türkler Avrupa’ya adım attıklarından itibaren Roma İmparatorluğu’nun dengelerini alt üst etmişlerdir.
Ama meselenin adı XIX. yüzyılda konulmuştur. 1815 yılında Viyana Kongresi’nde Şark Meselesi ilk defa olarak gündeme getirilmiştir. Kongrenin toplanma amacı her ne kadar Napolyon Bonapart’ın altüst ettiği Avrupa siyasi haritasına yeniden bir şekil vermek olsa da konu dönüp dolaşıp Osmanlı Devleti üzerine gelmiştir. Konu bir takım temel esaslara bağlanmış ve Şark Meselesi resmen ortaya çıkmıştır. Peki nedir bu esaslar?
Temel fikir Osmanlı hâkimiyetinin Avrupa’da ve Afrika’daki topraklardan dengeli bir şekilde tasfiye edilmesinin ardından Anadolu’ya ve Arap vilâyetlerinin parçalanması ve bölüşmesidir. Buna göre Türkler Balkanlardan tamamen atılacak, İstanbul Türklerin elinden alınacak, Ayasofya Camii kiliseye dönüştürülecektir.
Filozoflar bile buna kafa yordu
Türkleri Balkanlardan ve Anadolu’dan atma düşüncesi elbette 1815’te başlamadı. Çok daha öncesinde bununla ilgili planlar yapıldı ve projeler üretildi. Hatta kimi araştırmacıların çalışmalarına göre bu konuda çeşitli dönemlerde Batı hükümdarlarına sunulmuş yüzlerce plan mevcuttu. Bunlardan en ilgi çekeni de tanınmış bir filozofa aitti. Örnek olarak bundan bile bahsedilmesi yeterli olacaktır sanırım. Plan, 17. Asırda yaşayan ve modern Alman felsefesinin kurucu düşünürlerinden biri sayılan Gottfried Leibnitz’e aitti. Leibniz ki “Yaşadığımız dünya, mümkün dünyaların en iyisidir”
sözüyle iyimser felsefeye sahip bir düşünür olarak ünlenmişti. Ama teoride bu denli üst perdeden konuşan Alman filozof iş pratiğe geldiğinde tüm Batılılar gibi farklılaşır. Mümkün olan dünyaların en iyisinde yer alan Osmanlı İmparatorluğu’na tahammül edemez. 1672 yılında yani Bucaş Zaferi kazanıldığı sene Türkleri imha için bir plan hazırlar ve Fransa’nın ünlü kralı XIV. Louis’ye takdim eder.
Önce Mısır alınmalıydı
Plana göre; Osmanlı’nın elinden önce Mısır alınmalıdır. Mısır’ı kaybeden Osmanlı’da çöküş başlayacak, ardından Macarlar ve Polonyalılar da kışkırtılarak Türklere saldırtılacak, Osmanlı onlarla meşgulken Hıristiyan devletler birleşip Osmanlı’ya saldıracak ve böylece Türk-İslam varlığına ölümcül darbe vurulacaktır.
Felsefeyi Matematik diliyle anlatan matematikçi filozoftur Leibnitz’in planı bu kadar nettir. Fakat Fransa kralı plana itibar etmez. Gerçi çok sürmeden 1683 II. Viyana kuşatmasında plan sanki doğal olarak işler. Polonyalıların Osmanlı’ya saldırması ve ardından kutsal ittifak savaşlarının başlaması Osmanlı’yı zor bir sürece sokar. Dahası Leibnitz’in planının ana fikri olan Mısır’ın Osmanlı’nın elinden alınmasına belki dönemin Fransa kralı itibar etmez ama yaklaşık yüz yıl sonra başka bir Fransız planı ciddiye alır. 1798 senesinde Mısır’ı işgale gelen ve tarihlerimizde “Mısır Gailesi” dediğimiz derdi başımıza açan bu Fransız komutan malum olduğu üzere Napolyon Bonapart’tır.
19. asırda Batılı devletlerin gözünde Türkler, Batı eliyle uygarlaştırılması gereken bir saha olarak algılanmaktaydı. Ama bu yaklaşımın özü, Türklerin Batı değerleriyle kendi kimliklerinden uzaklaştırılmış, Batı’ya dahil edilecek değil Batı’nın vassali olacak bir uydu devlet-toplum haline getirilmesinden başka bir şey değildi. Batı bu siyaseti daima sömürgecilik anlayışıyla ile beraber düşünmüştür. 20. asırda devam eden bu siyaset, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar sürmüştür.
1913-1916 yılları arasında Amerika’nın İstanbul Büyükelçisi olan Henry Morgenthau, Batı’nın özellikle de ABD’nin Osmanlı Devleti üzerindeki niyet ve görüşlerini resmi bir ağızdan ortaya koymaktadır. Morgenthau’ya baktığımızda ABD’nin, İngiltere ve Fransa yanında Türkiye aleyhine Ermenileri savunması ile Şark Meselesi’ni üstlenici bir politik aktör olarak karşımıza çıktığını göstermektedir.
‘Türkler uygarlığın başına bela’
Birinci Dünya Savaşı sonunda Mondros Mütarekesi’ni Osmanlı Devleti’ne dayatan İtilaf Devletleri, Şark Meselesini hayata geçirmek için çok avantajlı bir konumda olduklarına kanaat getirmişlerdi.
ABD Başkanı Woodrow Wilson, I.Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Konferansı’nda Türkiye hakkında ‘savaş sonunda Türkiye’nin haritadan silineceğini’ iddia etmişti. Clemenceau, ‘Türklerin uygarlık dışı bir toplum olduğunu’, Lord Curzon, ‘Türklerin bir veba çıbanı olduğunu’, ABD Dış İlişkiler Bakanı Cabot Lodge ise, ‘Türkiye’nin uygarlığın başına bela olduğunu’ iddia etmektedirler. İtilaf Devletleri; ‘Türkiye Avrupa’dan çıkarılmalı, Anadolu’da bir Ermenistan kurulmalı, Arap ülkeleri Osmanlı’dan hakimiyetinden çıkarılmalıydı’ düşüncesinde buluşuyorlardı. Tek mesele kimin bu paylaşımdan aslan payını alacağıydı.
Emperyal bir taşeron: Yunanistan
Küçük Yunan Devleti’nin büyük düşü olan Megali İdea, resmi olarak 14 Ocak 1844’te Yunanistan BaşbakanI İoannis Kolettis’in Yunan meclisinde yaptığı konuşma sırasında dile getirildi. Kolettis; Yunanistan’ ın (Bizans) çöküşü ile Batı’nın aydınlanma sürecinin başladığını, şimdiyse Yunanistan’ın yeniden ortaya çıkışıyla hedefinin Doğu’yu Helenleştirerek uygarlaştırmak olduğunu savunmuştu. Hemen propaganda işlemeye başladı. Yunan tarihçi Moskopulos, 1920’de “Tarihleri Tarafından Hüküm Giydirilen Türkler” adlı kitabında tüm Yunan düşüncesine tercüman olarak şöyle diyordu: “Tarih hükmünü vermiştir. Bu yağmacı ve katiller milletinin Avrupa’da oturmaya hakkı yoktur! Atalarının yaşadıkları yere gitsinler!”
Türkleri Yakın Doğu’dan tasfiye etmede anlaşan ama pay etme oranında birbirleriyle anlaşamayan büyük emperyal güçlerin başındaki İngiltere, tabiri uygunsa ortaklarına bir çalım atarak bu konuda bir taşerona başvurmuştu. Bu taşeron Yunanistan’dı. İngiltere bu hevesi politik sahaya tahvil etmeyi başardı. Yunanistan projesinin babası İngiltere, Anadolu’da bir Yunan bekçiden daha iyisini bulamazdı. Zaten Yunanistan’ı bunun için kurmamışlar mıydı?
Bu sebeple 1919’da Yunanistan bu projenin sahadaki uygulayıcısı olarak Anadolu’ya çıkarılacaktı.
Bu durumda 1916’da hazırlanan ve ateşli bir Siyonist olan Mark Sykes’ın imza koyduğu Sykes-Picot Antlaşması genişletilerek, Anadolu’nun bölüşümü için ortaya atılan Sevr projesine model olacaktı. Sevr projesi Osmanlı Devleti’nin sadece savaştan önceki topraklarını değil; Anadolu, Boğazlar ve Trakya’yı da kapsamaktaydı. Osmanlı Devleti üzerinde yapılan bu planlar Paris Barış Konferansı’ndan sonra Londra ve San Remo’da toplanan konferanslarda da devam etmişti.
Günümüze uyarlanmış örnekler
Londra Konferansı, İstanbul, Boğazlar, kapitülasyonlar ve mali denetim konularında çalışmalarını tamamlayarak bir karara varmıştı. Londra Konferansı’nda İngiliz Başbakanı Lloyd George Türklerle ilgili düşüncelerini şöyle dile getirmişti: “Türkler bir insanlık kanseri, yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır. Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa’dan def etmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz.”
Bu nedenle Milli Mücadele sırasında Mustafa Kemal Paşa Sevr’i: “Türkler için yüzyıllardan beri hazırlanmış büyük bir suikasttır” sözleriyle tanımlamıştı. Tabi bütün İngiltere ateşli İngiliz politikacılarla hemfikir değildi. Örneğin İngiliz gazetelerinden bazıları ise Sevr için, “imkânsız” değerlendirmesini yaparken, Bu proje ile aslında İtilaf Devletleri’nin halledemediği sorunlar maskelendiğini yapay bir çözüm olduğunu ve her şeyden öte uygulama zorluklarını yazmışlardı. İngiliz genelkurmayı ve Hindistan Sömürge Bakanlığı da politikacılardan farklı olarak bu projeye daha soğuk bakıyordu. Zira bu doğrultuda 1920 tarihinde Kalküta’da “Hilafet Konferansı” toplanmış, Türklerin İstanbul’dan çıkarılmaları halinde Hint Müslümanlarının greve gidecekleri ve İngiliz mallarını boykot edecekleri açıklanmıştır.
Yine Franszı kamouyunda da aykırı sesler yükselmekteydi. Hatta Fransız yazar Pierre Loti, Sevr projesini: “Fransa’nın Doğu politikasındaki ahmaklıklar dizisini layık şekilde taçlandıran belge” olarak nitelendirmekteydi.
Kısacası Milli Mücadele’nin kazanılmasıyla resmî olarak “Şark Meselesi” ortadan kalkmıştır denilebilir. Ama bu projenin günümüze uyarlanmış örneklerinden asla vazgeçilmemiştir. Bugün Türkiye’nin dış kaynaklı sorunların üzerine cesurca gitmesi aslında tarihten gelen ve Batı’nın ajandasından hiç silinmeyen bu ana projeye karşı bir taarruz olarak tanımlanabilir. Özünde Fransız yayın organı Le Monde’un “Yüzyıl sonra Erdoğan’ın Sevr Antlaşması’ndan intikamı!” değerlendirmesinin alt metni de Türkiye’nin tarihî mirasına sahip çıkarak ve Batı’nın hamlelerini önceden görerek yaptığı politik hamleler karşısındaki hem bir karanlık planı itiraf etmesi hem de çaresizliği yansıtmaktadır.
Koray Şerbetçi / Star-Açık Görüş
Henüz yorum yapılmamış.