Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

21. yüzyıl gerçekleri ve Amerikan toplumundaki değişim sancısı

Kendisini yüzyıllardır “Tepenin Üzerinde Parıldayan Bir Şehir”, “Dünyayı Aydınlatan Bir Fener” ya da “Demokrasi Havarisi” gibi metaforlarla tanımlayan ABD toplumunun, 21. Yüzyıl'da “gerçek Amerikalının kim olduğu”na dair yaşadığı çelişkiler, ABD’nin dış politika hedeflerini belirlerken yaşadığı kafa karışıklığının da önemli bir sebebidir.



25 Mayıs günü ABD’nin Minneapolis kentinde, siyahi George Floyd, “20 dolarlık” sahte bir banknot kullandığı iddiasıyla yapılan şikâyetin ardından; beyaz, ve sicili benzer olaylarla hayli kabarık bir polis memuru tarafından, gayet soğukkanlı bir şekilde nefessiz bırakıldı ve bir nefret cinayetine kurban gitti. Çok sayıda kişinin gözü önünde gerçekleşen bu olay, ABD tarihi içinde, siyahilerin maruz bırakıldığı haksızlığa ve polis şiddetine, ne ilk ne de son örnekti. Ancak bu kez durum çok daha farklı. Coronavirüs travmasının ve yaklaşan başkanlık seçimlerinin gölgesi altında, ülkede tansiyon hayli yüksek. Salgında en fazla hayatını kaybedenler yoksul siyahlardan oluşuyor ve siyahilere yönelik polis şiddeti hız kesmiyor. George Floyd’un, bir devlet memuru tarafından bu şekilde, taammüden öldürülmesinin ardından “Artık Yeter!” (Enough is Enough!) ve “Adalet Yoksa Barış da Yok!” (No Justice, No Peace!) sloganları eşliğinde gerçekleşen protestolar, 150’den fazla şehre yayılmış durumda. 
 
***
Hepimizin dikkati ABD’ye ve onun çelişkilerle dolu geçmişine yönelmiş durumda. Geleneksel Amerikan toplumu, bir kez daha, o hiç yok olmayan ırkçılığıyla yüzleşiyor. Harper Lee’nin 1960 tarihli meşhur romanı, “Bülbülü Öldürmek” (To Kill a Mockingbird), 1936’da Alabama’da, yazarın yakın çevresinde yaşanan, gerçek bir olaya dayanır. Söz konusu roman, modern Amerikan edebiyatının en popüler eserleri arasında sayılmaktadır. Pulitzer ödüllü kitap Robert Mulligan tarafından 1962 yılında sinemaya uyarlanmış ve Gregory Peck’e verilen “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü dâhil, 3 Oscar kazanmıştır. Karantina günlerinin başlarında tesadüfen yeniden izleme fırsatı bulduğum bu film, “Özgürlükler Ülkesi” ABD’nin yaşadığı ikilemi açıkça ortaya koymaktadır: Bir yanda her fırsatta siyahları aşağılayan ve haksızca yargılayan beyaz, ırkçı gruplar; diğer yanda onlara adilce davranılması ve eşit haklar verilmesi gerektiğini savunan vicdan sahipleri. Ve bunlara ilaveten geleneksel önyargılara karşı koymakta her zaman başarılı olamayan bir idari ve hukuki sistem. 
 
“Bülbülü Öldürmek” romanının 1960’ların hemen başında kaleme alınması ve filminin yapılması bir tesadüf değil. O yıllar, ABD’li siyahilerin hak mücadelesindeki dönüm noktalarından biri. Harper Lee gibi Alabama’lı olan siyahi Rosa Parks’ın, 1955 yılında bindiği otobüste, oturduğu koltuğu bir beyaza vermeyi reddetmesinin ardından tutuklanması, sonraki yıllara damga vuracak “Medeni Haklar Hareketi”nin ilk kıvılcımı olmuştu. Protestolar sonunda, Yüksek Mahkeme, Alabama ve Montgomery’deki otobüslerde beyazların önde, siyahların arkada, ayrı ayrı oturması gerektiği yönündeki kararı, Amerikan Anayasasına aykırı olduğu gerekçesiyle, iptal etmişti. 1960’lar aynı zamanda, Martin Luther King ve Malcolm X gibi, ABD’deki siyahilerin hak mücadelesinde öne çıkan isimlerin, en popüler gösterilerini gerçekleştirdikleri, en çok taraftar topladıkları ve ne yazık ki suikasta kurban gittikleri yıllardır. 
 
Afro-Amerikalıların hak mücadelesi o günden bugüne, önemli bir mesafe kat etse de, ABD’de değişmeden kalan çok şey var. Harper Lee’nin romanı Amerikan okullarında en fazla okutulan kitaplardan biri olarak biliniyor; ancak bu durum, WASP (Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan) nitelikleriyle öne çıkan nüfusun önemli bir kısmının, hala siyahlardan ve de Hispaniklerden üstün olduklarını düşünmesine engel değil. Beyaz ırkın üstünlüğüne inananlar (White Supremacists), Avrupa kökenli ABD’lilerin diğerlerinden daha akıllı ve ayrıcalıklı olduğuna; dolayısıyla da ABD’nin kendileri tarafından yönetilmesi gerektiğine inanmaya devam ediyor. Bu ise 21. Yüzyıl’la birlikte hızla değişmekte olan Amerikan toplumunda önemli bir kimlik bunalımı ve iç/dış politika krizi yaratıyor.
 
***
1990’larda yazdığı “Medeniyetler Çatışması” teziyle, 11 Eylül sonrası döneme damga vuran Samuel Huntington, 2004’te kaleme aldığı “Biz Kimiz?” (Who Are We?) adlı kitabında, Amerikan kimliğinin 4 temel bileşen üzerine kurulu olduğunu söyler: Irk, etnik köken, ideoloji ve kültür (dil ve din). Bu bakış açısı, WASP (Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan) niteliklerin neden “geleneksel Amerikan kimliği” olarak kabul edildiğini de açıklamaktadır. Huntington, Sovyetlerin çökmesi ile Amerikan toplumunun ortak bir dış düşmandan yoksun kaldığını ve bu durumun ulusal kimlik algısını zayıflatarak, alt ya da çoklu kimliklere olan bağlılığı kuvvetlendirdiğini düşünmektedir. Diğer bir deyişle Amerikan toplumunda artık, sadece “Amerikalı” olmak yeterli görülmemekte, örneğin beyaz, İrlandalı, Evanjelik gibi alt kimlikler etrafında kümelenmeler artmaktadır. Huntington, tipik bir WASP olarak, ABD’de giderek artmakta olan siyahi ve Hispanik nüfusa dikkat çekmekte ve bu konuda tedbir alınması gerektiğini yazmaktadır. Bunun için de özellikle, bu grupların önemli bir kısmını WASP kimliğe ait kesimlerle birleştiren ortak nokta olan “Hristiyanlığa” özel bir önem verilmesi gerektiğini savunmaktadır. ABD’de Avrupa kökenli beyaz Amerikalıların oranı şu anda %60 civarında; ancak istatistikler, 2045’te Hispanik olmayan beyaz nüfusun azınlıkta kalacağını ve toplumun önemli bir kısmının melezlerden oluşacağını gösteriyor.     
 
2003 Irak Savaşı imza atan Amerikan Yeni Muhafazakârlarının kurucu babaları arasında yer alan Irving Kristol de, Soğuk Savaş sona erdiğinde, ortak bir dış düşman algısından mahrum kaldıkları için, “Şimdi biz ne yapacağız?” diye sormuştur. Kristol, Afro-Amerikalılar lehine başlatılan “Medeni Haklar Hareketi’ne karşı çıkmış isimlerden biridir ve Amerikan toplumunun geleneksel yapısının, yani çekirdekte yer alan WASP kimliğinin, dikkatle korunması gerektiğini savunmuştur.
 
Kristol’e göre, Amerikan toplumunda “1970’lerden bu yana artan çürüme”, komünizmden çok daha önemli bir tehdittir.     
 
Donald Trump’ı 2016 sonunda iktidara taşıyan, geleneksel Amerikan sağı içerisinde, bolca Huntington ve Kristol türevi, kendilerini ABD’nin asli kurucuları olarak gören ve devlet yönetiminde beyazların hâkimiyetinin sürmesi gerektiğine inanan gruplar var. Bu gruplar için siyahi Barack Obama’nın bir önceki dönemde başkan seçilmesi adeta bir yol kazasıdır ve Trump ile bu durum “telafi edilmiştir”. Siyah-Beyaz eşitliğine karşı çıkan, ırkçı Ku Klux Klan örgütü de, Trump’ın destekleyicileri arasındadır. Beyazların üstünlüğüne inanan popüler isimlerden Richard Spencer, son başkanlık seçimlerinin ardından sevincini, “kazandık; artık yeni bir dünya var” şeklinde özetlemişti. Spencer’a göre, “Trump’ın oku onların yönünü göstermekteydi”. Bu durum, ABD’nin şu sıralar içinden geçmekte olduğu dönemin hassasiyetini açıkça ortaya koymaktadır. ABD, bundan sonraki yıllara nasıl bir toplumsal ve siyasi yapı ile devam edeceğini belirleyeceği, kritik bir kavşak noktasındadır. 
 
Elbette ABD’de beyazların tümü, çok-kültürlülüğe ve Amerikan toplumunun değişen yapısına tepkiyle yaklaşmamaktadır. Ancak bu konuların ülkede her geçen gün artan siyasi kutuplaşmada büyük etkisi olduğunu yadsımak mümkün değildir. Anketler, 21. Yüzyılın 2. on yılında, ABD’deki kutuplaşmanın zirve yaptığını göstermektedir (Pew, 2019). Değerler, yaklaşımlar ve öncelikler açısından Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında yaşanan fark her geçen gün artmakta; bu ise ülkenin iç ve dış siyasi gündemini belirlerken önemli görüş ayrılıklarına sebep olmaktadır.  
 
Amerikan Kongresi artık siyahi ve Hispaniklerin yanı sıra, 2018 Kasımındaki ara seçimlerde göreve gelen Somali kökenli İlhan Omar gibi, başörtülü Müslüman temsilcilere de ev sahipliği yapmaktadır.
 
İlhan Ömer, geçtiğimiz yıl Trump’ın kendisi aleyhine bir videoyu sosyal medyadan paylaşmasının ardından, ölüm tehditleri aldığını açıklamış ve Trump’ı aşırı sağcılığı kışkırtmakla suçlamıştı. Elbette, dünya üzerinde pek çok bölgede yaşanan ekonomik krizlerin, savaşların, iç çatışmaların; kendisini yüzyıllardır “Tepenin Üzerinde Parıldayan Bir Şehir”, “Dünyayı Aydınlatan Bir Fener” ya da “Demokrasi Havarisi” gibi metaforlarla tanımlayan ABD’ye, yeni göçler çekmemesi ya da geleneksel Amerikan toplumunun yapısını değiştirmemesi mümkün değildir. Ancak mesele, bu değişime direnenlerin vereceği tepkilerin demokratik olup olmadığı meselesidir. Nitekim Trump’ın göreve gelirken taraftarlarına verdiği sözler, eğer “denge ve denetleme” sistemi iyi çalışmazsa onun gibi popülist liderlerin, toplumun farklı katmanlarını ötekileştirmek için her türlü yolu deneyeceğini göstermektedir. Meksika sınırına duvar, Kate Kanunu, 6 Müslüman ülkenin vatandaşlarına ABD’ye giriş yasağı, Latin Amerikalı göçmenleri çocuklarından ayırarak sınır dışı etmek; bu radikal tedbirlerin sadece bazılarıdır ve ne yazık ki Amerikan Yüksek Mahkemesi bu tür hamlelerin tümünü engelleyememektedir. Yeni bir başkanlık seçimi daha yaklaşırken ve Trump’ın tekrar seçilmesi hala güçlü bir ihtimalken, yaşanan son olaylar, siyasi arenadaki kutuplaşmayı daha da arttıracaktır. Toplum Trump yandaşları ve karşıtları olarak, keskin çizgilerle ikiye ayrılmış durumdadır.         
 
***
21. Yüzyıl Amerikan toplumunun, “gerçek Amerikalının kim olduğu”na dair yaşadığı çelişkiler, ABD’nin dış politika hedeflerini belirlerken yaşadığı kafa karışıklığının da önemli bir sebebidir. “Dünya Sahnesinde Bölünmüş Amerika” adlı kitabında Howard Wiarda, “Ulus olarak yolumuzu ve ‘yapabiliriz’ inancını kaybettik”, der. İç yapıda yaşanan bu bölünme ve kutuplaşma, dış politika karar alımında, en az ekonomik gerileme kadar etki yaratmaktadır. Obama’dan bu yana Amerikan yönetimleri, ülkenin temel güvenlik öncelikleri ve bu önceliklere ulaşmak için kullanacağı yöntemleri somutlaştıran büyük bir dış politika stratejisinden (Grand Strategy) yoksun olmakla itham edilmektedir. ABD dünyaya liderlik etmeye devam etmeli midir? Çin ile rekabet ABD’yi, John Mearsheimer ya da Graham Allison’ın öngördüğü şekilde, soğuk ya da sıcak bir savaşa sürükler mi? Bu yeni dönemde, ABD, şu sıralar görüldüğü gibi, giderek artan iç güvenlik sorunlarını aşmak için otoriter tedbirleri arttırır mı? Dahası bu şartlarda Trump bir kez daha seçilirse, ülkenin yumuşak gücünün, dolayısıyla da dünya liderliğinin önemli bir parçası olan liberal normatif değerlerin geleceği tehlikeye girmez mi? 
 
***
Bu ve benzeri pek çok soru, önümüzdeki ayların önemli gündem maddelerini oluşturacağa benziyor. Trump bir yandan, Covid-19 salgınının negatif etkilerini azaltmaya çalışırken, bir yandan da Amerikan toplumunda haklı olarak yeniden yükselen eşitlik ve adalet taleplerini duymak zorunda. Bununla birlikte, dış politikada yapımındaki genel pratikler, bu tür iç karışıklık ortamlarında liderlerin en kolay çözüm yolunu, ortak bir “dış düşman” inşa etmekte bulduğunu gösteriyor. Bu noktada yeni bir “öteki” algısı yaratmak için Çin’in en “uygun” hedef olduğunu söylemeye gerek yok. Trump yönetimi, 2018 Kasımından bu yana, Çin’i bir ulusal güvenlik tehdidi olarak ilan etmiş durumda. ABD’ye büyük kayıplar yaşatan Covid-19 salgınının başlangıç noktasının Çin olması bu işi fazlasıyla kolaylaştırıyor. Güney Çin Denizi, Hong Kong, Tayvan, Uygur Türkleri derken, Trump yönetimi çoktan, Çin’i Amerikan toplumunun gözünde bir güvenlik meselesi olarak lanse etmeye başladı bile. Amerikalıların bu bilinçli tehdit inşasını “satın alma” oranı, tüm dünya siyasetinin kaderini belirleyeceği gibi, Pax-Americana’dan, Pax-Sinica’ya geçişin mümkün olup olmayacağını da gösterecek.
 
Doç. Dr. Helin Sarı Ertem (İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü) / Karar-Görüş

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.