İhsan Fazlıoğlu ile söyleşi: İlim ilim bilmektir peki bilim neyi bilmektir
Follow @dusuncemektebi2
müsaadenizle bir fıkra anlatarak giriş yapayım. Komşusu Nasreddin Hoca'dan eşeğini istemiş, hoca da "yok" diye cevap vermiş. O sırada eşek anırınca, adam "bak işte eşek burada"; hoca da "Sen bana mı inanıyorsun eşeğe mi?" diye söylenmiş.
* Ä°zin verirseniz, "bilgi", "bilim", "ilim", "fen" gibi kavramlarla konuya girelim. Çünkü günlük hayatımızda tüm bu kelimeleri kullanıyoruz. Geçen yüzyılda daha çok ilim ve fen ayırımı yapılıyordu. Daha sonra ilim kelimesinin başına bir "b" harfi getirildi; ilim oldu bilim. Bir de genelde kullandığımız Türkçe olan bilgi kelimemiz var. Bu kavramları, varsa ilave kavramları nasıl anlamalıyız?
Tabii Ä°slâm Medeniyeti çerçevesinde... Bunların tek bir manası yok. Ä°slâm Medeniyeti'nde vücûd bulmuÅŸ muhtelif felsefî, tasavvufî, kelâmî okulların çeÅŸitli anlayışları var. Dolayısıyla bu konuda "Ä°slâm'da bilgi anlayışı" gibi bir baÅŸlık atmak; yani tek bir anlayış varmışcasına konuya yaklaÅŸmak son derece tehlikeli. Aksine bizim klasik geleneÄŸimizde bile bu kavramların manaları üzerinde onlarca tartışma mevcut. Mesela, Seyyid Åžerif Cürcânî'nin Risâle fi taksîm el-ilm adlı çalışması ile Kayserili Ahmed Remzî'nin Risâle fi tarîf el-ilm isimli risâlesi Ä°slam Medeniyeti'nde bilgi (ilm) kavramı etrafında ileri sürülen fikirlerin iyi bir hülasasıdır. Bunun yanında kelâm, felsefe ve mantık gibi sahalarda kaleme alınan eserlerin ilmin tarifi bölümlerinde; özellikle teârif ve tasnîf el-ulûm sahasında telif edilmiÅŸ yüzlerce eserde bilginin ne olduÄŸu konusunda muhtelif fikirlerin seyri incelenebilir. Mesela, TaÅŸköprülü-zâde'nin Miftâh el-saâde'sinde, Katip Çelebi'nin KeÅŸf el-zunûn'unun ilgili kısımlarında, Hasan Kannûcî'nin Ebced el-ulûm'unda bu konularla ilgili muhtasar ve müfid malumat bulmak mümkün... Daha yüzlerce eser ismi verilebilir. Bu tartışmalara girmeden ÅŸu söylenebilir: Bilgi, varlığa iliÅŸkin her türlü insan ediminin adıdır. Klasik gelenek çerçevesi içinde bu edim felsefî olabilir, kelâmî olabilir, riyâzî olabilir, kimyevî olabilir. Varlık mertebesi ise, TaÅŸköprülü-zâde'nin belirttiÄŸi üzere, aynî olabilir, zihnî olabilir, lisânî olabilir veya hattî olabilir. Neticede bu varlık alanlarına iliÅŸkin, muhtevası ne olursa olsun her türlü insan edimine bilgi diyebiliriz. Bu açıdan bizde ilm kelimesinin tam karşılığı bilgidir; âlim de bilgin.
* Bir de vahyî bilgi var.
Elbette... Burada da edim Mutlak Varlıka iliÅŸkindir. Nitekim Kelâm kitaplarında bilginin duyular ve akıl yanında ana kaynaklarından biri de haber-i sadık yani vahiydir. Bu uzun bir konu... Konuya dönersek; bilim, science kelimesinin Türkçe tercümesidir; ilm kelimesinin deÄŸil. Bu çerçevede bilim, bilimsel bilgi anlamında kullanılırsa doÄŸru olur.
* Yani özel ÅŸartlara hâiz bilgi.
Evet. Her bilgi türü konusundan (mevzû') kaynaklanan özel ÅŸartlara sahiptir. Bugünkü bilimsel bilgiye yani bilime yine bugün kullandığımız fen bilimleri terkibini karşılık olarak vermiÅŸiz. Bu da Osmanlıların, YeniçaÄŸ Avrupası'nda geliÅŸen bilim ile tekniÄŸin iliÅŸkisini çok iyi anladıklarını gösterir; fen bilimleri yani teknik yaratan bilimler. Neticede bilim XVII. yüzyıldan itibaren YeniçaÄŸ Avrupası'nda Galileo, Bacon, Descartes ve Newton tarafından geliÅŸtirilen özel bir bilgi türünün adıdır. Bu bilgi türünün en önemli özelliÄŸi cansız olduÄŸu kabul edilen geometrik bir mekanda (madde), aritmetik-cebirsel iliÅŸkiler yumağı inÅŸâ etmektir. Anlam bu iliÅŸki yumağındadır. Ä°slam Medeniyeti'nde illâ bilim diye bir ÅŸey aranacaksa bunu bilginin bir alt türü olan fen bilimlerine iliÅŸkin bilgi olarak görebiliriz. Ä°htiyat kaydını ve muhteva farklılığını herzaman gözönünde bulundurarak tabii. Çünkü klasik geleneklerde, ister felsefî ister riyâzî ister kimyevî olsun her türlü bilgi edimi eÅŸyanın hakikatini tespit etmeyle ilgilidir; teknik yaratmayla deÄŸil... Ayrıca, klasik geleneklerde aritmetik-cebirsel iliÅŸkiler yumağı bir temsildir; anlamın kendisi deÄŸil... Fen kelimesine gelince, netamelî bir kelime olduÄŸunu söylemeliyim. Osmanlılar bunu teknik anlamında kullanmışlardır. Mesela modern Arapça'da fen sanat demektir yani estetik... Klasik dönemde, bilginin amelî bir tarafı varsa o amelî kısma fen adı verilir; amelî kısım tatbik edilirse sınâa't adını alır. Cebiri düÅŸünelim; cebir nazarî yönüyle bir ilim; zihnî olarak amelî tarafı olduÄŸundan, yani çeÅŸitli iÅŸlemler sürecinde cereyan ettiÄŸinden fen; hâricî dünyada tatbik edilebilir olduÄŸundan sınâat olarak görülebilir. Ä°lginçtir, Ömer Hayyâm'ın cebir kitabının adında sınâat kelimesini görürüz. Tespitlere göre Cebire ilk defa ilm kelimesini ekleyip ilm el-cebr terkibini kullanan Ä°bn el-Havvâm'dır. Tabii bu tür konuları klasik bilgi hayatında varolan riyâzî ve tabiî çatışmasını dikkate almadan anlamlandıramayız. Åžimdilik özetle ÅŸu söylenebilir; Ä°slâm Medeniyeti'nde kullanılan bu tür kavramların anlamları ancak o Medeniyetin tarihî baÄŸlamına geri gidilerek tespit edilebilir. Ve bunlar tek anlamlı kelimeler deÄŸillerdir. Bu tavırdan sakınmak zorundayız.
* Öyleyse konuyu, vurguladığınız ihtiyat payını elden bırakmadan, matematik ve fen bilimleri ile sınırlandırırsak; Gazzâlî sonrasında bilimin Ä°slâm Medeniyeti'nde ortadan kalktığı iddiasını nasıl deÄŸerlendiriyorsunuz. Gazzâlî bir "mîlâd" noktası gibi alınmalı mı? Buna baÄŸlı olarak Osmanlıların Gazzâlî'yi takip ettiklerinden dolayı bilimde geri kaldıkları düÅŸüncesi ne derece doÄŸrudur?
HerÅŸeyden önce Gazzâlî öncesi sonrası ÅŸeklindeki bölümleme siyasî bir tasniftir. Yani bu tasnifin siyasî-ideolojik muhtevasını dikkate almadan söylenenleri anlamlandıramayız. Ä°kinci olarak bir medeniyeti tek bir kiÅŸiye indirgemek ne kadar doÄŸrudur? Bu mümkün mü? Diyelim ki bu iddiayı dikkate aldık. O zaman, müsaadenizle, ÅŸöyle bir örnek vererek konuya girmek istiyorum. Osmanlı medreselerinde, Ä°bn Sînâ'cı çizgiye baÄŸlı olarak telif edilmiÅŸ, mantık, fizik ve metafizik sahasında ders kitabı olarak okutulan Esîruddin Ebherî'nin Hidâyet el-hikme adlı bir eseri vardır. Bu eserin tabiiyyât ve ilâhiyyât kısımlarına Kadı Mîr tarafından yazılan ÅŸerh Akkirmânî adlı bir alim tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiÅŸtir. Bu tercümenin önsözünde, klasik gelenek takip edilerek, ÅŸöyle denilmektedir: "Herhangi bir kiÅŸi konuÅŸtuÄŸunda konuÅŸtuklarını delillendirirse, o kiÅŸinin konuÅŸtuÄŸu ilimdir; konuÅŸan da âlimdir. Ama bir kiÅŸi konuÅŸtuklarını delillendiremiyorsa konuÅŸtukları hikayedir; konuÅŸan da hikayecidir. Åžimdi biz de bu iddiayı ileri sürenlere, geçici olarak ciddiye alıp, delilleriniz nelerdir diye sorarız. Bana sorarsanız sizin deliliniz nedir diye? Tarihtir derim; evet bizzat tarih. Åžöyle düÅŸünelim: Gazzâlî bir tepe noktası olsun. Bilimler Gazzâlî'ye kadar geliÅŸiyorlar; sonra düÅŸüÅŸe geçiyorlar. Öyleyse iddia sahiplerinin tek tek ilimleri ele alarak bu düÅŸüÅŸü göstermeleri gerekir. Yani, optik Gazzâlî'ye kadar ÅŸu geliÅŸmeyi gösterdi; sonra ÅŸu ÅŸekilde düÅŸüÅŸe geçti. Astronomi, Kimya, Tıp, Mantık hatta Felsefe, Kelam gibi tüm alanlarda bunun gösterilmesi gerekir. Ben bir kaç örnek vereyim. Optik dedik. Gazzâlî öncesi optik deyince, ayrıntılara girmeden, Aristoteles çizgisini takip eden tabiiyyûn ile Euclides-Batlamyus çizgisini takip eden riyadiyyûn tarafından geliÅŸtirilen iki ayrı optik geleneÄŸi mevcuttur. Ä°bn Heysem bu iki geleneÄŸi terkip ederek, tarihte ilk defa, bugünkü anlamda optik dediÄŸimiz ilm-i menâzir'i kurmuÅŸtur. Bu Gazzâlî öncesinde olan bir durum. Gazzâlî sonrasına baktığımızda, iddiayı ciddiye alıyorsak, Ä°bn Heysem'in inÅŸa ettiÄŸi optiÄŸe ciddi bir katkının olmaması gerekir; ya da varsa cüziyyata müteallık olması gerekir. Ama biz biliyoruz ki, bırakın Ä°slam optik tarihini, dünya optik tarihi Kutbuddin Åžirâzî, Kemâluddin Fârisî, Mirim Çelebi, Takiyuddin Râsıd dikkate alınmadan yazılamaz. Özellikle Kemâluddin Fârisî... Bunun yanında Ä°ÅŸrâkî felsefe geleneÄŸi göz önünde bulundurulmadan Ä°slâm optiÄŸinin dayandığı metafizik temeller kavranamaz. Ayrıca bu optiÄŸin astronomiye uygulanması, mesela, Fethullah Åžirvânî; Kelam'a uygulanması, mesela Ali KuÅŸçu; Tıb bilimindeki akisleri mesela, Ä°bn Nefîs... Tüm bunlar Gazzâlî sonrası dönemde vuku bulan geliÅŸmelerdir. Astronomiye bakalım. Gazzâlî öncesi astronomi nazarî çerçevede büyük oranda Hellenistik astronominin bir devamıdır. Amelî astronomi deÄŸil tabi, çünkü bu konuda ciddi boyutlara ulaÅŸan rasad çalışmaları var. Fakat nazarî çerçevede Aristoteles ve Batlamyus modelinin aşılması Gazzâlî öncesi dönemde biraz Ä°bn Heysem, Zerkalî gibi matematikçi-astronomlar tarafından denenmiÅŸtir. Ancak bu konudaki yoÄŸun çalışmalar, Gazzâlî sonrası dönemde vuku bulmuÅŸtur: Nasîruddin Tûsî, Müeyyuddin Urdî, Kutbuddin Åžirazi, SadruÅŸÅŸeria, Ä°bn Åžatır, Ali KuÅŸçu gibi matematikçi astronomlar farklı modeller önermiÅŸlerdir. Bu da kanaatimce büyük oranda, Gazzâlî'nin Hellenistik, özellikle Aristotelesçi ontolojiye getirdiÄŸi eleÅŸtiriyle alakalıdır. Tabii bu çerçevede tabiiyyûn-riyâziyyûn çatışmasında Gazzâlî'nin riyâziyyûn lehine aldığı tutumun, baÅŸta matematik olmak üzere astronomi ve diÄŸer matematik bilimlerde ne gibi sonuçları olmuÅŸtur? Bu konu üzerinde özellikle çalıştığım bir konudur, ve ÅŸimdiden söyleyeyim ki çok ilginç neticeler ortaya çıkmıştır.
Tıbbı ele alalım. Klasik tıbta, Hipocrates çizgisini takip eden tecrübî tıb ile Calinus çizgisini takip eden kıyâsî-felsefî tıb ÅŸeklinde iki ana gelenek vardır. Tecrübi tıb bizde özellikle Ebû Bekir Zekeriya Râzî, kıyâsî- felsefî tıb ise Ä°bn Sina tarafından temsil edilmiÅŸtir. Bu açıdan, günümüz tıp anlayışı açısından bakarsak, Ä°bn Sina'nın Ä°slam tıp tarihindeki yeri olumlu olduÄŸu kadar olumsuzdur da...
Bunu ben söylemiyorum, bizzat Ä°bn Nefîs söylüyor; nitekim bizde Calinus anatomisi ilk defa Ä°bn Nefîs eliyle aşılmıştır; bu da Gazzâlî sonrası dönemde vuku bulan ve tıb tarihi açısından son derece önemli bir geliÅŸmedir. DiÄŸer ilimlerde de çok farklı örnekler verilebilir; ama müsaadenizle Kelam ilmiyle bitirelim. Kanaatimce Gazzâlî öncesi kelam, kelamın çocukluk dönemidir; maddesi itibariyle deÄŸil tabi, sureti itibariyle... SistemleÅŸtirilmiÅŸ, belirli bir zemine oturtulmuÅŸ kelam Gazzâlî sonrası dönemde vücûd bulmuÅŸtur. Nitekim, Ä°bn RüÅŸd, kelamcılara ve özellikle EÅŸarilere yönelttiÄŸi eleÅŸtirilerde Gazzâlî'yi aynı kategoriye koymamaktadır. EÄŸer Ä°bn RüÅŸd, Gazzâlî sonrası kelamı, Seyfuddin Amidi ve Fahruddin Razi çizgisinde devam eden, özellikle Adudiddin Ä°cî, Kadı Beydâvî, Nasîruddin Tûsî, Sirâcuddin Urmevî, Seyyid Åžerîf Cürcânî, Sa'deddin Taftazânî ve Ali KuÅŸçu çizgisini görseydi bazı eleÅŸtirilerinden vazgeçerdi. Neticede, tam tersi bir iddiaya sahibim: Gazzâlî, muhtevası ne olursa olsun, Ä°slam Medeniyetini felsefîleÅŸtirmiÅŸtir. Ayrıca Ä°slam dünyasında her sahada üretilen bilginin meÅŸruiyyetini saÄŸlamıştır. Bu açıdan genelde aklî, özelde fen bilimlerinin, Ä°slam medeniyetindeki meÅŸruiyyetini biz Gazzâlî'ye borçluyuz. Kısaca, Dücane CündioÄŸlu'nun deyimiyle Gazzâlî öncesi dönem Ä°slam düÅŸüncesinin maddesini, Gazzâlî sonrası dönem ise suretini oluÅŸturmaktadır; ben de bu deyime ÅŸunu ekliyorum madde ve suretin nazmı ise, tabii bir süreklilik ve istikrar sürecinde, Osmanlı döneminde tahakkuk ve taayyun etmiÅŸtir.
* Gazzâlî ile MoÄŸol istilası ve dolayısıyla BaÄŸdad'ın düÅŸüÅŸü irtibatlandırılarak yine Ä°slâm Medeniyetinde bilimin gerilediÄŸi tezi ileri sürülmekte...
Evet. MoÄŸol istilası üzerine yapılan vurgu bir bakıma doÄŸrudur. Ancak bu bir sendelemedir, tükenme, ortadan kalkma deÄŸil. Tersine bir süre sonra Ä°slam Medeniyetinde, özellikle fen bilimlerinde, ikinci bir atılım baÅŸlamıştır. Çünkü MoÄŸollar, Ä°slam dünyasına siyasi bir hakimiyet saÄŸlamışsalar da yeni bir dünya görüÅŸü ve tasavvuru getirememiÅŸ, aksine siyasi anlamda hakim oldukları dünyanın dünya görüÅŸ ve tasavvurunu benimsemiÅŸlerdir. Bu açıdan MeraÄŸa matematik astronomi okulu, Semerkant matematik-astronomi okulu ve Ä°stanbul matematik astronomi okulu ile Ä°ran ve Hint bölgelerinde vuku bulan ilmî geliÅŸmeler dikkate alınmadan ileri sürülen bu görüÅŸ de anlamını yitirecektir. DediÄŸim gibi bu tür tasnifler siyasidir. Bu tür tasniflerin bir tarafına deÄŸineyim: Gazzâlî ve özellikle MoÄŸol istilasından sonra islam dünyasında siyasi hakimiyet tamamen Türklerin eline geçmiÅŸtir. Hocam Teoman Duralı'nın isimlendirmesiyle Ä°ngiliz-Yahudi Medeniyeti, siyasi anlamda tasfiye ettiÄŸi Osmanlı Türk Devletini kültürel anlamda da olumsuzlamak için bu tür teorileri ortaya atmaktadır. Arap Milleyetçileri ile Türk asıllı mukallitleri de, tabiri caizse, bu teorilerin üzerine atlamaktadırlar. Neticede bir delinin kuyaya attığı bir taÅŸ kırk akıllı tarafından çıkarılmaya çalışılmaktadır. Akkirmânî'nin deyiÅŸiyle bu bir hikayedir.
* DoÄŸrudan Osmanlı medreselerine gelmek istiyorum. Yine bir iddia mevcut ortalıkta: Osmanlı medreselerinde bilim yoktu; daha çok dinî ilimler vardı. Hatta Baron de Tott'un bir sözü var; bir Molla'ya "Bir üçgenin iç açılarının toplamı kaçtır" diye sordum. O da "üçgenine göre deÄŸiÅŸir" diye cevap verdi. Ne dersiniz?
Öncelikle, insan kendi medeniyetine iliÅŸkin konuÅŸurken taraf olmak zorundadır. Evet dürüst olabiliriz; ama tarafsız olamayız. Ä°kincisi, bir gülle bahar gelmez. Dolayısıyla bir Baron de Tott örneÄŸinden hareketle tüm medeniyet yargılanmaz. Üçüncüsü, soru sorulan kiÅŸi bir molla deÄŸil, yeni kurulan bir askeri mektepte eÄŸitim verilmesi düÅŸünülen yetenekli bir gençtir. Her medrese talebesinin Bursalı Kadı-zâde'nin Åžerh eÅŸkâl el-te'sîs'ini geometride iktisâd rütbesinde ders kitabı olarak okuduÄŸu bilindiÄŸine göre, böyle bir cümleyi tartışmak bile abestir. Dördüncü olarak, müsaadenizle bir fıkra anlatarak giriÅŸ yapayım. KomÅŸusu Nasreddin Hoca'dan eÅŸeÄŸini istemiÅŸ, hoca da "yok" diye cevap vermiÅŸ. O sırada eÅŸek anırınca, adam "bak iÅŸte eÅŸek burada"; hoca da "Sen bana mı inanıyorsun eÅŸeÄŸe mi?" diye söylenmiÅŸ.
Åžimdi, biz Yazma Kütüphanelerinde bulunan binlerce yazmaya mı inanacağız; yoksa Baron de Tott'un iddiasına mı?. Bu tür espirileri çok sık yapıyor onun gibileri. Bir örnek vereyim, Kanûnî Sultan Süleyman zamanında Ferdinand I,'in sefiri olarak Ä°stanbul'da bulunan Baron de Busbecq hatıratında "Türkler bizde icat edilen bir çok yeni ÅŸeyi aldılar, geliÅŸtirdiler. Ancak Kura'nın deÄŸeri düÅŸer diye matbaayı, ezan'ın deÄŸeri düÅŸer diye otomatik-mekanik saati almaktan kaçındılar", demektedir. Åžimdi Busbecq'in yaÅŸadığı döneme bakıyorsunuz; bu satırların yazıldığı tarihten üç yıl sonra Ä°stanbul'da Ä°stanbul Rasadhanesi'nin kurucusu matematikçi-astronom Takiyüddin Râsıd, bir Osmanlı müderrisi olarak dünya tarihinde bu sahada ilk üçe girebilecek el-Kevâkib el-dürriye fi vaz' el-benkâmât el-devriyye adlı eseri kaleme almıştır ve burada mekanik saatlerin çeÅŸitlerinden ve onların geometrik çiziminden ve yapımından bahsetmiÅŸtir. Eser, Sevim Tekeli Hanımefendi tarafından 1966 yılında Arapça metin, Ä°ngilizce ve Türkçe tercümesiyle beraber yayınlanmasına raÄŸmen bu konuda hala Busbecq'in iddiasına atıf yapanlar var Türkiye'de...Gelelim Tott'un dediÄŸine. Yazdıklarının siyasî baÄŸlamı bir yana; ilmî açıdan üçgenin iç açıları tabiki üçgenine göre deÄŸiÅŸir. Ä°ç bükey bir üçgende yüzseksen dereceden küçüktür, dış bükey bir üçgende yüzseksen dereceden büyüktür. Ama Tott'un mensup olduÄŸu YeniçaÄŸ Avrupa bilimi bundan haberdar deÄŸildi, ta 1850'lerden sonra Öklit dışı geometriler ortaya çıkıncaya kadar. Ä°slam medeniyetinde küresel trigonometri kurulmuÅŸtu; öyle açı çeÅŸitleri ve buna baÄŸlı unsurları tartışmışlardır ki, üçgenin iç açıları basit bir meseledir burada. Evet bu tartışmalar felsefî bir zeminde cereyan etti, hiç bir zaman Lobachevski ve Riemann gibi farklı Öklit dışı geometriler inÅŸa edilmedi; ancak Müslümanlar bu bilgilerini astronomi aletlerine bile yansıttılar.
* Åžöyle diyebilir miyiz?. Osmanlılarda, sizin tabirinizle kendi çerçeveleri içinde, bir ilmî faaliyet vardı. Ancak bunun sosyal ve siyasî hayata aktarımı zayıftı. Bunun da niye böyle olduÄŸu, övgü ve sövgü mantığının dışında tarihi açıdan araÅŸtırılmalıdır.
Tabii. Osmanlılar kendi çerçeveleri içinde güçlü bir ilmî hayata sahiptiler. Ancak daha önce söylediÄŸim gibi klasik bilgi teknik üretmek için deÄŸil eÅŸyanın hakikatını tespit için vardır. Bu sahip olunan bilginin sosyal ve siyasi hayata yansıması yoktur anlamına gelmez. Ama nihaî hedef bu deÄŸil. Mesela, hendese nazarîdir, eÅŸyanın hakikatine iliÅŸkin bir araÅŸtırmadır. Misâha ise hendesinin tatbikidir. O açıdan, yeri geldiÄŸinden dolayı söyleyeyim, Osmanlı mimarisinin matematik temelleri Osmanlı dönemi misaha kitapları dikkate alınmadan tespit edilemez. Övgü ve sövgü mantığına gelince... Malzemesi üzerinde çalışılmamış bir tarihi dönem hakkında hüküm vermek ne derece ilmîdir. Mesela, son zamanlarda Rahmetli Cevad Ä°zgi'nin Osmanlı Medreselerinde Ä°lim adlı iki ciltlik bir eseri çıktı. Bu eserle beraber en azından malzeme düzeyinde bazı eksiklikler belirli bir oranda kalktı. Yazmalara dayalı bu çalışmayla Osmanlılarda hangi ilmi eserlerin mütedavil olduÄŸu, okunduÄŸu ve bunun mekanizması ortaya kondu.
* Yazmalar konusuna gelelim. Asırlar boyu, matbaa da geç girdiÄŸinden dolayı, telif, ÅŸerh, haÅŸiye gibi yöntemlerle kaleme alınmış yüzlerce eser var. DediÄŸiniz gibi bunlar üzerinde çalışılmadan hükümler veriliyor, genellemeler yapılıyor. Yazmaların önemi nedir?
Dananın kuyruÄŸunun koptuÄŸu yer burasıdır. Hemen söyleyelim, Ä°slam ve Osmanlı Medeniyeti bir yazma kültürüdür. Zaten biz basma kültürü mantığıyla yazma kültürüne baktığımız için bir sürü problem neÅŸet ediyor. Bakınız, dünyada altı milyon Arapça yazma var; dört milyon da Türkçe, Farsça ve diÄŸer müslüman halkların mahalli dilleriyle yazılmış yazma varsayılırsa yekun onmilyona baliÄŸ olur. Bu mikdarın daha bir milyonu belki çalışıldı. Gerisini varın hesap edin. DiÄŸer taraftan ÅŸerh, haÅŸiye, talik gibi terimlere gelelim. Bunlar birer yazım tekniÄŸidir; ilmin ilerlemesi gerilemesi gibi konularla alakaları yoktur. Åžerhler, talimî metinler üzerine yapılır. Mesela Ä°bn Sina'nın el-Åžîfâ'sına ÅŸerh yazılmaz. Åžerh, muhtasar ve müfid talimî bir metnin daha üst bir seviyeye çıkartılması için yazılır. Åžerhi tefsirle karıştırıyorlar, ÅŸerh tefsir deÄŸildir. Yani ÅŸerh metni açıklamaz, metni daha üst bir seviyeye taşır. HaÅŸiye daha üst bir seviyeye, talik ise artık ayrıntılarda takılıp kalan bilgiyi söküp alır. Bu açıdan yazma kültürü mantığı içinde, hoca-metin olmazsa olmaz iliÅŸkisini de dikkate alarak bu yazım tekniklerini deÄŸerlendirmeliyiz.
* Yazmalara dönersek. Bir örnekle yazma bir eseri düÅŸünce tarihi açısından nasıl deÄŸerlendirebiliriz?
Bu soruya yüzlerce örnek verilebilir. Ben ÅŸu örneÄŸi vereyim. Denilir ki, Ä°bn RüÅŸd'ün, Gazzâlî'nin Tehâfut el-felâsife'sine yazdığı Tehâfut el-tehâfut isimli cevabî eseri Osmanlıya ulaÅŸmamıştır; ulaÅŸsaydı durum daha farklı olurdu; Gazzâlî düÅŸüncesi Osmanlı'da tutunamazdı. Åžimdi bu harcı alem bir iddia, ve basma kültürü mantığıyla ileri sürülmüÅŸ bir iddia. Yazma kültürü yöntemi açısından, önce Ä°bn RüÅŸd'ün eserinin dünyada mevcut yazma nüshaları tespit edilir; bu nüshalar nerelerde, hangi ÅŸehirlerde, hangi medreselerde, hangi mekâtiplerde istinsah edilmiÅŸ, kimler tarafından istinsah edilmiÅŸ; nüshaların üzerinde bulunan feraÄŸ kayıtları, temellük kayıtları, ÅŸira kayıtları, istishab kayıtları yani kısaca yazmalarla ilgili diÄŸer tüm kayıt türleri incelenir; böylece yazmanın tarihî seyri tespit edilir; sonra ulaÅŸtı mı, biliniyor mu bilinmiyor mu? tartışılır. Bu açıdan Ä°bn RüÅŸd'ün eserinin bir Fransız tarafından yayınlanan tenkitli metnine baktığımızda, tenkitli metnin dayandığı tüm nüsharın Osmanlı döneminde hem de Ä°stanbul'da istinsah edilmiÅŸ nüshalar olduÄŸunu görürüz. Mesela, tenkitli metnin dayandığı asıl nüsha Yeni Camii nüshası TaÅŸköprülü-zâde'nin nüshasıdır. Åžehid Ali PaÅŸa nüshası Musa Ä°sa adlı bir alimin, Laleli nüshası Esad Yanyevî'nin, Cambridge nüshası Mustafa Sipahizâde'nin, vb... Ben de acizane mevcud tenkitli metinde kullanılmamış en eski Arapça nüshayı tespit ettim... Bu nüsha da 1506 tarihinde yine Ä°stanbul'da istinsah edilmiÅŸtir. GörüldüÄŸü gibi tüm nüshalar Osmanlı nüshasıdır.
Tüm yazma eserler için aynı süreç takip edilmelidir. Bu yapılmazsa ne olur. Müsaadenizle yine bir örnek vereyim: Yakın zamanda Muhammed Abid el-Câbirî'nin Türkçe'ye Arap Aklının OluÅŸumu isimli bir kitabı çevrildi. Eser, Ä°slâm düÅŸünce tarihinin polisiye romanı mantığıyla yazımına güzel bir örnektir. Eserin tenkidi bir tarafa; bakın ne diyor: "O (Gazzâlî) Ä°bn Heysem'in koyduÄŸu ilmin kökünü kazımış, yaymaya çalıştığı rasyonalist kritisizm (=tenkidçi) ruhunu boÄŸmuÅŸtur. /.../. Evet, Ä°bn Heysem, Arap Kültürü içinde gerçekten bir "yabancı"ydı ve onu kesinlikle etkileyememiÅŸti". Åžimdi bakınız; Câbirî Ä°slam ilim tarihinde iki ayrı Ä°bn Heysem olduÄŸunu bilmiyor: Tabiiyyûndan olan Aristocu Ä°bn Heysem ile riyâziyyûndan olan Ä°bn Heysem. Evet, Gazzâlî birincisini boÄŸmuÅŸtur; ama ikincisine arka çıkmıştır. Câbirî ise birinciyi savunurken, iki ayrı Ä°bn Heysem olduÄŸunu bilmediÄŸinden dolayı, aslında ikincisini savunuyor dolayısıyla bizim dediÄŸimize geliyor. Ä°kincisi, etkilemediÄŸini hangi araÅŸtırmalardan intâç ediyorsunuz. Ä°bn Heysem'in eserlerinin yazma nüshalarının tarihi seyrini incelediniz mi?. Nasîruddin Tusî'nin, Kutbuddin Åžirâzî'nin, Kemaleddin Fârisî'nin, Ä°bn Nefîs'in, Mirim Çelebi'nin, Ali KuÅŸçu'nun, Fethullah Åžirvânî'nin, Takiyuddin Râsıd'ın eserlerini gördünüz mü? Bu Ä°slam matematik ve astronomisinin büyük isimlerinin optik, matematik ve astronomi çalışmaları büyük oranda Ä°bn Heysem çizgisindedir. Bunu bizzat kendileri söylüyor; hatta bazılarının eserleri Ä°bn Heysem'in eserlerinin ihtisarı, hulasası, tenkihi ÅŸeklindedir. Gerçekten de Ä°slam Medeniyeti'nde optik, matematik ve astronomi sahasında bir Ä°bn Heysem okulu vardır; bunu bizzat klasik kaynaklarımızdan Ä°bn Ekfânî, Ä°rÅŸâd el-kâsıd ilâ esnâ el-mekâsıd adlı eserinde vurguluyor. Niçin Câbirî gibi iyi bir araÅŸtırmacı bunu söylüyor. Birincisi her ÅŸeyi Sosyalist MaÄŸribî Arap MilliyetçiliÄŸi Ä°deolojisi açısından deÄŸerlendirmesi. Ä°kincisi çerçevesinin yanlış olması yani Ä°slam ilim tarihinin mantığını kavrayamaması, riyâziyyûn ve tabiiyyûn gibi farklılıklardan haberdar olmaması vb... Üçüncü ise yazma kültürü yöntemini dikkate almaması. En acısı da Türk hakimiyeti dönemini (Osmanlı dahil), Muhammed Cemil Beyhem'i takip ederek kayıp halka (el-halkat el-mefkûde) olarak isimlendirip görmemezlikten gelmesi. Tüm bu noktalara raÄŸmen Ä°slâm medeniyetini deÄŸerlendirecek, kuÅŸatacak, açıklayacak iyi bir çerçeve inÅŸa edilebilir mi?
Yazma kültürüne dönersek ÅŸu ayırımı yapmamız lazım: Osmanlı ilmî seviyesi ile Osmanlı katkısı arasında. Seviye için rahatlıkla ÅŸunu söyleyebilirim: Osmanlılar Klasik Ä°slam mirasının %95'ine sahiptiler. Bu yazmalar Osmanlı kütüphanelerinde, medreselerinde mevcuttu, ve bunlar mutalaa ediliyordu. Bu açıdan Ä°bn Sina, Ä°bn Heysem aynı zamanda birer Osmanlı alimidir; diÄŸerleri içinde aynı ÅŸey geçerlidir. Katkı için ise Osmanlı döneminde telif, ÅŸerh, haÅŸiye, tercüme vb. ÅŸeklinde ortaya konulmuÅŸ yazmaların incelenmesi gerekir. Åžahsî kanaatim gelecek yüzyıldaki Ä°slam ve Osmanlı düÅŸüncesi araÅŸtırmaları yazmalardan geçecektir. Bunun ötesinde konuÅŸmak, Akkirmanî'nin deyiÅŸiyle hikaye olmaktan öteye geçmeyecektir.
* Peki, Osmanlılarda niçin bazı ilim dalları geliÅŸemedi?
Öncelikle geliÅŸme ile dönüÅŸmeyi birbirinden ayırmamız lazım. Osmanlı biliminde geliÅŸme kendi çerçevesi içinde son dönemlere kadar devam etmiÅŸtir. Bunu ancak bu dönemde telif edilmiÅŸ yazma eserlerle hemhal olan bir kiÅŸi anlayabilir; dışardan konuÅŸmak, konuÅŸulan disiplinin teknik tarihî geliÅŸimi de bilinmiyorsa, anlamsızdır. Peki niçin bir dönüÅŸüm olmadı? Yani YeniçaÄŸ Avrupasında ortaya çıkan integral hisab, diferensiyal hisab, yeni fizik vb. konular niçin bizde vuku bulmadı. Ä°ÅŸte tüm bunlar tam tersine Osmanlıda bir ÅŸey olmadığından deÄŸil, çok yerleÅŸik bir ilim geleneÄŸi olduÄŸundan olmadı. GeleneÄŸin gücü sadece Osmanlı için deÄŸil, her dönemde geçerlidir. Yunan Pitagoras aritmetiÄŸinin aşılmasında, Öklidin geometrik matematiÄŸinin tıkanmasında hep yerleÅŸik geleneÄŸin gücü sözkonusudur. Daha modern bir örnek vereyim. Öklid dışı geometrilerin ortaya çıktığı dönemde ki yuvarlak bir tarihle 1850 civarıdır, Bolyai'nin babası, Alman matematikçi Gauss'a -ki matematiÄŸin prensi olarak bilinir- oÄŸlunun Öklid dışı geometrilere iliÅŸkin çalışmalarını gönderince; Gauss ÅŸu cevabı verir: "Ben zaten bunu biliyorum. Ancak bunu ilan edersem insanların bana deli diyeceÄŸinden korkuyorum". Niçin? Çünkü Kant ile beraber Öklid geometrisi insan zihninin dışavurumu olarak görülmüÅŸ. Åžimdi nasıl olurda aynı zihin iki ayrı geometri inÅŸa etsin; iki ayrı doÄŸru olsun. Bakınız, kilise yok, dinî baskı yok ve döneminin en büyük matematikçisi Gauss. Ancak çerçeve çok güçlü. SöyleyeceÄŸi yeni ÅŸeyin teknik bir detay olmadığı, bir metafiziÄŸi deÄŸiÅŸtireceÄŸini çok iyi biliyor. Ä°ÅŸte Osmanlıya da bu çerçeve (paradigma) problemi açısından yaklaÅŸmak gerekir.
* Öyleyse bu çerçeveyi tahlil edelim.
Bu zor bir konu. Ben kendi hesabıma bunu anlamaya çalışan biriyim. Ancak bazı ayırımlar üzerinde durabilirim. Daha önceki bir yazımda da ifade ettiÄŸim gibi klasik dönem söz konusu olduÄŸunda bilgi açısından medeniyetleri biribirinden ayırmanın dört basamağı vardır diye düÅŸünüyorum: Bilginin tanımı, bilgiyi üreten ÅŸahsın kimliÄŸi, bilginin üretildiÄŸi müesseseler ve üretilen bilginin maksadı. Bu açıdan Osmanlı ve YeniçaÄŸ Avrupası karşılaÅŸtırılabilir. Bu uzun bir konu. Tekrar çerçevenin teÅŸekkül sürecine dönersek, Gazzâlî sonrası dönemde Ä°slam Medeniyetinde, onun saÄŸladığı meÅŸruiyyet çerçevesinde, bir yerleÅŸikliÄŸe, istikrara ulaşılmış oldu. Üretim de uzlaşılmış çerçevenin içinde yapılmaya baÅŸlandı. Bu açıdan Osmanlı dönemi Ä°slam Medeniyetinin istikrar dönemidir. Ve hiç mübalaÄŸa etmeden ÅŸunu rahatlıkla söylüyorum: Osmanlı'da klasik dönemde birbiriyle kavga eden tüm farklı yönelimler, meÅŸÅŸâî felsefe, iÅŸrakî felsefe, çeÅŸitli renkleriyle tüm irfanî okullar, yine çeÅŸitli ayrımlarıyla kelamî ekoller vb. mevcut. Mesela Osmanlı düÅŸüncesinde ciddî bir Ä°bn Sînacı çizgi var; bunu Ä°bn Sina'nın eserlerinin yazma nüshalarının tarihi seyrini inceleyerek tespit edebilirsiniz. Yani Osmanlı, yeni bir medeniyet deÄŸil, her açıdan klasik Ä°slam Medeniyetinin birikimini tevarüs etmiÅŸ, tabii bir devamıdır.
* Niçin dönüÅŸüm olmadığını çizdiÄŸiniz çerçevede tekrar ele alırsak...
Evet. Bunu tarihi baÄŸlamda bulabiliriz. Bir örnekle izah etmeye çalışayım. Ä°htimaliyat (olasılık) hesabı denilen bir hesap türü var. Bu Avrupa'da nasıl ortaya çıkmış? Ä°ki önemli sebebi var: Sigorta ÅŸirketlerinin yaygınlaÅŸması ve kumarhaneler ile kumar oynamanın aristokrat sınıf nezdinde yaygınlaÅŸması... Nitekim bu hesabı ilk icad eden Pascal'a sorulan soru "Bir kumar destesinde ÅŸu ihtimal ne kadardır?" ÅŸeklindedir; soran da kumara düÅŸkün bir aristokrattır. Bu baÄŸlam bizde yok, onun için tezahürü bekleyemezsiniz. Ama çok ilginçtir bizde aynı hesab türü nerededir? Kombinatör analiz dediÄŸimiz bu hesap türü, -ki ihtimaliyatı da kuÅŸatır- Halil b. Ahmed'in daha hicretin ilk asırlarında kurduÄŸu ve ondan sonra geliÅŸen "Arap harflerinin biribirleriyle terkibinden kaç türlü anlamlı kelime ortaya çıkar" ÅŸeklindeki bir varlık zemininde vücûd bulmuÅŸtur. Ve daha sonra bu çalışmalar ilerletilmiÅŸtir; Ebu Bekir Kerecî, Samavel, Kemaluddin Fârisi, CemÅŸid KaÅŸi, Yezdî, Osmanlı döneminde Takiyüddin Rasıd ve özellikle Ä°brahim Halebî... Ä°lginçtir m. XII-XIII. yüzyıllarda yaÅŸamış Ä°bn Mun'im adlı maÄŸribli matematikçi bu matematik tekniÄŸine fıkh el-hisab adını vermektedir. Yine ilginç diÄŸer bir nokta bu tekniÄŸin, Nasîruddin Tusi eliyle, Ä°slam felsefesinde, erbabının bildiÄŸi, sudûr nazarîyisine uygulanmasıdır; yani Yeni-Eflâtuncu çok önemli felsefî bir problem matematik yöntemle çözülmeye çalışılmıştır. Sanıyorum bu örnekler tarihi baÄŸlamın ve çerçevenin mantığının anlaşılmasını saÄŸlayabilir.
* Ä°sterseniz, YeniçaÄŸ Avrupa biliminin Osmanlıya giriÅŸi konusunu ele alalım. Bu nasıl oldu; yani bu kadar güçlü bir çerçeve vardı, bu nasıl aşıldı?
Bu konuda cari olan kanaatler ÅŸunlardır: Bu kolay olmadı. Ä°kincisi zannedildiÄŸi gibi aktarım nazarî mülahazalarla deÄŸil pratik kaygılarla ele alındı; dolayısıyla mütefennin zabit yetiÅŸtirmek hedeflendi. Bu açıdan Osmanlı batılılaÅŸması askerî batılılaÅŸmadır. Bu ifadelerin hepsi kısmî doÄŸrulardır; ancak bunlar sebepler deÄŸil sonuçlardır. Daha derine gitmek gerekir. Åžöyle düÅŸünüyorum: Ahmed Cevdet PaÅŸa'nın ifadesiyle Ä°slam medeniyetinde kadîm olan Ä°slam öncesi, cedid olan Ä°slamî dönemdir. O açıdan Ä°bn Nedim el-Fihrist adlı eserinde Ä°slam ulemasının bir kısmına muhdesûn adını verir yani modernler. Öyleyse soru ÅŸudur: Osmanlı uleması ne zaman kendi bilgi çerçevesine kadîm olarak bakmaya baÅŸladı? Yani meseleyi kadim-cedid kavramları çerçevesinde ele alıyorum; bu konuda bir araÅŸtırmayı da yürütüyorum. O zaman görürürüz ki sorun XVII. yüzyılın baÅŸlarına kadar gitmektedir ve muhtemelen bizde ilk defa cedid kavramı tıbbî literatürde kullanılmıştır. Burada Tanzimat ve sonrası dönemde Tıbbiye'nin Osmanlı zihniyetinin modernleÅŸmesindeki yerini de hatırlamalıyız. Kadîm kelimesi de benzer ÅŸekilde... Daha sonra heyet-i cedide ve heyet-i kadime tabirleri... Gerçekten bunlar sıkça kullanılan tabirler... Neticede Osmanlıdaki dönüÅŸüm askerî modernleÅŸmeden çok önce baÅŸlamıştı bile; sonuncusu devlet tarafından teÅŸkilatlandırıldığı ve sonuçları ağır olduÄŸu için dikkat çekiyor.
Dikkat edilmesi gereken nokta kendi bilgi birikimine kadim diyen yine Osmanlı ulemasının kendisi olmasıdır ve bu amelî ilimlerden nazarî ilimlere doÄŸru hafifleyen bir seyir izlemektedir. Ancak YenicaÄŸ Avrupa biliminin fizikî yani teknik baskısı artınca bu kadîm-cedid iliÅŸkisi radikal bir hal aldı. Neticede, iki zihniyetin farklılığı, Batı Avrupa biliminin tanımı, üretici ÅŸahsı, kurumları ve hedefleri farklı olduÄŸundan, ve dahi Osmanlı ilmî paradigmasının güçlü olmasından dolayı kabulde ve hatta yer yer anlamada oldukça zorlanıldı; teknik olarak deÄŸil, kavramsal çerçeve olarak... Çünkü Osmanlı bir Pigme kabilesi deÄŸil ki, sabahtan akÅŸama tüm dünya görüÅŸünü ve dünya tasavvurunu deÄŸiÅŸtirsin. Burada psikolojik zorluk karşımıza çıkıyor. Frenk dediÄŸin, ve dahi Gavur dediÄŸin diÄŸerinden alıcı konumuna düÅŸüyorsun. Buradaki alıcılık, tekrar ediyorum, cüziyyata iliÅŸkin deÄŸil külliyata iliÅŸkindir. Yani sadece unsur deÄŸil asıl alıyorsun...Ä°lginç bir örnek vereyim: Osmanlı Medreselerinde Bahaeddin Amilî'nin ders kitabı olarak okutulan TeÅŸrîh el-eflâk adlı bir teorik astronomi eseri vardır. Kuyucaklızade Mehmed Atıf Efendi (öl.1847) bu eseri Türkçeye tercüme ediyor. Kopernik astronomisi Osmanlı bilimine ulaÅŸalı çok olmasına raÄŸmen -1660'lara kadar geri gider-, Atıf Efendi ÅŸöyle diyor: "DuyduÄŸumuza göre Kopernik nam Frenk yeni bir sistem ortaya koymuÅŸ, bu sistem ÅŸöyle ÅŸöyledir". Diyor ki, bu sistem bizim geleneÄŸimizde zaten var, niye o koymuÅŸ olsun ki... Ä°ÅŸte Kadim dönemde yaÅŸamış Pitagoras nam hakim... vb., baÅŸlıyor anlatmaya...
Yani durumun aslında farkında, ancak kabullenmek için kendi geleneÄŸinde karşılığını arıyor. Ä°ÅŸte bu psikolojik zorluktur; bu da ancak bir ÅŸeye sahip olan insanın göstereceÄŸi bir tavırdır. Neticede üç tavır var batı bilimine karşı: Karşı olanlar: nispeten azdır ve dinî gerekçelerle deÄŸil, çerçevenin gücünden ve psikolojik zorluktan dolayı...; dinî gerekçe varsa bile delil olması itibariyle vardır, asıl olması itibariyle deÄŸil... Ä°kinci öbek tamamen taraf olanlar; kaygıları bir an evvel vaziyeti, yani Ä°stanbul merkezli siyasî merkezin nisbî bağımsızlığını, kurtarmaktır. Üçüncüsü gelenekte durup yeniyle sentez yapmaya çalışanlar: Gelenbevî Ä°smail Efendi, Seyyid Ali PaÅŸa gibi... Tabii bunlar genel taslaklardır, ayrıntılarda çok daha farklı unsurlar iÅŸin içine girer. Bunun yanında Osmanlı ulemasının YeniçaÄŸ Avrupa bilimine olan tavrını tespit için klasik bilgi zihniyetini kavramak gerekir. Mesela Seyyid Ali PaÅŸa, modern eÄŸitim kurumlarında baÅŸhocalık yapmasına raÄŸmen niçin Ali KuÅŸçu'nun el-Fethiyye adlı klasik astronomi eserini Türkçe'ye tercüme ediyor. Bunu anlamak için tabiiyyûn ile riyâziyyûn astronomi anlayışlarını vb. konuları bilmek gerekir.
* Son olarak bugün ne yapılablir? Yazma kültürümüz yeni bir ihyâ ve inÅŸâ aÅŸamasında nasıl tavzîf edilebilir?
Kısa cevap vermeye çalışacağım. Öncelikle kendi tarihimizi sahiplenmeliyiz. Bu da yerlileÅŸmekle mümkün olabilir. Ä°lgilendiÄŸimiz ÅŸeyin kendi tarihimiz olduÄŸunu unutmamalıyız. YerlileÅŸme, yerli bir mevkif yani duruÅŸa sahip olmakla gerçekleÅŸir. Mevkif sahibi olmak psikolojik ve ahlaki bir durumdur dolayısıyla ÅŸahsiyeti ÅŸart koÅŸar. Ä°kincisi maksadımız olmalı; bu da siyasi bir tavırdır ve mensubiyeti ÅŸart koÅŸar. Son olarak bir manzumemiz olmalı, bu da nazarî bir çabayı gerektirir ve dolayısıyla ehliyeti ÅŸart koÅŸar. Yani mevkif, maksad ve manzume ile bunların ÅŸart koÅŸtuÄŸu ÅŸahsiyet, mensubiyet ve ehliyet... Bunlar birbirini zorunlu kılar. Gerisi de kendiliÄŸinden gelir.
Kaynak: Dergah (Edebiyat - Sanat – Kültür Dergisi) / Sayı: 97-Mart 1998
Henüz yorum yapılmamış.