Gökhan Özcan: Sözcüklere dokunabilmek
Follow @dusuncemektebi2
“Her gün bütün kelimelere sayısız kere hoyratça dokunuyor insanlar” dedi beyaz saçlı adam, “oysa kelimeler, ne kadar az insana gerçekten dokunabiliyor!”
Okuduğumuz ve etkilendiğimiz şeyleri oldukları gibi, çarpıcı ifade kalıpları halinde mi tutsak acaba hafızamızda; yoksa zihnimizde kardığımız fikir harcına katıp eriterek kıvamını kendimizce belirlediğimiz bir tefekkür kimyasına mı erişmeye çalışsak? İlk bakışta birbirine pek de uzak görünmese de, zihinsel pratiğimize verdikleri yön bakımından iki yoldan, iki ayrı yöntemden ya da bana daha uygun görünen söyleyişle iki ayrı yordamdan söz ediyoruz aslında burada.
“Dünyada üstüne söz söylenmemiş hiçbir mesele yok” dedi gözlüklü ve bıyıklı olan. “Ama henüz o mesele hakkında sözünü söylememiş insanlar var” dedi gözlüksüz ve bıyıksız olan.
Yazıya devam edip birkaç paragraf aşağıya inerseniz benzeri meselelere kafa yormuş insanların yazıp çizdiklerinden bazı ifadelerin alıntılandığını göreceksiniz. Bunu hemen her yazıda yapıyorum. Aslında yazarken ya da konuşurken hepimiz bu türden nakiller yapıyoruz. Bu alıntılar kalıp ifadeler olarak elden ele dolaşıyor, kendi fikir kimyamıza katılıp bize ait yeni ifadelere kaynaklık etmiyorsa, yaptığımızın bir anlam nakliyatından öte geçmediğini itiraf etmemiz gerekir. Herhangi bir meseleye açıklık getiren, derinlik kazandıran, işitenin ufkunu açan ve zihninde uyanan yeni fikirlere ilham olan ifadeler ‘sticker’ gibi oraya buraya yapıştırabildiğimiz şeylerse bunun bize kattığı çok fazla bir şey olmuyor. Fikirleri, ifadeleri bloklar halinde bir araya getirmiş ve lego zihinler inşa etmiş oluyoruz sadece. İfadelerin bağlarının çözülüp paketlerinden çıkartılması, zihinlerde işlenerek içselleştirilmesi ve seviyesi ne olursa olsun kendimize ait fikir ve ifadelerin hayat bulması gerekiyor ki bu faaliyet gerçekten bir işimize yaramış olsun.
“Her formülün altında bir kadavra yatmaktadır. Varlık veya nesne, mahal verdiği bahanenin altında ölür. Zihnin havaî ve uğursuz hovardalığıdır bu. Ve bu zihin isimlendirdiği ve kayda düştüğü şeylerin içinde kendisini heba etmiştir. Sözcüklere aşık olduğu için, ağır sessizliklerdeki esrardan nefrit ediyordur ve bu sessizlikleri hafifleştirip saflaştırır: Bu zihnin kendisi de hafif ve saf bir hale gelmiştir, çünkü her şeyin yükünü atmış ve her şeyden arınmıştır. Tanımlama zaafı, onu merhametli bir cani ve uysal bir kurban haline getirmiştir. Ruhun zihne yaydığı ve ona canlı olduğunu hatırlatan tek leke de böylece zilinmiştir” diye yazmış E. M. Cioran, ‘Çürümenin Kitabı’nda.
Elbette okuyalım, metinleri süzelim, içlerinden bir şeyleri alalım, kendimize katalım. Ama bir papağan gibi bu cümleleri kalıplar halinde tekrar edip durmayalım. Bir mesele konuşulurken şu da şöyle demiş, bu da böyle demiş ezberine girmeyelim. Sohbetleri, konuşmaları seslendirilmiş almanağa, antolojiye, gösterişli alıntılar külliyatına dönüştürmeyelim. Hazreti Şems’in dediği gibi, bırakalım dedikoduyu, ‘sen’ ne dedin, ‘ben’ ne dedim, ona bakalım! Aksi halde konuşmuş, anlaşmış, halleşmiş, idrak etmiş olmayacağız, başkalarının etkileyici cümlelerine dublaj yapmış olacağız sadece.
“Kimin bu söz?” diye sordu sağ taraftaki. “Bilmem, galiba benim!” diye cevapladı diğeri. Bunun olabildiğine ikisi de şaşırdılar.
“İçimde başkaları dolanıyor. Onlardan uzak olduğumda bile, onlarla yaşamak zorunda kalıyorum. Yapayalnız olduğum zaman bile, etrafımı kalabalıklar çevreliyor. Kendimden kaçmadığım sürece, sığınacak bir yerim yok” diyor Fernando Pessoa,
‘Anlamaktan Yoruldum’da.
“Her gün bütün kelimelere sayısız kere hoyratça dokunuyor insanlar” dedi beyaz saçlı adam, “oysa kelimeler, ne kadar az insana gerçekten dokunabiliyor!”
Yenişafak
Henüz yorum yapılmamış.