Sosyal Medya

Selahattin E. Çakırgil: Her zehre bir panzehir elbet vardır

Diyarbekir'deki 5 yıla yakın yıllarımdan bazı şahsî hatıraları da aktarmıştım. O bölgenin ve o dönemin sosyal yapısını yansıtması açısından faydalı olduğuna inandığım birkaç kesit aktarayım.



Askerlik yıllarımızda Ekrem Dayı derdik, bir uyuÅŸturucu mübtelâsı vardı, Malazgirt'te.. 40 yaşın üstündeydi.. Sık sık firar etmiÅŸ askerden, ve 1-2 ay sonra yakalanmış, ama geçmiÅŸ askerliÄŸi yakıldığı için, sıfırdan baÅŸlatılmış askerliÄŸe.. Ve bu yaşına kadar da askerden kaçmayı meslek haline getirmiÅŸ birisiydi.. Ne talime gider, ne disipline riayet ederdi.. Kışlada, başında sivil ÅŸapka, ayağında topukları çiÄŸnenmiÅŸ sivil ayakkabı ile dolaşırdı ortalıkta.. 
 
UyuÅŸturucu açlığında olduÄŸu zamanları hissederdim. UyuÅŸturucuların çok kullandıkları barbitürik Amerikan hapları vardı, deÄŸiÅŸik isimlerde.. NATO yardımları çerçevesinde verilirdi, TSK'ya.. Ama, o kapsüllerin renkleri o kadar göz alıcıydı ki, tabib yüzbaşı o haplardan yazdığında, Ekrem Dayı, o renkli kapsülleri avucuna alır, 'Ä°nsan yutmaya kıyamıyor, Allah'ıma.. Seyretmesi bile bir ayrı zevk veriyor..' derdi..
 
O ilaçlar benim sorumluluÄŸumdaydı ve sayılıydı ve ancak doktor raporuyla ve büyük uyuÅŸturucu açlık nöbetleri sırasında verilirdi.
 
Bir gece, saat 22.00 civarında ortalıkta kimse yokken odama geliverdi.. UyuÅŸturucu açlığı derecesinde olduÄŸu anlaşılıyordu. O ilaçları elde etmek için icabında bıçak bile kullanabilirdi. Ve o ilaçlar çok sıkı kasalarda korunuyordu. Bir anda pencereden 2-3 metre aÅŸağıya atlayıp kaçmıştım.
 
Ekrem Dayı baÅŸka haplara bakmış ama, aradığını bulamamıştı.. Ertesi gün, o gece durumunun çok kötü olduÄŸunu, gözünün o renkli kapsüllerden baÅŸka hiçbir ÅŸeyi görmediÄŸini itiraf etmiÅŸti. Normal zamanlarında aramız çok iyiydi.
 
Alay Komutanı, zaman zaman onun hakkında benden bilgi isterdi. Onu nasıl olup da askerliÄŸini yapmış gibi gösterip, terhis edebileceÄŸini düÅŸünüyordu. 'Ben ona askerliÄŸi tamamlatacağım.. Kaçsa da yakmayacağım askerliÄŸini..' diyerek inisiyatif kullanacağını söylemiÅŸti. Ben de son olarak gece saÄŸlık odasının bastığını ve pencereden kaçtığımı söyledim. 'Al getir onu bana, biraz nasihat edeyim..' dedi..
 
'Ekrem Dayı, komutan seni görmek istiyor..' deyip, birlikte gittik Komutan'ın odasına.. Komutan Londra'da NATO subayı olarak uzun yıllar yurt dışı hizmetini yaptıktan sonra, Malazgirt'teki birliÄŸin başına getirilmiÅŸti.
 
Komutan 'Oturun..' dediyse de, Ekrem Dayı 'Albayım, her ne kadar yanlışlarımız varsa da o kadar da kendimizi bilmez deÄŸiliz..' dedi ve ayakta bekledi. Ama, omzunda bir sivil ceket, omuzları düÅŸük, sokak kabadayıları havasında dinliyor, Komutanı.. Komutan, ona hayatını mahvetmemesini, bu ibtilânın gelecek nesilleri de bozacağını söylüyor ve sözlerinin onun üzerinde etkili olacağını sanıyor olmalıydı ki, tavsiye ve nasihatlerini uzatıyordu. Ekrem Dayı, biraz dinledikten sonra, komutanın sözünü kesti ve, 'Albayım, bırak bu lafları, benim karnım böyle laflara tok.. Varsa biraz esrar, ver de bir sigara sarıp duman olayım..' deyiverdi. Albay, ÅŸoke olmuÅŸ, sözün bittiÄŸi yerde olduÄŸunu anlamıştı.
 
Komutan, daha sonra, Ekrem Dayı'nın dosyalarını, inceletmiÅŸ geçmiÅŸ komutanlar zamanındaki firarlardan dolayı yakılmış askerliklerinin, 'yanlış hesaplamalarla yakıldığının anlaşıldığı' gerekçesiyle, onun askerliÄŸini yaptığı kararını verip terhis ettirmiÅŸti.
 
Aradan dört sene kadar bir zaman geçmiÅŸti ki, Diyarbekir'de bir Cuma namazından çıkışta, üzerine beyaz bir önlük giymiÅŸ, sakalı uzamış bir yaÅŸlı kiÅŸiyi, namazdan çıkanlara, 'Sebil.. Sebil..' diyerek, birer bardak meyan kökü ÅŸurubu ikram ettiÄŸini gördüm. (Bu ÅŸurubun, kokakola gibi bir ÅŸey olduÄŸunu söylerlerdi, ama, ben hiç içmedim, bol köpüklü olduÄŸu ve muhtevasını iyi bilmediÄŸim için..)
 
'Bu adam, Ekrem Dayı deÄŸil mi?' diye düÅŸündüm, benzeri birisi de olabilirdi. 'Ekrem Dayı' dedi diye seslendim, başını çevirip bakınca.. Bir samimî kucaklaÅŸma..
 
'Ekrem Dayı bu ne hal.. Seni böyle de görecek miydim, çok sevindim..' dedim..
 
Dedi, 'Abiciiim, biz o zehrin panzehrini bulduk.. Şu işi bitireyim, biraz sohbet edelim.. Memnun olacaksın..' dedi.
 
Sonra, Ulu Camii'n kıble tarafında -ÅŸimdi epeyce tanzim edilmiÅŸ- bir çarşı vardı ki, orası her türlü karanlık iÅŸin yapıldığı, Emniyet güçlerinin bile girmeye cesaret edemediÄŸi bir yer idi.
 
Orada bir kahvehaneye girdik.. Ekrem Dayı'nın 'yârân'ı oradaydı.. MeÄŸer panzehir dedikleri, Mesnevî okumaları imiÅŸ.. Kürdçe bildiklerinden Farsçayı daha kolay anlıyorlar ve anladıklarından dolayı, ezberleri de daha kolay oluyordu. Her birisi ellerinde kitab-defter-kağıt olmaksızın Mesnevî'den uzuuun ÅŸiirler okuyorlar, anlatıyorlar, yorumluyorlar ve bazan aÄŸlıyorlardı bile.. Bu 'yâran'ın herbirisi de meÄŸer, eski esrarkeÅŸler imiÅŸler ve bu yolla o belâdan, itiyâddan kurtulmuÅŸlardı.
 
'Ben hayatımı tembelhane çalıştırarak kazanamam..'
 
Bir de Sofu Galib diye biri vardı. 'Dört Ayaklı Minare'nin yakınında bir çayevi iÅŸletiyordu. Dev cüsseli, uzun siyah sakallı..
 
Bir çay 25 kuruÅŸ.. Güzel çay yapardı..
 
Orada oyun oynanmazdı.. Kitap filan okursan mesele yoktu.. Ä°kinci çayı da istersen getirirdi..
 
Ama, boÅŸ boÅŸ durursan, ve üçüncü çayı da istersen, 'Kalk, burası tembelhane deÄŸil.. Ben hayatımı tembelhane çalıştırarak kazanamam..' der, kovardı.
 
MeÅŸguliyet için, çayevinin duvarlarında 50-60 kadar mektup fotoÄŸrafları vardı, camekânlayıp asmıştı.. Kimi mektuplar içerdeki siyasî liderlere, kimileri de yabancı ülkeleri liderlerine yazılmış.. O günlerin en önemli meselesi, Kıbrıs Buhranı..
 
Sofu Galib'ten, Amerikan BaÅŸkanı Johnson'a, Fransa BaÅŸkanı De Gaulle'e, Sovyet lideri Leonid Brejnev ve BaÅŸbakanı Alexy Kosigin'e, Ä°ran Åžah'ı M. Rıza Pehlevî, Pakistan lideri MareÅŸal Eyyûb Khan, ve Suûd Meliki Kral Faysal'a ve aklınıza daha kim gelirse, onlara yazılmış mektuplar... Onlara gönderilen mektupların Türkçesi, Ä°ngilizcesi, ve onlardan gelen cevaplar.. Onları okuyup inceleyinceye kadar 5-6 çay içersiniz..
 
Sofu Galib, gece saat 02.00 civarında, motosikletine bir kocaman çorba kazanı koyup, karakollara gider, karakol vazifelileri onu tanırlar.. Nezarethanelerde, beton üzerinde soÄŸukta geceleyenlere, birer tas sıcak çorba verir, bir ekmek parçası.. 'Ulan keratalar.. Yaramazlık yapıyorsunuz, atıyorlar sizi buraya.. Siz burada iken ben uyuyamıyorum..' gibi bir-iki nasihat cümlesi de söyler.
 
Sofu Galib bir gün bize bir nesne getirdi, Tekel Çayı paketi içinde.. Aslında, piyasadaki çay..
 
Tahlil parası biraz fazlaydı, gidip vezneye, ödedi; makbuzunu getirdi.
 
Tahlil ettik raporu verdik.. 'Tekel Çayı paketi içinde getirilen ve tahlil edilmesi istenen, çay'ı andıran nesnenin 'Gıda Maddeleri Nizamnâmesi'ne uygun olmadığı görülmüÅŸtür.'
 
Onu alır, götürür gazetelerin temsilcilik bürolarına, onlar da bunu gazetelerine yansıtırlardı.
 
Bir de, Tekel Bakanlığı bize sorardı, 'Bu nasıl rapor?' diye..
 
Biz ise, 'Biz çay demiyoruz, çay paketi içinde getirilen nesne diyoruz' ÅŸeklinde cevap veriyorduk.
 
Sofu Galib, bir gün Mardin Kapı'dan aÅŸağıya, Dicle'ye dökülen kanalizasyon suyunu bir kavanoza doldurmuÅŸ, getirdi.. 'Bunda, hangi mikroplar vardır, belirlensin..'
 
Vezneye gidip epeyce pahalı bir meblağı ödedi, makbuzu getirdi..
 
Laboratuarlarda o zamanlar petri kutularında kanlı jelozla hazırlanmış üreme vasatlarımız vardır, bize getirilen 'ÅŸey'leri alır, oraya o cam petri kutularındaki üreme vasatına ekim yaparız, etüvde 24 saat bekletiriz, 37 derece hararette ve üreyen mikroorganizmaların da ne olduÄŸu ve olmadığı üzerinde daha sonraki tahlil ve deÄŸerlendirmelere geçeriz..
 
Görürdük ki, o kanalizasyon suyudur, pis kokusundan bile bellidir. Ama, bir gün böyle bir ekim sonunda hayrete gördük ki hiç mikrop üremedi!!!
 
Ondan sonrası bizi aÅŸar, mütehassıs konu üzerinde tartışırlar, herhalde bütün mikroplar birbirlerini yutar, 'fagositoz'/ phagocytose/ hücre yutması yutma denilen bir durumla, geride mikrop kalmaz derlerdi. Yani, laboratuar bulgusu olarak, 'temiz' idi!!!
 
Bugün hâlâ öyle komik izahlar yapılıyor mu, bilmiyorum..
 
Ama, Sofu Galib bu raporu, o pis suyu, noter gözetimli olarak nereden aldığını belgelerle birlikte ilgili yerlere sunardı.. Yani, Sofu Galib, bir 'halk saÄŸlığı uzmanı' gibi çalışırdı..
 
Ayrıca Ulu Câmide kılınan Cuma namazı sırasında, özellikle yazın, hutbe uzun sürerse, cemaatten uyuyanlar olurdu.. Sofu Galib orada da, elinde özel bir teneke kutu içine koyduÄŸu közleri üzerine, çam reçinelerini atar, o uzuun camiin bir ucundan diÄŸerine saflar arasında o hoÅŸ kokulu tütsüyü dolaÅŸtırır, uyuyanların burnunun dibinde daha fazla tutar ve câmiin içinde hoÅŸ bir rayiha ve âdetâ hafif bir rüzgâr esiyormuÅŸ gibi bir durum meydana gelirdi.
 
Diyarbekir'de, Ulu Câmi Emevîler zamanından kalmadır. Görkemli bir mâbeddir.
 
Halkın bir kısmı Åžâfi mezhebindendir, bir kısmı Hanefî.. Bunun özellikle Ramazanlarda pratik bir faydası olurdu. Çünkü, Åžâfiler için iftardan 45 dakika sonra yatsı vakti girer, Hanefîler içinse, 1,5 saat sonra..
 
Ramazan, 1965 ve sonrasındaki yıllarda kış mevsimine gelmiÅŸti. Åžâfi mezhebinden olanlar iftardan hemen sonra, nisbeten sıcak olan câmie giderler ve yatsı namazı ve teravihi kılarlardı. Onların ibadetlerini tamamlayıp câmii boÅŸaltmalarından sonra, Hanefîlerin namaz vakti yeni giriyor ve böylece câmide o teravih vaktinde bir izdiham oluÅŸmuyordu.
 
Dikkati çeken bir husus da, mezheb farklılığının arada asla bir soÄŸukluk oluÅŸturmamasıydı. Hattâ o kadar ki meselâ Bayram Namazı kılınmasıyla ilgili hükümler arasında bir fark olup, birisinde Farz, diÄŸerinde Vâcib veya Sünnet durumunda olması durumunda, hangi mezhebde daha üst dereceli bir hüküm varsa, cemaat namazında o mezhebin hükmüne göre birlikte namaz kılınması gibi bir usûl geliÅŸtirilmiÅŸti. 
 
(Devam edeceÄŸiz, Ä°nÅŸaallah…)
 
Kaynak: Fikriyat

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.