Sosyal Medya

Akıl görmez, düşünür ama kalp görür

Akıl düşünür, kalp sever; muhabbet eder. Gülen ve ağlayan akıl değil kalptir. Akıl bakar, gören ise kalptir. Akıl dokunur, hisseden kalptir. Akıl tartar ve tartışır, kalp teslim olur. Acıyan, yaralanan, heyecan duyan kalptir, akıl değil.



Dini, bir sorumluluklar ve mükellefiyetler; emirler ve yasaklar bütünü olarak takdim etmek, onu bütünüyle helal, haram, yasak, günah, farz çerçevesi içine hapsetmek, Ä°slam'a bütünlüklü bir bakış olmasa gerek. Gönlü, kalbi, muhabbeti bir kenara bırakarak hatta yer yer onları yok sayarak, dini birtakım kurallara indirgemek Allah'ın gönderdiÄŸi dini eksik anlamak, daraltmak/azaltmak demektir.

Müslüman, diÄŸer tüm tanımlarının yanında insanların kalplerine dokunan, gönüllerini okÅŸayan kimseye de denir. Ä°slam her fırsatta insanlara bir kalpleri ve ruhları olduÄŸunu hatırlatır. Dinin kalbe taalluk eden baÅŸlıkları akla hitap edenlerden çok çok fazladır. Bundan dolayı tasavvuf ve tüm irfanî gelenek kalbe dokunmayı esas mesele ve meslek edinmiÅŸtir. Çünkü kalp varsa ancak insan vardır; muhabbet varsa huzur ve sükûn gelir ve ruh varsa beden anlam kazanır. Åžurası kesindir ki; merhamet yoksa insandan söz edemeyiz, imandan da. Åžair Said Yavuz çok güzel özetlemiÅŸ: "Nasıl girsin cennete, bir kalbe giremeyen?"

Akıl düÅŸünür, kalp sever; muhabbet eder. Gülen ve aÄŸlayan akıl deÄŸil kalptir. Akıl bakar, gören ise kalptir. Akıl dokunur, hisseden kalptir. Akıl tartar ve tartışır, kalp teslim olur. Acıyan, yaralanan, heyecan duyan kalptir, akıl deÄŸil. Ahmet Murat'ın, kalbin ÅŸiirini yazan o güzel adamın vurguladığı gibi; "Kalbin kararını akıl tartar/bu ÅŸuna benzer: akıl esnaftır/ÅŸuna da: akıl yaralanır/ kalp yaralanmaz çünkü yaradır."

Akılla kalp arasındaki mesafe büyüdükçe sorunlar artar, birbirlerine yaklaÅŸtıkça da en çetrefilli ve içinden çıkılmaz meselelerin bile halli kolaylaşır. Bu ikisinin birlikteliÄŸinden, beraberliÄŸinden ise harikalar doÄŸar. Tarih, bize, akıl ile kalbi birleÅŸtirenlerin olaÄŸanüstü güzel örneklerini gösterir. Bundan dolayı büyükler "akleden kalp" vurgusunu sıkça yapmışlardır.

Aklına gönlünü sırdaÅŸ etmeyen yoldan çıkar. Ama aynı ÅŸekilde gönle aklı arkadaÅŸ kılmadan da istikamet bulunmaz. Akıl; ilmî, düÅŸünceyi ve muhakemeyi anlatırken, kalp; irfanı, muhabbeti ve merhameti temsil eder. Bundan dolayı ilim ve irfanın yani akıl ve kalbin birlikteliÄŸi önemlidir. Çünkü irfan bir ruh ise ilim bir bedendir. Ve ancak ikisinin birlikteliÄŸi ile bir ÅŸahsiyet ortaya çıkar. Ä°rfan ilmin manası, mayası ve ruhudur. Ä°lim ise, irfanın gücü ve zenginliÄŸidir. Bu sebeple irfana götürmeyen bir ilim sığ ve ruhsuz kalır. Aynı ÅŸekilde ilme dayanmayan bir irfan da köksüz ve zayıf olur.

Sufiler, aklını kalbine rehber etmeden ve kalbini aklına mahkûm etmeden yol almaya çalışan kimselerdir. Vurgulamaya gerek yok sanırım: Buradan aklı tamamen yok saydıkları anlaşılmamalı. Çünkü onlar; "Akletmezler mi?" ilahi uyarısını da her zaman ve herkesten fazla hatırlarında tutarlar. Ama sorulması gereken bir diÄŸer soruyu da daima peÅŸi şıra sorarlar: Hangi akıl?

Hep eksik kalacaksınız

"Tüm ilim sahiplerinin üstünde, her ÅŸeyi en ince teferruatına kadar bilen bir âlim vardır." Bu keskin ilahî yasa, insanın asla mutlak bilgiye sahip olamayacağını, bildiklerinin görece her zaman eksik kalacağını söyler. Ä°nsanoÄŸlunun aczini ifade ettiÄŸi gibi bu ifade aynı zamanda bir meydan okumayı da içerir: Hep eksik kalacaksınız. Ve yine bu açık hüküm, bilim ve teknolojinin bir yerde duracağını, insanın ancak kendisine belirlenmiÅŸ sınırlar içinde kalacağını yani aklın sınırlarını haber verir. Ayrıca fiziÄŸin içine hapsolan insanın, kalbin konusu olan marifet ve keÅŸif olmadan, künhüne varmak ÅŸöyle dursun, sonsuzluktan ve fizikötesinden haberdar bile olamayacağını beyan eder.

Buna raÄŸmen insan, iÅŸine yarasın yaramasın, her türlü bilgiye karşı meraklı ve aç yaratılmıştır: Arar, araÅŸtırır, sorar soruÅŸturur; öÄŸrenmek için çırpınır durur. Bilmediklerine duyduÄŸu merak daima içini gıdıklar. Ama yasa kesin: FiziÄŸin dışına çıkmak ancak vahiyle ve ikramla mümkün. BaÅŸka yol yok. O perde kalkmadıkça/kaldırılmadıkça onun gerisinde ne olup bittiÄŸini asla öÄŸrenemeyeceÄŸiz.

Tasavvuf ehli, insana ve eÅŸyaya kuru akılla ve ilimle deÄŸil, hilm ve ÅŸefkatle yani kalple yaklaÅŸmayı öÄŸütler. Abdulkadir Geylanî hazretleri bunun sebebini ÅŸu cümlelerle açıklar: "Tasavvuf bir hâldir, kîl u kâl (dedikodu) ile uÄŸraÅŸanların iÅŸi deÄŸildir. EÄŸer bir derviÅŸ görürsen ona ilimle deÄŸil, ÅŸefkat ve merhametle yaklaÅŸ. Zira ilim soÄŸukluk ve mesafe getirir, ÅŸefkat ise sıcaklık ve yakınlık doÄŸurur." Bu cümleler, Fuzuli hazretlerinin dilinde ÅŸöyle bir hâl almış: "AÅŸk imiÅŸ her ne var âlemde/Ä°lim bir kîl ü kâl imiÅŸ ancak."

Bu hakikatlerin yanı başına ÅŸunları da ekleyelim: Ä°slam, bilginin bizzat kendisine de deÄŸer verir, evet. Âlimi ve ilmi her fırsatta över. Ama insan-ilim iliÅŸkisi söz konusu olunca bunun yararlı bir pratiÄŸe dönüÅŸtürülmesinin gereÄŸini ve önemini -hatta önceliÄŸini- her zaman hatırlatır: Kitabımız, söylediklerini yapmayan insanları açık bir ÅŸekilde kınar: "Hem söylüyorsunuz yani biliyorsunuz hem de yapmıyorsunuz, bu kabul edilemez." Ä°slami literatürle söyleyelim: Bilmek yetmez, bildiklerimizle amel etmemiz gerek. Bunun bir sonraki aÅŸaması ise büyük bir ikramdır: "Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öÄŸretir."

Ä°slam, aklı ve ilmi bir amaç ve nihai hedef olarak göstermemiÅŸ, daha çok marifete ulaÅŸtıracak bir araç ve vesile olarak tarif etmiÅŸtir. Bununla birlikte ancak akılla ve ilimle donanmış kimselerin marifetin ve muhabbetin gerçek tadına varacaklarını da beyan buyurmuÅŸtur: "Allah'tan ancak âlimler hakkıyla haÅŸyet duyarlar" mealindeki ayet bunu açık bir biçimde ortaya koyar. Yani ilim eleÅŸtirilmemiÅŸ, aksine övülmüÅŸ ve üstün tutulmuÅŸtur.

Tam burada hatırlamakta yarar var: Peygamber Efendimizin âlimleri peygamberlere varis ilan etmesi ÅŸereflerin en büyüÄŸü ve mertebelerin en yücesidir. Buradaki âlim tarifine, tefekküre ve tezekküre götürecek, insanlığa fayda saÄŸlayacak her türlü beÅŸerî ve sosyal ilimlerin de dâhil olduÄŸunu büyüklerimiz ifade etmiÅŸlerdir.

Öyleyse bir taraftan bildiklerimize bel baÄŸlayıp kendimize güvenmememiz gerektiÄŸi hatırlatılmış, öte yandan da, irfana ve ihsana ulaÅŸtıracak bir vesile olarak ilme yaklaÅŸtığımızda bunun bir avantaj olduÄŸu belirtilmiÅŸ. Ortada bir çeliÅŸki yok yani.

Büyük mutasavvıf ve arif Ä°bn Atâullah el-Ä°skenderî'nin ÅŸu hikmetli ifadesi meselemizi tam olarak özetliyor sanki: "Ä°lim, haÅŸyet ve Allah korkusu ile beraberse senin lehinedir, aksi hâlde aleyhinedir." Öyleyse Peygamber Efendimizin (s.a.s) duası, her zaman duamız olsun: "Allah'ım, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım!

Sır, kalbin emanetidir

Åžu da var: Arifler kalbi, pürüzsüz bir aynaya benzetir. Ä°nsan günaha ve isyana daldıkça bu aynanın üzerine tozlar, kirler düÅŸer. Zamanla bu tozlar birikir, çoÄŸalır ve ayna simsiyah bir cam parçasına dönüÅŸür. Bu hâli alan kalpten güzelliÄŸin, feyzin yansıması da imkânsız hâle gelir. Ä°ÅŸte burada zikir devreye girer ve tabir caizse kalp aynasının üzerine düÅŸen tozları temizler. Ä°nsan günah iÅŸleyecek, bu kaçınılmaz bir durum. Ancak sürekli zikirle o aynayı ilk hâlinde tutmak mümkün olur.

Dil, kalbin anahtarıdır der arifler. Sırlar, fütuhat, füyuzat, kapısı dil anahtarıyla kilitli kalbin içinde medfun ve mahfuzdur. Tam da bu sebepten kalbin dilden habersiz olduÄŸu her durum insanoÄŸlunun aleyhinedir. Kalbin tasdik etmediÄŸi her söz boÅŸa gitmiÅŸtir. Bu, riyanın da en büyük belirtisidir.

Şunu da ekleyelim: Sır da, kalbin emanetidir. Dil bunu ifşa ettiğinde aynı zamanda kalbe de ihanet etmiş olur.

Dünyada yeteri kadar kötülük var, eksik olan muhabbettir, onu tamamlamalıyız. Merhamete ihtiyacımız var çünkü insanoÄŸlu yeryüzünü zulümle doldurdu. Hâlbuki kâinat muhabbet üzerine kuruludur. Bunun için bir kalbimiz olduÄŸunu daima hatırlamalıyız.

"Levlâke" sırrına ermek ancak aÅŸkla yani kalbin imkânıyla mümkün. Allah "Habibim!" diyor Efendimiz'e, evet, "sevgilim" demek. Bu sevgi, kâinatın varlığına sebep olmuÅŸ; yokluk bu sevgiyle varlığa elvermiÅŸ. Bunu akılla açıklamaya imkân yok. Ve ÅŸunu da akıl kavrayamaz: "Mevcudata sığmayan Allah, müminin kalbine sığar."

Meselenin özeti ÅŸudur: Ä°man etmedikçe cennet yok, sevmedikçe de iman yok. Bunu herhangi biri deÄŸil, Efendimiz -ve kâinatın efendisi- söylüyor. Yani cennetin vizesi imansa, imanın anahtarı da muhabbettir. Muhabbet de kalbin en temel görevi ve meselesidir.

Unutmamalı: Mümin, diÄŸer bütün tariflerinin yanında ve belki de üstünde, yüreÄŸinde merhamet ve muhabbet taşıyan kimsedir. Allah'ın (c.c) yarattıklarına merhamet beslemeyen, muhabbet duymayan kimse, büyük davalardan söz etse de meselenin hakikatini ıskalamış demektir. Kula merhamet etmeyene Yaratıcı da merhamet etmez. Aynı ÅŸeyi muhabbete ÅŸöyle uyarlayabiliriz: Yaratılanı sevmeyen Yaratıcı'yı da sevemez. Öylelerini yüce Yaratıcı da sevmez. Bunun için de kalp lazım. Hem "malın ve evlatların fayda vermediÄŸi" o zor günde, insanın kurtaracak olan "teslim olmuÅŸ kalp"ten baÅŸkası da deÄŸildir.

Müellif: Sadettin Acar / Kaynak: Lacivert Dergi-Sayı: 57

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.