Üç farklı coğrafyadan 3 farklı bayram yazısı
Follow @dusuncemektebi2
“Bayramda Niçin Ağladım” başlıklı ilk yazıda, Rusya Müslümanlarından Ataullah Bahâeddin’in çocukluğundan beri hayalini kurduğu İstanbul’u görmek arzusunun gerçekleştiğini ve sonrasında yaşadıklarını ele alır. “Mısır’da Bayram” başlıklı ikinci yazıda ise yazar Reşid Mazhar, bayramların sevinç ve eğlence günleri olduğunu fakat bu zamanlarda her şeyin mubah sayıldığını ve ölçünün kaçırıldığından bahsetmektedir. “Woking Camii’nde Şeker Bayramı” üçüncü yazı ise Londra'da bayramın yankıları kaleme alınmıştır.
Bayram geldi. Bayram geldiği anlarda hep dendiği gibi “Ne çabuk geçiverdi şu mübarek Ramazan ayı!” Bir ay boyunca “bir şeyi yapmaktan el çekme, nefsine egemen olarak o şeyi yapmama” manasına gelen imsak ile oruçlar başladı; “bir şeyden uzak durmak veya bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına gelen oruçlar tutuldu; iftarlar sevinç içinde ve reddedilmeyecek dualarla açıldı. Kutlu bir aydan sonra üç günlük sevinç, sürûr ve saadet günleri geldi. Bu yıl Ramazan ayı, Koronavirüs/Kovid-19 salgınından dolayı oldukça mahzun geçti; camiler cemaatsiz ve sessiz idi.
Bu cümleden olarak toplu yani cemaatle yapılan ibadetlerde, camilerin kapalı olması nedeniyle Cuma ve teravih ve bayram namazlarının kılınamaması, camilerde mukabelelerin okunamayıp karşılığında dinlenememesi vb. gibi mahrumiyetler yaşandı ama bireysel olarak yapılan ibadetlerde böyle bir durum söz konusu olmadı.
Belki önceki yılların tersine bu yıl Ramazan ayında insanlar, özlerine dönerek öz ülkelerinde gezinti yaptılar, kendilerini keşfettiler; derin bir muhâsebe, halisâne bir murâkebe yapma, taakkul, tedebbür, tefekkür, tezekkür etme imkân ve fırsatı buldular; yaptıkları ibadetlerin derûnî anlamları üzerinde yeni tecrübeler edindiler. Ellerini, dillerini tuttular, gözlerini yumdular, kulaklarını tıkadılar ve “Ben oruçluyum” dediler(se) Allah oruçlarını kabul etsin. Sadakalarını, düşüyorsa zekâtlarını verdiler(se) maddî ve mânevî varlıklarını arıttılar. Dinlendiler. Dinlediler, okudular, aile bireyleri olarak hep birlikte okudular, kitaplarını; belki bu yüzden onu sağlarından alabilecekleri kapılar biraz daha aralandı; inşirah buldular.
“Sayılı günler çabuk geçer” misali oruçlu günler sona erdi dün. Bugün bayram. Bayram kelimesi, abdest, namaz, oruç gibi bazı din dili kelimelerinde olduğu gibi, dilimize Farsçadan geçmiştir. Aslı, beẕrem/beẕrâm olup “sevinç ve eğlence günü” demektir. Beyrem/bayram şeklinde kullanımı ise Oğuzlara aittir. Atalarımız Oğuzlardan bize intikal eden Bayram, sevinci, eğlencesi, bereketi ve hayrı ile evlerimizin başköşesine merhaba deyip geldi hoş geldi, kalp ve gönüllerimizin en iç yerlerine safalar getirdi.
Bayramlar sevinç, eş dost, tanıdık, akrabayı taallukat, konu komşu ile bir araya gelme, ziyaretleşme, sıla-i rahim, yaşlılara hürmet, çocuklara muhabbet gösterme, halleşme, helalleşme, paylaşma, yeme yedirme, ikramlaşma özetle sevinç ve eğlence günleridir. Daüssıla günleridir. Gurbette bayramlar garip, buruk ve boynu bükük geçer. Yine bayramlar toplumsal birlik ve beraberliğin “bünyân-ı mersus” gibi kuvvetlendiği vakitlerdir. Böyle olmasına karşın bu yıl bayram küresel salgından dolayı (belki) daha önce tarihte hiç olmadığı vaziyette, sokağa çıkma yasağının gölgesi altında geçiyor, geçecek.
Aşağıda yayına hazırladığım üç yazıdan ilki Kurban Bayramı namazına dâir, diğer ikisi ise Ramazan Bayramı’yla ilgili yazılardır. Bayram günlerinde olmamız hasebiyle bu yazıların belli bir ölçüde önemi hâiz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca mezkur yazıların, bu şekilde, günümüz okuyucu ve araştırmacılarının huzuruna çıkarılmasının Türk kültür tarihi açısından faydalı olacağı kanaatindeyim. Bunu belirtikten sonra kısaca yazıların içeriğinden bahsedelim.
“Bayramda Niçin Ağladım” başlıklı ilk yazıda, Rusya Müslümanlarından Ataullah Bahâeddin’in çocukluğundan beri hayalini kurduğu İstanbul’u görmek arzusunun gerçekleştiğini, bundan çok büyük bir sevinç duyduğunu fakat camideki sadece askerden ibaret cemaati gördüğünde ve hutbeyi dinlediğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını, camiden döndükten sonra odasına çekilip “İslâm’ın garipliğine, Müslümanların çöküşüne ağladığını” anlatan duygusal bir yazıdır.
Bu yazıdan hayli etkilenen İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, yazının son paragrafını alıntılayarak, bunu, “Umar mıydın?” başlıklı şiirinin baş tarafına koymuştur. Şairimiz bu şiirini önce Sebilürreşâd Dergisi, C. 15, S. 375, 1334, s. 197’de yayınlamış daha sonra Safahat’ın 7. kitabı olan Gölgeler’de yer vermiştir. Akif’in bu şiirinin içinde bulunduğumuz günlerde de geçerli olduğunu anlatıp açıklayabilmek ve onu bir daha okumak için mezkûr yazının sonuna eklemeyi, hem Ataullah Bahâeddin Bey’e hem de millî şairimize bir kadirbilirlik olarak telakki ediyorum.
“Mısır’da Bayram” başlıklı ikinci yazıda ise yazar Reşid Mazhar, bayramların sevinç ve eğlence günleri olduğunu fakat bu zamanlarda her şeyin mubah sayıldığını ve ölçünün kaçırıldığından, eğlence adı altında harcanan paraların yabancılara gittiğini ve alınan fuzuli şeylerle milli servetin heba edildiğini bu yüzden dikkatli olunması gerektiğinden bahsetmekte ve ardından Mısır’da bayramların nasıl kutlandığını, yemek kültürleriyle birlikte, ayrıntılı olarak ele almaktadır.[1]
“Woking Camii’nde Şeker Bayramı” unvanını taşıyan ve yazarının (bizce şimdilik) kim olduğu bilinmemekle birlikte resmi görevli bir kişi tarafından Londra’dan yazılıp, Vakit Gazetesi’ne gönderildiği anlaşılan mektup tarzındaki üçüncü ve son yazıda da, bayram namazlarının İslâm’ın birliğini ifade eden bir ibadet olduğundan, namazda altı kadar serpuşlu İngiliz Müslüman kadının olup buna karşın tek bir çarşaflı kadının görülmediğinden, çarşafın kadınlara çok yakıştığından söz edilmekte ve en sonunda da cemaat olarak çimenler üzerinde yemek yenildikten sonra Kurban bayramında yeniden bir araya gelmek üzere sözleşildiğinden, bahsedilmektedir.
98 yıl önce kaleme alınan bu yazının başlığında kullanılan “Şeker Bayramı” ifadesini görünce, bu bayramın ismi üzerinde yıllar önce yazılanlar aklıma geldi. Ramazan Bayramı mı, Şükür Bayramı ve Şeker Bayramı mı hangisi tercih edilmelidir? Tartışmasına şimdilik hiç girmeyelim (Tartışmalar için bkz. Prof. Dr. Güngör Uras (12 Ekim 2007) tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki “Şeker Bayramı” başlıklı köşe yazısı; Murat Bardakçı, (17.07 2017 tarihli Habertürk’te güncellenen “Şeker Bayramı Daha Doğusu Şükür Bayramı” başlıklı yazısı). Bununla birlikte son zamanlarda yazılı ve görsel medyada daha ziyade Ramazan Bayramı şeklinde bir kullanımın tercih edildiği dikkatimi çekmiyor değil. Benim yayınlarım ve çevremdekilerin büyük bir çoğunluğu da Ramazan Bayramı deyimini kullanıyorlar(dı). Onlardan “Şükür Bayramı” şeklinde bir ifadeyi hiç duymadım desem el-hak doğrudur; ama okumalarım sayesinde, esasında güzel olan bu kullanımı öğrenmiş oldum. Girizgâh kabilinden olan cümlelerimi burada sonlandırıp, bunları yazmama vesile olan, üç farklı coğrafyada yaşanan Kurban Bayram namazı ve özellikle Ramazan Bayramı’na dâir Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış metinleri, sadeleştirerek, sizlerin istifadesine arz ediyorum.
Eskilerin deyimiyle gayret bizden takdir ve tevfik Allah’tandır. İyi okumalar diliyor ve herkesin Ramazan Bayramı’nı can u gönülden kutluyorum.
1-BAYRAMDA NİÇİN AĞLADIM (DEFTER-İ HATIRATIM’DAN)[2]
Tabiatıyla hassas gönüllü adama her şey tesir eder; o hassasiyet daima onu ağlatır yahut güldürür
Daha beşikte iken anne abam Müslümanlık hassasiyetini kalbime telkin etmeye başladı. Sonra mektebe, medreseye gidince oradaki hocalarım, okuduğum kitaplar, mütalaa ettiğim edebiyat; yaşadığım çevre… Hâsılı her şey bu hassasiyetimi kuvvetlendirdi, İslâm sevgisini kalbime yerleştirdi. Bu terbiyenin etkisi, bu hissin sâikasıyladır ki ömrümün beşte bir kısmını İslâm’a düşman bir memleket ordusunda (Rus Çarlığı) geçirdiğim halde, papazlar Hıristiyan askerleriyle birlikte muzafferiyet duaları yaptıkları bir zamanda, ben ve benim din ve ırktaşlarım “Allah’ım İslâm’a yardım et” dualarını tekrar eder dururlardı.
Tarih olaylarının tekrarından ibaret olduğu gibi, talih te mukadderatın değişmesinden ibarettir. İşte talih beni bugün İstanbul’da bulunduruyor. Bugün bayram. Müslümanların mukaddes bir günü, Halifeliğin merkezinde, İstanbul’da bulunuyorum. Çocukluğumdan beri beslediğim emel bugün gerçekleşti. Kaç yıldır ben bugünün özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Üç yüz milyon Müslümanın hilafet merkezi olan İstanbul’da bayram namazı kılmak, benim için en büyük bir emel, en özlem duyduğum bir mutluluk idi.
Çocukluk zamanlarımda babamla beraber bayram namazına gidiyorduk. Kuzeyin karanlık ormanları içinde bulunan köyümüzün camiine girdiğimiz zaman evimizin duvarında asılan Ayasofya Cami-i Şerifi’nin resmi gözümün önüne gelir, onun hayaliyle kendimden geçerdim. Bayram namazı kim bilir nasıl kılınır? Diye özlemimi babama söylerdim. O da: “Ömrün olursa, yavrum, belki bir zaman gelir de İstanbul’a gider, görür görürsün.” derdi.
Bugün hep o hatıralar canlanıyor, cananına kavuşan bir hasretzede sevinciyle mest bulunuyorum. Hava da ne kadar güzel! Ne latif bir güney rüzgârı esiyor! Her taraf bayraklarla donatılmış, Nâbî’nin dediği gibi:
“Ne kadar âlemi devretse sipihr[3]
Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehir”
Arkadaşlarımdan birisiyle onun arzu ettiği camiye gidiyoruz. Kalbim pek heyecanlı. Hz. Halife’nin diyarında bulunuyorum. İslâm’ın merkezi olan İstanbul camilerine gidiyorum. Kim bilir, ne yüksek sözler işiteceğim, ne heyecanlı, mevizeler dinleyeceğim, ne nurlu Müslüman yüzleri göreceğim.
Bu duygularla camiye giderken bir de ne göreyim, bütün cami askerle dolu. Askerden başka kimseler yok.
Elimde olmadan sordum:
-“Ne bu hal? Bu cami askerlere mi mahsus?
-“Hayır efendim.”
-“Yoksa hep adamlarınız asker mi?”
-“Hayır efendim.”
-“Ne garip hal! Asker olmayanlarınız camiye gitmiyor mu?”
-…
Her ne ise tekbirler tekrar edildi. Nihayet yavaş yavaş adımlarla minbere gelen sarıklı bir efendi Müslümanların kim bilir kaçıncı defa olarak kılmakta oldukları bayram namazının niyetini ve ne şekilde kılınacağını tarif etti. Uyumuş olan ahali derhal kalktı. Namaz kılındı. Birkaç söz hutbe okundu. Âmin dendi, oldu, bitti. Sordum:
-“Vaaz ve nasihatler Müslümanları faaliyet ve saâdete davetler, hayır kurumlarına ve şehit evlatlarına yardım toplamalar… Biz gelinceye kadar bunlar hep olmuş bitmiş mi?”
-“Hayır efendim.”
Camiden çıktık. Odama dönüyorum. Zihnim şu soruya cevap vermekle meşgul. Acaba hangileri şeriat hadimi: her Cuma ve bayram namazlarında minber üzerinden saatlerce Kur’an’ın sırları tebliğ ve telkin eden, dini nutuklar iradıyla millete rehberlik eden, milyonlarca yardım toplayarak Müslüman çocukları için mektepler, medreseler kuran Kuzey mahkûm millet imamları mı? Yoksa şimdi tabi olduğum şu imam efendi hazretleri mi?”
Bu hal beni çok etkiledi. Odama geldim. Kapıyı kapadım. Ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslâm’ın garipliğine, Müslümanların çöküşüne ağladım, ağladım, ağladım.
Kuzey Müslümanlarından Ataullah Bahâeddin
Umar mıydın?
“Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım: O gün akşama kadar İslâm’ın garibliğine, Müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım, ağladım...” Sebîlürreşâd.
Şimal Müslümanlarından Atâullah Bahâeddin.
Görünmez âşinâ bir çehre olsun reh-güzârında;
Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyârında?
Umar mıydın ki: Ma’bedler, ibâdetler yetîm olsun?
Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?
Umar mıydın: Cemâ’at bekleyip durdukça minberler,
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer?
Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb?
Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb?
Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun,
Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun?
***
İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından,
Kopan ra’din, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından!
Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem;
Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin kalbinde bin âlem!
Ne hüsrandır ki: Doldursun bugün tevhîdin enkàzı,
O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı!
Gezerken tavr-ı istîlâ alıp meydanda bin münker,
Şu milyonlarca îman «nehye kalkışsam» demez, ürker!
Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,
Silinmiş emr-i bi’l-ma’rûfun artık ismi yâdından.
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan ma’nâ ibâdullâhı istihkàr.
Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!
* * *
Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;
Nihâyet, ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.
Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.
Cemâ’at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak! .. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, derhal iner mev’ûd olan rahmet,
Nasıl hâsir kalır «tevfîki hakkettim» diyen millet?
İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?
İstanbul, 24 Teşrînievvel 1334/24 Ekim 1918).
2-MISIR’DA BAYRAM[4]
Her yerde olduğu gibi Mısır’da da bayram geldi mi büyüklerin elleri öpülür. Kardeş, arkadaş, dost, ahbapla bayramlaşılır. Bizdeki “Bayram-ı Şerifiniz mübarek olsun, Allah nice yıllara yetiştirsin” duasına karşılık burada “Küllü âmin ve entüm bi’l-hayr”[5] denir, “Entüm bi’s-sıhha ve’s-selame”[6] diye cevap alınır. Arapça kef bizim kaf gibi telaffuz olunduğundan Küllü’yü “Kullu” diye “Kullu âmin ve entüm”ü de çabuk çabuk söyleyince “Kullu amentü bi’l-hiyr”[7] (H harfinin kesriyle/ “i” sesli harfiyle) işitirsiniz.
Meydanlarda salıncaklar, oyunlar kurulur. Bin bir çeşit satıcılar avaz avaz haykırır. Yerdeki tozlar gökte bulut olur. Âdeta:
“O derece ağdı toz, yerden havaya
Sekiz kat gök olup yer, altı kaldı”
mübalağalı levhası göz önüne gelir. Alacalı bulacalı renkli kıyafetleriyle, entarileriyle, çoluk, çocuk, kadın, erkek sürülerle sokaklara dökülür.
Bayram demek zannederim doğuda böyle oluyor. Avrupa büsbütün rezalettir ya-herkesin abur cubur yemesi, zil zurna içmesi, âdetten fazla sebepli sebepsiz harcaması, elhasıl zıvanadan çıkması demektir. Her memlekette böyle olduğuna nazaran bu halin insan doğası gereği olduğuna hükmetmek zorunlu gibi gözüküyor. Hıfzus’s-sıhha uzmanları bile hayatını belirli ve düzenli bir şeklide ve intizam içinde geçirenler için arada sırada lüzumundan fazla yemek, içmek, yorulmak veya hiç alışkın olmadığı büsbütün aç ve susuz kalmak faydasız bir şey değildir, vücut böyle olması muhtemel sarsıntılara dayanmaya alışır diyorlar. Zaten sıhhat ve kuvveti niçin isteriz? Gördüğümüz ve bildiğimiz engele karşı mı? Onlar için tedbir alabiliriz. Fakat görünmeyen ve bilinmeyen kaza ve belalarda, hiç ummadığımız engellerde işimize yaramayan sıhhat ve kuvvetten bize ne? Sözümün yanlış anlaşılmaması için basit bir örnek vermek mecburiyetindeyim: Ben Allah’a şükür sıhhatli bir adamım, bugün evden çıkarken biliyorum ki yağmur yağacak. Karınca kaderince ben de yağmura karşı şemsiyemi, muşambamı, lastiğimi her ne varsa alır, çıkarım. Yolda yağmur yağarsa korunurum, bana bir şey olmaz. Farz edin ki bir sabah yine evden çıktım. Güneşli mis gibi bir hava, gökte bulut yok. Öğleye doğru ortalık kararıyor, rüzgâr esiyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, ben de iliklerime kadar ıslanıyorum, sonra da hasta olup yatağa düşüyorum. Sıhhat ve kuvvetim nerede? Eğer arada sırada sırılsıklam olmağa vücudum alışsaydı pek tabii ki bu seferki ıslanmamda elbiseyi değiştirinceye kadar devam edecek ve bana bir zararı dokunmayacaktı.
Batı tıbbı takip edilen bir yöntemden ara sıra çıkmayı, yine o yöntemin etkililiği üzerine hizmet edeceği kabul ediliyorsa, bu nazariyeyi yiyip içmeye uygulayınca, varacağı sonuç oruç olacaktır. Çünkü arada sırada alıştığından fazla tıklım tıklım şişen midenin o yorgunluğu dinlendirmek için bir kere de aç kalması gerektir. Ancak bu suretle denge sağlanır. Fakat bu Batı fikrini-bütün taklit ettiğimiz Batı fikirleri gibi-yarım taklit ediyoruz. Yiyoruz, içiyoruz, yemek zamanı gelince yine yiyoruz değil mi?
Bayramlar sevinç zamanı, o günlerde dargınların bile barışmasını bir Hadis-i Şerif emrettikten sonra dargın olmadıklarımızla hele ahbap ve dostlarımızla candan, gönülden sevinmek hepimizin hakkı. Cümbüş ve eğlence yapıyoruz diye kayıt ve şartları yokmuş gibi sayarak her aklımıza geleni yapmak hayvanlıktan başka bir şey değildir. Bu sözlerim yalnız Mısır’da değil bütün doğululara aittir. (Batılıları düşünecek kadar safdil değilim. Onlar bizim iyiliğimizi şimdiye kadar hiç istediler mi ki?)
Biz Doğu’da ne yapıyoruz. Bayram olunca her şey mubah sayılıyor. Sabahleyin camiden çıktıktan ve bir iki büyüğün elini öptükten, paraları cebe indirdikten sonra vur yansındır gidiyor. Sanki bayram ertesi kıyamet kopuyormuş gibi. Dünyanın bütün tadını bir iki günde – bazen de pek iğrenç bir şekilde çıkarmaya bakıyoruz-işlerin tatilinden bayramda istifade edeceğimiz yerde bayram ertesi vücudumuzu daha yorgun, daha yıpranmış buluyoruz. Bayramlar bizde fenalığın yapılması için en etkili bir araç teşkil ediyorlar. Alışkanlıkların sigara gibi en hafifinden tutun, içki, fuhuş, kumar gibi en tehlikelilerine kadar hemen hepsi bayramlarda… Bayramlarda meyhaneler, kumarhaneler adam almaz. Hiç şüphesiz bu adamlar o güne kadar böyle yerlerin ismini bile ağzına almayan adamlardır. Aylardan beri alın teriyle kazanılan paralar birkaç saat içinde erir. Vücut yıpranır, zihin körleşir. Bir gün evvel sermaye olan ahlâk o günden sonra boş bir kelime olur.
Bu mudur bayram? Bu mudur sevinmek, eğlenmek, memnuniyetini dışa yansıtmak, keyif sürmek? O günlerde insanlıktan çıkıp azgın hayvanlara dönmek, köreltici derekelere dalıp alçalmak bayram mıdır? Bugün bayramlarda eğlence namına her ne yapıyorsak sıhhat ve beden, zihin ve fikre, ruh ve kalbe aykırı şeyler yapıyoruz.
Gerçekte Batı medeniyetinde böyle bayramlar var. Bayramlarda bütün millet cuş u huruşa geliyor, bütün memleket baştanbaşa çalkalanıyor. Orada da servetler sarf olunuyor. Bizde de böyle olsun veya olmalıdır. Peki amma sıhhat, ahlâk ve terbiyeden sarf-ı nazar bu halin iktisadi yönünü düşünmek de lazım değil mi?
Orada harcanan para, Piyer’in cebinden Paul’un cebine iniyor. Paul’dan geçip nihayet Jean’ın kasasında uykuya dalıyor. Bizde ise Ahmet’in parası Yorgi’nin cebine, oradan da başkasının cüzdanına veya Nikol’ün kasasına giriyor. Yorgi’ye ve Yorgi’den Nikol’e geçen Ahmet’in parasından Mehmet’e bir tek buğday tanesi koklatılmıyor.
Bayramlardaki hale artık son verip hakiki zevk ve sevinç olan âdâp ve âdetlere sokmak zamanı çoktan gelmiştir. Dışarıdan getirmeğe mecbur olduğumuz zaruri eşya sebebiyle yabancı memleketlere akan milli serveti bayramlardaki fuzuli harcamalar yüzünden büsbütün mahva sürükletmemelidir. Bu iş ne bir makale, ne bir vaaz ile meydana gelir. Toplumsal çapta genel bir cereyan meydana gelmedikçe bu afetin önüne geçmek güçtür. Bununla birlikte kıymetsiz bir makale, önemsiz bir vaaz, bir kitap veya bir tartışma demeyerek işe başlamak; o bir vaaz, bir makale, bir kitap ile yola düşmek hiç kımıldamamaktan daha iyidir. Hem yalnızca bayramlarda değil sair günlerimiz de bile harcayacağımız bir kuruşun yabancı memleketlere akıp akmayacağı endişesiyle hareket edersek o bir kuruşu memlekete kazandırmış oluruz. Damlaya damlaya göl olur. Herkesin her gün yabancılara akan paradan bir kuruş kurtarmasıyla memleket her gün nüfus sayısınca kuruş kazanmış olur.
Bayram demek galiba herkesin zıvanadan çıkması demektir demiştim. Sade bundan bazı ücra köyleri ayırmak lâzım.
Bu köyler içinde, Rum bakkalı olmayan köylerdir. Orada içki, kumar, kokain yoktur. Ahalisi temiz giyinirler, birbirleriyle bayramlaşırlar, ekmek ve katıktan ibaret yemeklerine bir parça hurma veya şekerli nohut ilave ederler. Hali vakti yerinde olanlar ya bir tavuk ya bir keçi keserler. Hemen ekserîsinde yağlı hamurdan kaba çörekler yapılır. Bu çöreğe-büyük itina olmak üzere-mısır unu karıştırmazlar. Zenginlerinde geniş bir kap içerisinde üst üste kalın açılmış yufka dizilir. Arasına yağ-Mısır’da şehirlerden başka yerde karışık yağ yoktur-serpilir. Piştikten sonra üzerine toz şeker dökülür. Geniş bir kap dedim; çünkü bazen alelade bir tepsi, bazen bir leğen, tencere vazifesini görür. Bu hamur ekmeğinin ismi fitîrdir. (Şehirlerde böreğe de fitîr denir). Bu ikram edildi mi biliniz ki siz itibar olunan bir misafirsiniz. Binaenaleyh çok yemeğe mecbursunuz. Hamur pişmemiştir ama misafir umduğunu değil, bulduğunu yer dersiniz. Üç parmağınızla hamurun üzerine bir çimdik banarsınız. Eliniz kalkarken çimdiğin altından da hamur kalkar. Şimdi marifet yüzü gözü bulamadan o hamur tutamını ağzından içeriye sokmakta. Başınız arkaya doğru eğilir, alt çene epeyce açılır. Bir iki itişte hamur boğaza girer. Bir iki lokma sizce kâfidir, fakat etraftakiler “Hayati ebuk”[8], “Ve’n-nebiyy”[9] “Ve hayatu rabbine mümkineş” [10] diyerek daha yemesi için ısrar ederler. Kendi elleriyle hamuru çimdiklerler ve parça parça önünüze koyarlar. Bu hamur, Nil Vadisi’nin buğdayından yapılmıştır. Şehirlerdeki ekmekler ise Avustralya unundandır. Bu hamurun yanı başında ya meluhiyye ya bamya bulunur. Mısırlı, senenin on iki ayında da meluhiyye yer. Altı ay yeşil meluhiyye, ondan sonra da kurusu. Kuru meluhiyyenin hazmı yeşilinden daha kolay. Bamyanın Said (Yüksek Mısır) taraflarında bir cinsi vardır ki en ufağı bir parmak büyüklüğündedir. Yozlaşmış bir cins olacak. Nitekim acur yazılıp insanlar arasında ağur denen bir cin uzun hıyar vardır ki hıyar, kabak ve kavun arasında müşterektir. İstanbul’a turfanda gelen İskenderiye kabağı gibi yeşil, içi bir kavun gibi sarı ve eti hıyar gibi beyazdır. Zaten hıyar, kabak ve kavun eğer yanılmıyorsam cucurbitaceés denilen aynı cinse aittirler. Bu acur başka memleketlerde olmadığından ne Fransızcası, ne İtalyancası velhasıl hiçbir dilde karşılığı yokmuş. Bu hususta tanıştığım bir yabancı ziraat mühendisi “Hıyar ile kavun arasında senelerden beri iklimin ve toprağın etkisi altında bozulmuş bir cins” dedi. Bununla birlikte köylülerce makbul, omuzda sopa gibi taşınabilecek uzunları da vardır. Küçük büyük ele geçtiği yerde hart hurt yenmektedir.
Neyse biz ziyafetimize gelelim. Bu kadar yağlı, şekerli hamurun üzerine tabii susarsınız. Su istersiniz. Hepsi birden hizmet gören çocuk veya adama “Ya ved gîbi el’mâyye”[11] (Ya veled cie bi’l mâe)[12] der; hemen testi gelir. Bardak varsa bardakla içersiniz. Fakat hepsi de, içinden “bu adam nafile su içmesini bilmiyor” derler. Çünkü bardakla su içerken hüüüp yaparak su ile beraber mümkün olduğu kadar hava da içmelisiniz. Hava midede bir müddet durur. Sonra da bir kere azamatle geğirirseniz hava ile beraber midedeki gazlar çıkar ve mide rahat eder. Mamafih denemeye kalkmayın. Hem bir iki kerede olmaz hem de görmeyince yapamazsınız. Bardak yoksa demin hamuru boğaza tıktığınız gibi vaziyet alır. Testiyi dikersiniz fakat suyun hepsi birden dökülür. Testilerin ağzından beş altı santim aşağıda iç tarafı kapalıdır. Ancak bir veya iki delik açılmıştır. Su bu deliklerden boşanır. Bir bardaklık su böyle lıkır lıkır nispeten uzunca bir müddet içersiniz. Bu testiler yuvarlak ve tahin helvası rengindedir. Başları ince olup aşağıya doğru genişler diplerine iki üç parmak kala genişlik içeriye doğru kıvrılarak azıcık ufalır. Genel olarak fiyatları bir tarifeye göre yarım Mısır kuruşudur. Şehirlerde kullanılan bardak, sürahi ve şişelerden başka şehirlerin bir kısmı da dâhil olduğu halde bütün Mısır bu testilerle su içer. Bazen üstü kırmızı veya siyah çizgililerine rast gelirsiniz. Bunlar evlenen kızlara mahsustur. Bununla beraber hepsinden su sızar. Buraya kadar yazdıklarım Mısır köylerinde bayramın şekil itibarıyla farkıdır. Müslümanların bulunduğu her yerde bayram olunca ziyafetler verilir. Tabii her yerin kendine özgü şekil ve âdeti vardır. Esasını biz sade Mısır’da, diğer Müslüman memleketlerinden ayrılan bir şey varsa o da bayramlarda, kandillerde, Recep ayının ilk cumalarında mezarlıklara gidip yatmak bu özellikle Kahire’de en canlı oluyor ki bundan da ayrıca bahsedeceğiz.
Reşid Mazhar
3-WOKİNG CAMİİ’NDE ŞEKER BAYRAMI[13]
Londra’dan Vakit Gazetesi’ne yazılıyor:
Bugün sabahleyin Bayram namazını Londra’dan trenle bir saat mesafede olan Woking Camii’nde kılmak üzere birçoklarıyla beraber yola çıktık. Tren fesli, sarıklı ve Hintlilere mahsus serpuşlu zevat ile o kadar dolu idi ki Londra’nın bunaltısının üzerimden düştüğünü hissettim ve kendimi doğuda zannettim.
Senenin en büyük bayramını tebrik etmek ve İslâmiyet’teki birliği göstermek için Türk, İranlı, Hintli ve Afganlı camide toplanmakta idiler. Cami her vakit ki gibi cemaati ve seyircileri içine alamayacağından çimen üzerine halıları serilmiş ve etrafına sandalyeler dizilmişti. İmam Kemaleddin Efendi peyderpey gelmekte olan Müslümanlara hoş geldiniz demekte idi. İmam Kemaleddin Efendi pek âlim ve faziletli bir zattır ve İngilizceyi gayet güzel konuşur. Gelenler isimlerini özel bir deftere kaydetmekte idiler. Cemaat arasında İstanbul Hükümeti Temsilcisi Mustafa Reşid Paşa, oğlu ve Birinci Kâtip Şefik Bey bulunuyor. Şefik Bey, mükemmel İngilizce ve Fransızca konuşur. Almanca ve İtalyanca da bildiğini işittim. Fakat ben bu lisanları bilmediğimden bu husustaki malumatının derecesini bilmiyorum.
Afgan Temsilcisi Serdar Abdulhâdi Han Hazretleri de hazır bulunuyorlardı. Onunla azıcık Türkçe konuştum. Fakat bilahare İngilizcesinin pekiyi olduğunu keşfettim. Lord Hedel vesâir İngiliz İslâmları tabiatıyla cemaat arasında bulunuyorlardı. Bunlardan başka daha birçok zevat da mevcut idi. Fakat birer birer isimlerini kaydetmek büyük bir defter oluşturur. Müezzinin ezanı okuması üzerine namaza başlandı.
Cemaat arasında altı kadar İngiliz İslâm hanımları bulunuyordu. Bu hanımların parlak elbiseleri ve ilkbahar serpuşları ile namaz kıldıklarını görmek pek garip idi. Zevcem camiye gitmek üzere hazırlandığı halde son dakikada bir mani zuhur ettiğinden gidemediği için İslâm hanımları arasında hiçbir çarşaflı yoktu. Yalnız bir tane olsun çarşaflısını görmek istiyordum. Çarşaftan maksadım bugün Türk hanımları tarafından İstanbul’da kullanılan ve çarşaftan çok şapkaya benzemeğe başlayan çarşaf değildir. Eğer Türk hanımları eski çarşafın ve peçenin kadınlara ne kadar yakıştığını bilmiş olsalar; onu terk etmeğe veyahut ta çarşaftan başka şeylere benzetmeğe teşebbüs etmezler.
Parlak kumaş altında yeşil çimen üzerindeki manzara pek etkileyici idi. İmam Efendi’nin faydalı vaazını büyük bir dikkatle dinledik. İmam Efendi vaazında özetle, din ile fennin bir olduğunu söyledi ve dinin Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz isimlerinde var olduğunu ve yüksek fikirleri taklit etmekten ibaret olduğunu bildirdi. Bu yüceliklere hakiki bir şekilde ve ona uygun hareket etmeyip sadece şekliyle uygulamanın bir ikiyüzlülük olduğunu söyledi.
İslâmlara mahsus olan misafirperverliğe uygun olarak namazdan sonra açık havada bütün cemaate öğle yemeği ziyafeti verildi. Yemek çimene konulan uzun masalar üzerinde yenildi. Yemekten sonra umum dostlarımıza “Bayramınız mübarek olsun” temennisinde bulunduktan sonra Kurban Bayramı’nda tekrar toplanmak üzere Londra’ya dönmek için trene bindik.
Yarın Afgan elçisi ile mülakat etmek üzere ondan söz aldım. Gelecek mektubumda bu mülakattan bahsedeceğim.
***
Derleyen: Âdem Efe-Dünya Bizim
Dipnotlar
[1] Bu yazıda geçen Mısır lehçesine özgü bazı cümlelerin okunmasında ve Türkçeye çevrilmesinde bana yardımcı olan Suriyeli kardeşim, Öğr. Gör. Faisal el-Salih (Faysal Salih)’e çok teşekkür ediyorum.
[2] Sırat-ı Müstakim, C. 15, Âdet: 372, 26 Zilhicce1336/3 Teşrinievvel 1334/3 Ekim 1918, s. 148-149. Bu yazının yayınlanma tarihine bakılırsa Kurban Bayramı olduğu anlaşılmaktadır.
[3] sipihr: Farsça felek.
[4] Mahfil, C. 4, S. 48, Şevval 1342/1924, s. 208-211.
[5] “Hayırlı bayramlar”.
[6] “Sağlık, afiyet ve esenlik içinde olunuz”.
[7] “Bayramın hayırlı olduğuna inandım, inanırım”.
[8] “Babanın hayatı için”.
[9] “Peygamber aşkına”.
[10] “Allah aşkına; Allah rızası için” anlamına gelen bir Mısır lehçesi.
[11] Bir Mısır lehçesinde “Ey çocuk su getir”
[12] “Ey çocuk su getir.”
[13] Sebilürreşâd, C. 20, S. 506, 24 Haziran 1338/28 Şevval 1340/24 Haziran 1922, s. 143-144.
Henüz yorum yapılmamış.