Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Prof. Dr. Haluk Dursun: Ayasofya'nın müze yapılması bir cinnet, boşluk ve kırılma döneminin eseridir

Merhum Prof. Dr. Haluk Dursun hocanın, Derin Tarih Derigisi'nin Haziran 2012 sayısında, Mustafa Armağan'a vermiş olduğu röportajı, Ayasofya'nın gündeme geldiği bu günlerde önemine binaen okurlarımızın beğenisine sunuyoruz.



Prof. Dr. Dursun, "Ayasofya müze mi kalmalı, camiye mi dönüştürülmeli?" tartışmalarına yeni bir açılım kazandırmaya aday görüşlerini paylaşırken, kubbelerin ve kemerlerin serin gölgesinde düşündürücü bir Ayasofya yolculuğuna çıkardı bizleri. İşte o bilgi ve bilgelik dolu söyleşi.

Ayasofya'nın İslam tarih ve kültüründeki yerini anlatır mısınız? Müslümanlar için Ayasofya ne ifade ediyordu? Osmanlı için Fetih öncesi ve sonrasında neyi ifade etti?
 
Ortak düşüncelerden yola çıkarak ve kendi görüşümü de katarak söylüyorum: Bir kesim onu bir büyük kilise olarak görürken, diğer bir kesim de cami-i kebir olarak görüyor. Osmanlılar hep cami-i kebir olarak gördüler, çünkü Ayasofya, Osmanlı'daki cami ve cami imamlarının hiyerarşisinde tartışmasız 1 numaraydı.
 
Kendi görüşüme gelince, benim tarihçi, Ayasofya yöneticisi ve Müslüman olmak üzere 3 ayrı kimliğim var. Bunları bir araya getirerek konuşmak istiyorum: Osmanlılar Ayasofya'nın cami-i kebire dönüştürülmesi işinde bir zarureti görmüşler. Ana bina her ne kadar cami-i kebire dönüştürülse de, daima kilise halini hatırlatacağı için etrafina ilaveler yaparak onu bir 'kül' haline getirip o külün içinde bir 'cüz' halinde tutmak lüzumunu fark etmişler ve Ayasofya'yı bir külliye haline getirmiş, ilavelerden başlamak üzere dış çehresini değiştirmeyi çok önemsemişler. İç ve dış şadırvanlar, sebil, imaret, medreseler, muvakkithane ve en son olarak da türbelerin eklenmesiyle bu değişimi tamamlamaya çalışmışlar.
 
 
Haseki Hamamı dahil edilebilir mi buna?
 
Tam değil, Ayasofya Hamamı'dır adı, doğrudur ancak o, bu zihniyetin dışında yapılmıştır. Ayasofya'nın dönüşümündeki önemli faktör, Fatih'in medrese ve minareyle başlattığı değişimin I. Mahmud döneminde sürdürülmesi ve Abdülmecid'in bunun üzerine gitmesidir.
 
Ayasofya'nın dönüşümü için sadece bu 3 padişah mı öne çıkmakta?
 
Aslında dördüncü olarak araya II. Selim'i koyuyorum; çünkü minarelerle devreye giriyor, daha da önemlisi, oraya gömülerek türbeler geleneğini başlatıyor. Sonra özellikle kütüphanesiyle çok çok ayrı bir yere sahip olan I. Mahmud’u koyuyorum. Beşinci bir aday koymak gerekirse II. Abdülhamid'i sayıyorum. Çünkü 1894 depreminin hasarını çok dikkatli bir şekilde düzeltmek ve Ayasofya'yı kurtarmak için teşebbüse geçmiş. Bu beşliyi dönemlerine referans vererek kurguluyorum.
 
Cumhuriyet dönemi ise biraz farklı. Çoğu kişi bu dönemin dikkatini, Ayasofya'nın ibadetten uzaklaştırılmasına yönelttiğini düşünüyor. Ben biraz farklı görüyorum. Ayasofya asla tek başına düşünülmemeli, ona bir külliye olarak bakılmalıdır. Diğer bir ifadeyle, evvela Ayasofya'nın kendisinin kurtarılması gerekiyor. Bu da külliyenin bu mantık içerisinde yeni baştan değerlendirilmesini gerekli kılıyor. Burada 3 şey önemli. Kendi kanaatim olarak söylüyorum, Ayasofya türbeleri mutlaka halka açık ve serbest olmalıydı. Müze olarak değil, ücretsiz ziyaret edilebilir olmaları lazımdı. Bunu yaptık. Isteyen, Meyyit Kapısı denilen türbeler kapısından girebiliyor ve türbeleri ücretsiz gezebiliyor. 
 
Ikincisi, külliyede mimarisinden çok, fonksiyonu dolayısıyla mesaj özelliği olan bir yapı var: Sebil. Ayasofya'nın sebilinin açık olması lazım. Maalesef Istanbul'un sebilleri dünyanın en talihsiz sebilleridir. Istanbul yöneticilerinin bu konuda çok hesaba çekilmesi lazım. Ben Ayasofya yöneticisi olarak geldiğim gün sebilin açılması için çalışmalara başladım ve Kadir Topbaş Bey'e, kendisini gördüğüm ilk toplantıda "Hamidiye suyunu lütfedin, Hamidiye suyuyla başlayalım" dedim ve kabul etti. Hamidiye suyuyla başladık, sonra sponsor bularak devam ettik ve eski Istanbul geleneğinden demirhindi şerbeti dağıttık. Bu sene Mayıs ayında gül şerbeti veriyoruz. Bunlarda büyük mesajlar var, tabii anlayana. Gül şerbeti, gelincik şerbeti yaptırıp Ayasofya sebilinden dağıtıyoruz.
 
Içimde ukde kalan bir diğer konu imaret. Bir şehrin sebilleri mürüvvetini, imareti keremini gösterir. O şehirdeki imaret sayısı o şehrin zenginligini, keremini ve bereketini gösterir. Bugün Istanbul'da açık olan sadece 1 imaret var, Eyüp'te ki Mihrişah Sultan Imareti. Ayasofya'nın Fatih Vakfi olduğunu herkes biliyor: peki ya 1. Mahmud'un vakfiyesini? Ayasofya'daki imaret binasını yaptıran I. Mahmud'dur. Mutfakları, fırınları, değirmen taşı duruyor ve Ayasofya kısmında sergileniyor. Son yıllarda Ramazanda çadır ve bereketin kultürüne geri döndürdüler Istanbul'u. Iftar çadırları kurdular. Imaretse burada boş kaldı. Peki imaret ne için yapılmış? O iftarlar aslında Ayasofya imaretinindir. Kazanlar, kantarlar, o zamana ait tarifler orada duruyor. Bir tarafta özel yemekler verilirken bir tarafı yemek müzesi yapilabilir. Her sene 29 Mayıs'ta Fetih Helvası dağıtırım orada bana kalsa...
 
Demek ki Ayasofya, sadece bir binanın cami yapılmasından ibaret bir şey değil, onun etrafında bir büyük kültür, ayrıca tasavvufi bir halka var.
 
Osmanlıların ekledikleri eserlerin de ihyası ile birlikte Ayasofya'nın bütün olarak hayatiyet kazanması gerekiyor.
 
 
Bir de Sibyan Mektebi çalışmanız var, değil mi? 
 
I. Mahmud'un eseri olan Sibyan Mektebi'ni kurtardık. Ben geldiğimde Sibyan Mektebi mu- düriyet lojmanıydı. Halbuki Istanbul'daki en yüksek ve yekpare olan sibyan mektebi kubbesi bu binadadır. Bakanlığa yazı yazdım ve müdüriyet lojmanının aslına döndürülmesini, müdür olarak haklarımdan feragat ettiğimi, aslına uymayan ilavelerin derhal yıkılması ve oranın Ayasofya araştırmaları merkezi olarak kullanılması gerektiğini belirttim. Teklifim kabul edildi. Yasal bir düzenlemeyle eski haline dönüştürüldu. Fazladan ilaveler silindi ve dershaneye çevrildi. Bugün orada Ayasofya dersleri veriyorum. Ilk dersi de sibyanlara (çocuklara) yaptık. Ayasofya Konuşmaları halen devam ediyor. Periyodik olarak Ayasofya'da gezi konferansları düzenliyoruz. Ilk önce mektebi tanıtıyoruz, böylece yaşları kaç olursa olsun bir Ayasofya dersi dinlemiş oluyor insanlar.
 
Kütüphanenin de yüzde 50'si halloldu; ancak restorasyon çalışmaları devam ediyor. Ayasofya'nın Fatih Vakfiyesi var da kütüphanenin yok mu? Taşınan kitapların tıpkıbasımı yapılmış nüshalarını hazırlatmak istedik. Süleymaniye Kütüphanesi Müdürü Emin Eş sağ olsun Süleymaniye'den o kitapları ayırdh, fihristini hazırladık. Çok özel ve güzel ciltler var. Burası I. Mahmud'un bağışlarıyla yapılmış, Padişahın gözüne girmek için de Ayasofya'ya kitap bağışında yarış başlamış. Şu sıralar muvakkithaneyi ve güneş saatlerini yaptırıyoruz.
 
Muvakkithane yine muvakkithane mi olacak?
 
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne gönderme yaparak bir saat müzesi düşünüyorum. Cami döneminden kalan saatler bizde. Onların hepsinin sergilendiği, bir saat ve vakit müzesi gibi bir şey için çok da uygun bir yer.
 
Ayasofya'nın avlusunda ayrı bir kapısı var, o da gündeme gelecek. Şu an Ayasofya'nın en kıymetli mücevherlerinden  biri şadırvan. Mutlaka suyunun akıtılması lazım. Restorasyonu bittiği andan itibaren yepyeni bir çehre kazanacak Ayasofya. Cami mevzuu ise son aşamadır ve bana göre biz daha saydığım aşamaları geçemedik.
 
Buraya kadar Osmanlı'nın Ayasofya'ya katkılarını konuştuk. Şimdi "Ya Fettah” yazılı kapı tokmağı üzerinde duralım. Sembolik anlamı çok derin olan bu tokmağın mahiyeti nedir?
 
Rahmetli Muzaffer Ozak'ın çok hoşuma giden bir sözü vardı. "Görene, köre ne?" derdi (Osmanlıcada her ikisi aynı okunur - DT). Ayasofya içinde de görene çok şey var, köre hiçbir şey yok. “Ya Fettah"ın benim için özel bir anısı var. Ayasofya aklımın köşesinden dahi geçmezken, üniversitede derslerde Osmanlı medeniyet tarihi ile ilgili bazı objeleri sıraya koyarak çocuklara gösteriyordum. Ayasofya'ya gittiğim zaman Ayasofya Kütüphanesi'nin o "Ya Fettah” kapı tokmağı beni çağırdı. Bu söylediğim 1983, üniversiteye araştırma görevlisi olarak başladığım yıl. Bütün medeniyetin anahtarı bu kelime. Bir sene bununla geçer ders. Osmanlı medeniyet tarihi derslerimin başına onu koydum, “Ya Fettah”ı anlattım. Ayasofya'da niye “Ya Fettah” var? Fethin sembolüdür o. Allah'ın Esma-i Hüsna'sından biri. Estetik var, müsenna (aynalı) olarak nasıl sunulmuş! Yani "Ya Fettah" Ayasofya'nın kapısını bana bir şekilde açmış oldu.
 
 
Bu göreve tayin edilmenizde onun bir etkisi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
 
Umuyorum, en azından o kapıdan benim de bir şekilde çağrıldığımı düşünüyorum. Çünkü göreve başladığım ilk günlerden birinde yaşlı bir bey, büyük ihtimal torunu olan küçük bir kız ço- cuğuyla geziyorlardı. Zaman zaman oturduğum odadan gelen ziyaretçilere bakarım. Çok ilgili insanlar görünce gider, gezdiririm. Benim bazen kim olduğumu bilirler, bazen bilmezler. Torunuyla beraber gezen o beyi gezdirdim, teşekkür etti ve gitti. Sonra bana sarı, büyük bir zarf geldi. Içerisinde paspartolu büyük bir resim vardı. Arkasında da küçük bir not yazılıydı. "Eski Istanbul fotoğrafçılarındanım. Yıllar önce Ayasofya'nın yanından geçerken kapı tokmağında motifli bir yazı olduğunu gördüm. Tokmaklar bir gün kaybolur, halk alır gider diye düşündüm ve onun çok güzel siyah-beyaz bir resmini çektim. O gün benimle ilgilendiniz. Çok hoşuma gitti. Size bir hediye vermek istedim ve "Ya Fettah" yakışır diye düşündüm. Zarfa koydum, size gönderiyorum. Yani "Ya Fettah" bir şekilde tekrar bana dönmüş oldu.
 
Onun üzerine artık dedim ki, "Tamam, bu mesele önemli". Son bir tane "Ya Fettah" kalmıştı. Onu aslına uygun şekilde yapabilecek bir usta buldum, yaptırdım. Makam odamın kapısına koydum, hâlâ duruyor. İlgilenen birkaç kişi ısrarla benden istedi. İsimlerini söylemem, isteyenler çok önemli ve siyasî şahıslardı. Birkaç kişiye de hediye ettim. Sonra bizim müze hediyelik satış mağazasında bunları satışa koyalım, isteyen alsın dedik. Satışa koyduk, şimdi bir "ya Fettah" akımı başladı. Yani görene bir "Ya Fettah" var, kör de butün Ayasofya'yı gezer, onu görmeden çıkar gider. 
 
Tüm bunların ötesinde, Fatih Sultan Mehmed tarafından vakıf yapılmasına ve vakfiyesi de elimizde olmasına rağmen, Ayasofya'nın ibadete kapatılması ve müzeye dönüştürülmesi hakkında sizin görüşünüz nedir? 
 
Bu öncelikle hukuki ve siyasi, ikinci olarak da kültürel tarafı olan bir mesele. Ben bir kültür tarihçisi olarak, meslekten biri olarak, son olarak da bu müzede çalışan biri olarak değişik görüşlere sahibim. Hukuki olarak hiçbir yükümlülğgümün olmadıgımı biliyorum. Ulü'l-emr'e tabi biri olarak bu, bizim dışımızda, bizden önce verilmiş bir karardır. Ulü'l-emr isterse bunu rahatlıkla degiştirebilir. Ama insanların karar verirken bir şeye dikkat etmesi, "Ben kime aidim?" diye sorması gerek. "Ben hangi dünyaya mensubiyet duyuyorum?" Eğer herhangi bir mensubiyet duymazsak çok rahat konuşabiliriz, ama mensubiyeti ve aidiyeti olan bir kimse varsa dikkat etmelidir. Mesela 29 Mayıs'ta “Fetih nesliyim" diyorsa burada bağlayıcı şey odur. Fatih'e gönülden bağlılığı olan birinin, Ayasofya ile ilgili Fatih dışında bir şey düşünmesi ve ifade etmesi tabiata aykırı bir durumdur. Burada samimi olmak, bunun idrakinde olmak lazım. Çünkü burası Fatih tarafından seçilmiş, diğerlerinden çok ayrı bir yere konmuş. Dolayısıyla Fatih'e bağlı insan için onun sözü bağlayıcıdır. Ancak olayın konjonktürel, hukukî ve siyasî yanı olduğu gibi, memuriyet tarafı da bir başka realite. Demem o ki, bu asla benim meselem değil, bu Ulü'l-emr'in meselesidir. Vakıfta ne yazıyorsa o ifa edilmelidir. Ve bu, sıradan bir vakif değildir; zira Fatih'ten  bahsediyoruz. Istanbul'dayız, bu memleketin evladıyız. Evladı olduğumuzun şuurundaysak, böyle bir bağlayıcı tarafi var ama bu, benden önce Ulü'l-emri bağlar.
 
Yani siyasî makamları işaret ediyorsunuz?
 
Tamamıyla. Burada müteselsil mesuliyet diye bir şey var. Eski bir terim, siz bunu çok iyi bilirsiniz. Genç nesil anlamaz, onu da ifade ediyorum. Sorumluluk silsile halinde en yukarıya kadar çıkar.
 
Halen ziyarete açık olan Hilye-i Şerif sergisi için Ayasofya'nın seçilmesinin anlam ve önemini anlatır mısınız?
 
Aslında benim için çok şey ifade etmiyor: "Niye etmiyor?" diye sorarsanız, az önce "Görene, köre ne?" demiştik ya. Bakın, Ayasofya'da Kazasker Mustafa Izzet Efendi gibi bir üstadın, 7,5 metre çapında 8 adet devasa hat levhası asılı duruyorsa, II. Mahmud, III. Ahmed ve II. Mustafa'nın çok güzel ve özenle yazılmış hatları devamlı bir sergi olarak bulunuyorsa, Yesari'nin, Veliyüddin Efendi'nin en güzel talik eserleri duruyorsa başka sergilere çok fazla lüzum yok. Zaten kendisi açık hat sergisi... Açılış günü Sayın Başbakan Erdoğan ziyarete gelip sergiyi gezmeye başladığı andan itibaren kendisine de söyledim. "Başbakanım, burada bir sergi daha var." Sağolsun, "Oraya da bir bakalım" dedi ve içeriye girdi. Fazla sergi göz çıkarmaz görüşü doğrultusunda bir sergi daha olabilir. Ama önemli olan öbür sergiyi de göz ardı etmemek.
 
Peki yıkılan Ayasofya Medresesi'nin yeniden yapılması konusunda bir gelişme var mı? 
 
Ayasofya Medresesi'nin durumu konusunda bir tereddüt var. Şöyle ki: Ayasofya'da 2 tane medrese var. Bir tanesi Fatih dönemine ait ilk medrese, yıkılıp ortadan kalkmış. Ikincisi Fossati'den sonra Sultan Abdulaziz tarafından bitirtilen ve mimari değer bakımından klasik döneme ait herhangi bir özellik taşımayan bir medrese. Elimizde yeniden yapılması mümkün olan, yani belgeleri olan medrese, Abdülaziz dönemine ait, 150 yıllık bir yapı. Son döneme ait bir medrese bu ve yeniden inşa edilmesi söz konusu. Keşke birincisi elimizde olsaydı.
 
Birinciye dair elinizde bir şey yok mu? 
 
Hiçbir şey yok elimizde. Ama ne olursa olsun ikincinin de, bşsta söylemiş olduğum külliye mantığının tamamlanması ve kopan bir parçanın yerine konulması adına yapılmasında fayda görüyorum. Hem Ayasofya müze olarak düşünülen bir binalar bütünü olmadığı için hizmet binası sıkıntımız var. Şu anda yılda 3.5 milyon insanın gezdigi bir müze olarak Ayasofya'nın hizmetlerinin yapılabilmesi için ofislere ihtiyaç var. O medresenin de hiç olmazsa ofis olarak hizmet verilebilmesi maksadıyla yapılması lazım.
 
Medresenin yıktırılmasının bir gerekçesi var mı?
 
Tabii var. Bir tarihçi olarak, o donemi bir 'cinnet ve boşluk dönemi' olarak görüyorum. Bir inkita, bir kesilme ve kırılma dönemi Yani aklın ve muhakemenin ortadan kalktığı bir dönem... O donemi yargılamak, değerlendirmek bile doğru değil. O dönemde Ayasofya'nın müzeleştirilmesinde dışarıdan bazı enstitülerin çok büyük tesiri vardı.
 
 
Sadece enstitülerin mi?
 
Yani enstitüler ve enstitülerin baglı olduğu derin baglantılar, devletler... Onlar Ayasofya'nın Bizantik yönünü ön plana çıkartmak ve Islami yönünü görmezden gelmek üzere eğitilmişlerdi. Dolayısıyla o dönemde medrese yıkılınca yerine başka bir şey konulmadı, bir kalıntı olarak kaldı. Arkeolojik kazılar yapıldı. Yerin altında başka bir şey var mı diye bakıldı ve bu olay, o döneme ait bir kara leke olarak tarihe geçti.
 
Benim de kanaatim o ki, Ayasofya'nın müzeleştirilmesi ve ibadete kapatılması bizim isteyerek yaptığımız bir şey değil. Dışarıdan baskılar ile gerçekleşmiş. O zaman "Ayasofya'nın başka sahipleri mi var?" sorusu akla gelmiyor mu?
 
Ayasofya ile ilgili yaşadıklarımı memuriyetten ayrıldıktan sonra yazacağım inşaallah. Şu anda çok fazla ifade etmek istemiyorum. Ben muktedir olabilecegim taraflarıyla Ayasofya'nın kimligini korumaya çalışıyorum. Haddimi ve memuriyetteki vazifemi bilerek, Sebil'de şerbet dağıtıyot, Sibyan Mektebi'ni asli işlevine çeviriyorum. Bunun ötesi hem mesuliyet olarak, hem de memuriyet olarak beni aşar. Bu konuşmayı da yaşadığı topluma karşı görüşlerini ifade etmek ihtiyaç ve zorunluluğunda olan bir kültür adamı olarak yapıyorum. Ezcumle biliyorum ki, Ayasofya bizimle beraber başkalarını da çok önemli derecede ilgilendiriyor.
 
Obama, Papa Ratzinger gibi çok önemli din ve devlet adamları geldiler buraya. Onlara Ayasofya'yı bizzat siz gezdirdiniz. Kendileriyle diyalogunuzdan nasıl bir izlenim edindiniz? Yani Hıristiyan dünyasının din ve devlet adamları olarak Ayasofya'ya nasıl bakıyorlardı? Özellikle sorup öğrenmek istedikleri enteresan bir şeyler oldu mu?
 
Yaşamış olduklarım şimdi söyleyemeyeceğim şeyler. Çok ilgilendiklerini, bazılannin özel bir merakının ve çok özel niyetlerinin bulundugunu söyleyebilirim sadece. Burada ilginç olan şey, sadece Ortodoks camianın değil. Katoliklerin ve Protestanların da aynı şekilde Ayasofya ile ilgilendikleri ve temennilerinin olduğudur.
 
"Kilise yapılsa iyi olur" gibi temenniler midir size intikal edenler?
 
Çok daha açık şeyler de intikal ediyor.
 
Peki bu tür özel ziyaretçilerinizi gezdirirken dikkat ettiğiniz hususlar var mı?
 
Obama, Papa, Başbakan vs. bu çok özel ziyaretçileri direkt camiye veya onların kilisesine almadan evvel buranın bir Osmanlı külliyesine nasıl dönüştürüldüğünü anlatım. Sonra şadırvanı gösteririm. Bunun abdest almak için inşa edildigini, abdestin temizlik demek olduğunu, şadırvanın büyüklük ve güzelliğini anlatınım. Sonra içeri girip kubbe yüksekliğini göstermekle başlarım söze ama Nur Suresi'ni gösteririm aslında. Zira kubbeyi anlatırken ister istemez Nur Suresi'ni görürsünüz. Ne yazdığını sorarlar. Bu, sonucu belli bir adımdır. "Allah'ın yeryüzünün ve göklerin nuru" olduğunun yazılı oldugunu ifade ederim. Mesela Papa bu ayetle cok ilgilendi, zira bu herkesin üzerinde ittifak halinde olduğu bir noktadır. Çoğu kişi de bu hatların Ayasofya'da durup durmaması konusunda görüşlerini belirtir.
 
Ayasofya'nın kubbesinde Nur Suresi,35. Ayet nakşedilmiştir
 
Hâlâ mı?
 
Evet, hâlâ.
 
Ben bu defterin kapandığını zannediyordum.
 
Hayır, kapanmadı. Özellikle son restorasyondan sonra burada durmalarının doğru olup olmadığı konusunda görüş bildirdiler. Özellikle Yunanlılar. Tersi de var; mesela Hz. Hüseyin levhası ile ilgili şey anlatayım size. Bu levha, özellikle İran'dan, Irak'tan ve Lübnan'dan gelen Caferilere ayrı bir keyif verir. Onların duygularını o anda yüzlerinden okumayı çok severim. Kazasker'in 8 levhasından tek hattat ketebesi (imzası) Hüseyin levhasında vardır. Allah ya da Muhammed'de yoktur. İmzayı Hüseyin'e atmıştır hattat. Bu bile bana göre Ayasofya'nın bir cilvesidir.
 
Ayasofya bitmez bir hazine sanki.
 
 Evet, Ayasofya bitmez, tükenmez bir hazinedir. Ayasofya'da 6. Senem doldu. Hâlâ keşfediyorum. Ama her girişimde mutlak "Ya Fettah"la giriyorum. Ve her seferinde Ayasofya bana bir sırrını açıyor. Bazen yaşlı bir ziyaretçi gelir."Burada Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin sohbet ettiğini biliyorum" der ve anlatır. Bir tanesi "Ahmed Remzi Dede şuradaydı" diye anlatır. Meşrep olarak birbirine uzak olan bir Mevlevi şeyhi ile bir Nakşi-Halidi şeyhi Ayasofya'da kendilerine mekân ve imkân bulabiliyorlardı. Bu bir kültür tarihi açısından Ayasofya'nın ne kadar kucaklayıcı ve önemli bir yere sahip olduğunu belirtir.
 
Diğer taraftan Ayasofya'nın bahçe düzenlemesi bile çim, şimşir gibi sıradan bir müze bahçesi olarak yapılamaz. Selatin Camii anlayışıyla güllerle dolu olması lazım.
 
Ayasofya'da Atatürk'ün isteği üzerine 3 Şubat 1932'de radyodan canlı olarak yayınlanan son Kadir Gecesi'nin ses kaydına ulaşabildiniz mi? 
 
Hayır. Ama Ayasofya'ya bir gün ayırmak gerekirse bu hangi gün olmalıdır diye çok düşünürüm. 3 gün var. Biri bayram sabahı, ancak Yahya Kemal'in 'Süleymaniye'de Bayram Sabahı' şiiriyle Süleymaniye, Ayasofya'nın önüne geçmiş oldu. Sonra 29 Mayıs gelir akla ve "Fetih camisi hangisi olmalı?" diye düşünülür; orada da Fatih Camii öne çıkar. Geriye Kadir Gecesi kalır. Hiç şüphe etmeden söylüyorum, Ayasofya'nın gecesi Kadir Gecesi'dir. Ve bu diğer bütün camilerden farklı olarak Ayasofya'yı ön plana çıkarır. Padişah her cuma veya her bayram bir başka camiye gidebilirdi. Ama Kadir gecesinde mutlaka Ayasofya'ya gidilirdi. Bu, çok özel bir durum. Halk arasında Hızır Aleyhisselam'ın Ayasofya'da zuhur ettiğine inanılır; bugün halkımızın özel gecelerde camileri gezmesinin sebebi aslında odur. Ayasofya'ya mutlaka uğranılırdı o gün. "Hızır'a rastlar mıyız?" diye sonraları devam ettirildi gelenek. O geceye has maksurelerde sabaha kadar zikredilir, en seçme hafızlar Kur'an-ı Kerim tilavet ederdi.
 
Kadir Gecesi'nde Ayasofya'yı dostlarınıza açıyorsunuz bildiğim kadarıyla. 
 
Dostlarımıza demeyelim: Ayasofya'yı sevenlere, Ayasofya'da çalışanlara diyelim. Bir kültürel etkinlik yapılıyor ve kendi aramızda Ayasofya'nın bir köşesinde, türbeler avlusunda iftar ediyoruz. Hiç olmazsa o gün Ayasofya bir şekilde tarihi misyonuyla buluşuyor. Ben Ayasofya'nın şu anda ne Isa'ya, ne Musa'ya yarandığını söylüyorum. Buradaki Musa. Hz. Muhammed'dir (s.a.s.). 
 
İznik Ayasofyası'nın camiye çevrilmesinin ardından televizyonda bir turiste fikrini sormuşlar, o da "Iyi oldu, en azından manevi bir havası oldu" demiş ve eklemiş: "Zaten El-hamra da kiliseye çevrildi, şimdi kilise olarak hizmet ediyor ve en azından Allah'ın adı anılıyor." Siz Ayasofya'nın yeniden Allah'ın adının anıldığı bir cami yapılması konusunda ne düşünüyorsunuz? 
 
İznik Ayasofya Camii
 
O konuda "Hem Isa'ya, hem de Musa'ya" yönünde de bir öneri gelebilir. Şu anda "Ne Isa'ya, ne de Musa'ya yaranıyor" dedim; ancak tartışma açılırsa böyle bir önerinin de gelebileceğini hissediyorum.
 
Hem müze, hem de cami olma durumu var mı? 
 
Ben bir adım ötesini söylüyorum. Şöyle bir tez de var: Kadir Gecesi'nde Müslümanlar için. Christmas'ta Hıristiyanlar için açılabilir. Müze hüviyetine herhangi bir zarar gelmez. Müze olarak devam eder. Birer gece seçilir, o gün dedigim şekilde hem Isa, hem de Musa özelliği vurgulanır deniliyor. Kendi görüşüm bu değil, bu görüşün müzakere edilmesi lazım diye söylüyorum.
 
Veyahut hazırlık yapılmasını öneriyorum. Böyle bir telkinin bana çok yapıldığını size ifade etmeliyim. Bunun da üzerinde muhakeme, muhasebe etmek gerekebilir. Hani hocalar soruları önceden verir ya, ben de soruyu önceden veriyorum. Gündeme oturabilir ve bir tartışma açılabilir. 
 
_______________________________________________________________________________
 
Ekleme Haber: Haluk Dursun Hocanın selası Ayasofya Camii'nde okundu
 
 
Geçirdiği trafik kazası sonucu vefat eden Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun dualarla ebedi aleme uğurlandı.
 
Van'da düzenlenen ilk tören sonrası cenazesi özel uçakla İstanbul'a gönderilen Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun için dün Galatasaray Lisesi'nde tören düzenlendi. Dursun için Sultanahmet Camisi'nde düzenlenen törene Başkan Recep Tayyip Erdoğan da katıldı. İkindi namazının ardından cenaze namazını ise Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş kıldırdı.
 
AYASOFYA'DAN SELA OKUNDU
 
Dursun için Sultanahmet Camisi ve Ayasofya'dan sela okundu. Cenazesi törenin ardından Kocaeli'nin Körfez ilçesine götürülen Dursun, Hereke Asri Mezarlığı'nda toprağa verildi. 
 
1957 Kocaeli Hereke doğumlu olan Dursun, akademisyen kimliği ile ön plana çıktı. Ayasofya'nın kapsamlı restorasyon çalışmalarını yürüten Dursun, müsteşarlığı döneminde Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı'nı kurdu. Dursun'un, "İstanbul'da Yaşama Sanatı", "Nil'den Tuna'ya Osmanlı Yazıları", "Tuna Güzellemesi", gibi 9 kitabı bulunuyor. 
 
 
_______________________________
 
Röportaj: Mustafa Armağan /  Derin Tarih-Haziran 2012
Yayına Hazırlayan: Hasan Nurhan Çelik / düşünce Mektebi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.