Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Yeni bir faşizm ekolü olarak İslamofobi

Bundan böyle tüm ulusların eşit statüde temsil imkanı buldukları uluslararası kurumlar kurulmak zorundadır. İnsan haklarını tekelinde bulundurup, kendinden başkasının insan olup olmadığını müzakere konusu yapanlar ise bu ayrıcalıkları hangi tanrıdan almışlarsa o tanrıya, diğer insanları kimin yarattığını sorsunlar. Hatta torpil yapmayan bir Tanrıdan söz edildiğini ve onun koyduğu ölçünün emek olduğunu, “İnsan için emeğinden başkası yoktur” dediğini, O’na iman edenlerin, İsa ve Musa’ya da Muhammed’e olduğu kadar iman ettiklerini ve zulme uğrayan herkese kucak açan bu insanlar için kendi tanrılarının fikrinin ne olduğunu da sorsunlar.



Bir toprağın vatan olması, orada yaşayan insanların orayı vatan kılan değerleri ile mümkündür. Aynı zamanda bu değerler bir toprak parçasını vatan kılarken o topluluğu da millet kılar. Bu açıdan vatan ve millet kavramları birbirinden hiç ayrılmaz. Bu yüzden bir toprak parçasını vatan kılan değerler bertaraf olursa vatan ve millet de bertaraf olur.
 
Emperyalizm, faşizm olarak tanımlanmamışsa da kendisi gibi olmayan bir milletin millet olma halini yok edip onların vatanlarını ele geçirmeye; kontrol altına almaya dayanır. Böylece o bir toprak parçasını vatan, bir topluluğu da millet yapan değerleri deforme etmeden amacını gerçekleştiremez.
 
19. yy teorik, 20.yy da pratik olarak dünyanın aktif siyasi dalgası sol ve sağ kanatların çatışmacı fenomenleri ile gerçekleşti. Ancak 21. yy ile birlikte İslam algısı, Batı merkezli olmak üzere Batı’nın uzantısı olan coğrafyalarda da ön plana çıkmış bulunuyor. Bugün dünya siyaseti belirgin olarak İslam algısı üzerinden şekilleniyor. Ancak bu, sol ve sağ algılar kadar net ayrımlarla ifade edilemeyen bir kavram. Bu yüzden 21. yy ılımlı ve radikal İslam kavramları üzerinden savrulmalarla emperyalizme geçit verecek bir dünya tasarımını ima ediyor.
 
Tek tip bir Batı’dan söz etmek mümkün olmasa da bugün Batı olarak kavramsallaşmış ana damarı dinamize ederek dünya siyasetine yön vermeye çabalayan emperyalist algının gündeminde İslam bulunuyor. Elbette durum İslam’ı ortadan kaldırmak biçiminde değil, onu emperyalizme geçit verecek bir dizaynla dönüştürmeye dayanıyor. Ülkeden ülkeye farklılık gösteren müdahalelerin ana ekseni ise her ülkede orayı vatan yapan değerlerin bu iradeye geçit verecek forma dönüştürülmesi. Bunun için ise iki prototip üretiliyor. Bunlardan birincisi emperyalizme geçit veren ve onun iradesi doğrultusunda faaliyet gösteren ılımlı olarak ifade edilen İslami görünümlü terör örgütleri, diğeri ise İslami görünüm altında şiddete dayalı terör örgütleri. İkinci tip salt şiddete dayalı yapılarla üretilen korku, birinci tip yapıların meşruiyet gerekçesi olarak servis ediliyor. Ancak amaç emperyalizmin bir toprak parçasını kontrolü altına alabilmesi için, o toprağı vatan yapan değerlerle millet arasındaki ilişkiyi koparmaktır. Bir millet kendi aklı ve değerler sistemi ile kendi vatanı üzerinde tasarrufta bulunmakla millet olur. Bu durum ortadan kalktığında ise millet ve vatan kavramları da ortadan kalkarak o bölge sömürüye açık hale gelir.
 
Faşizm ve hadsizlik
 
Bu bağlamda emperyalizmin kullandığı en önemle argüman insanın tercihlerini etkileyen algılar üzerinden değişebilmesidir. İnsanın bu özelliği ideolojileri de ivmeleyerek 20. yy sonuna kadar ideolojiler üzerinden dönüştürülen sol ve sağ çatışması olarak gerçekleşti. Aynı algı bugün her ikisi de suni olarak üretilmiş ılımlı ve radikal İslam algısı üzerinden sürdürülmeye çalışılıyor. Sağ ve sol algısına çok benziyor. Biri olmadan diğerinin bir işlevi yok. Biri olmadan diğeri de var olamayan, sadece çatışma üreterek bulunduğu ortamı sömürüye hazırlayan iki dişli bir mekanizma.    
 
 Sartre’nin ifadesi ile insan dışındaki tüm varlıklar içerikleri ile var olurken insan, biyolojik olarak yaratılmış (varolmuş) içeriği kendisine bırakılmıştır. Bu özelliği ile o ne yaparsa o olacak. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” deyimi de “İnsan için emeğinden başkası yoktur (Necm 39)” ayeti de insanın esasının, yapıp ettiği ile asıl ürettiğinin kendisi olduğunu vurguluyor.  Yapabileceklerinin bir sınırının olmaması, ne isterse ona dönüşebilecek bir kabiliyette olması ile de insan diğer varlıklardan ayrılıyor. Ancak insan olmak yapabileceği birçok şeyi özgür iradesi ile yapmamak veya yapmakla ortaya çıkıyor. Yapılanlar ve yapılmayanlar bir tercih olarak insanın mahiyetini ortaya çıkarıyor.
 
Bu değerlendirmelerle şunu söyleyebiliriz ki olması gerekeni aşma (haddi aşmak) yeteneği sadece insana mahsustur. Bu ise “insanlıktan çıkmak” deyimi ile zulmün tanımı olarak da ifade bulur. Zulüm de sayısız içerikte tanımlanabilir. Bu tanımları tek bir anlam üzerinde topladığımızda insana mahsus bu özelliğin haddi aşma üzerinde derecelendiği ortaya çıkar.
 
 
Her insan bir inanç üzere yaşar. Seçilen bir inanç, onun insanlık için en iyisi olduğu düşüncesi ile seçilir. Elbette onu seçenden de insanlığa karşı en iyi tavrı göstermesi beklenir. Böylece herkes yaptıklarını önüne koyup kendi inancını gözden geçirebilir.  Ancak tarih insanlık mücadelesinin çoğunlukla böyle olmadığını, halen devam edegelen genel görünümün kendi iyiliği için, kendisi gibi olmayanları yok etme algıları ile devam ettiğini gösteriyor. Bu durumun meşrulaştırılması ise bunu normalleştirebilecek iyi ve kötü algılarının üretilmesi ile anormal bir içerikte gerçekleşiyor. Kendisi gibi olandan başkasına her tür kötülüğü reva gören bu algı, esasında faşizan bir algıdır ve çoğu zaman kendisini faşizmin ırk temelli tanımıyla gizler. Belki de bu anlayışın faşizan tutumu, faşizmi sadece ırki bir olaya indirgemek suretiyle kendine yol buluyor. Bu bağlamda faşizmin ırk ayrımı ile sınırlı olmadığının, her tür farklılığın da faşizan algıya gerekçe yapılabileceğinin doğru okunarak güncellenmesine ihtiyaç var. Aksi takdirde, bugün ırka dayalı faşizmin lanetlenmesi söylemi altında, farklı bir gerekçe ile sürdürülen faşizan uygulamaları göremeyiz. Böylece faşizmin belirgin özelliklerinden biri olan ırkçılık öne çıkartılarak, bunun sadece ırka dayalı bir nefret olduğu algısı ile, farklı algılara dayalı faşizan uygulamalar perdelenmiş olur.
 
İslamofobi terörü
 
Tasarlanmış İslamofobik konseptlerle üretilmiş algılar üzerinden cereyan eden olaylar, bir dünya savaşından hiç de az sayılamayacak katliamların gerekçesi yapılabiliyor. Korku ve nefret algısına dayalı ve bilinçli olarak üretilen İslamofobi, günümüz dünyasının en yaygın faşizan eğilimi olarak işlevini sürdürüyor. Öyle ki İslami görünüm adı altında İslamofobiye malzeme üreten terör örgütlerini kuran sömürgeci Batı, onları kendilerinin ürettiğini açıkça itiraf etmekten ve dünyanın gözü önünde himaye etmekten çekinmiyor. 
 
Burada, her bir bölge için tasarlanmış terör örgütlerinin ürettiği korkularla toplumlar, kendi çıkarları dışında duyarsızlaştırılıyor. Özellikle milli çıkarlar kavramı, salt maddi çıkarlar doğrultusunda ele alındığında millet kavramı ile olan anlamını kaybedip dünyayı, emperyalizme geçit veren, kendisinden başkasına duyarsız ve tepkisiz coğrafyalara bölüyor. Oysa milli çıkar o milleti millet kılan insani değerlerin işlevsel olması üzerinden millet halinin korunup sürdürülebilmesi ile gerçekleşir.
 
 
Sırf kendi çizdiği sınırların ötesinde olduğu için kapısının önünde bir kişiyi ölüme terk etmenin, ve ona yapılacak yardımı israf olarak görmenin milli çıkarlarla izahı mümkün değildir. Aksine bu durum o topluluğun, onu millet kılan insani değerden yoksun olduğunu gösterir. İnsanlığın çıkarına olmayan bir davranışın, milli çıkarlar dahil hiçbir çıkarla izahı yapılamaz. Saldırı altındaki insanlara, milli çıkarlar gerekçe gösterilip kapıları kapatmak, sıranın bize de geleceği emperyalist saldırıya karşı kapıları ardına kadar açmaktan başka bir işe yaramaz. Ortadoğuyu bataklık olarak tanımlayıp oradan kaçmak ise orayı bataklığa dönüştüren bataklık canavarlarını uzaklaştırıp o bataklığı kurutmaya yetmiyor. 
 
İnsan ve emeği
 
Sonuç olarak; sömürgeci ülkelerin aktörlüğünde işlevselleşmiş BM başta olmak üzere tüm yapılar insanlık nezdinde güvenilirliklerini çoktan yitirmiş bulunuyor. Bundan böyle tüm ulusların eşit statüde temsil imkanı buldukları uluslararası kurumlar kurulmak zorundadır. İnsan haklarını tekelinde bulundurup, kendinden başkasının insan olup olmadığını müzakere konusu yapanlar ise bu ayrıcalıkları hangi tanrıdan almışlarsa o tanrıya, diğer insanları kimin yarattığını sorsunlar. Hatta torpil yapmayan bir Tanrıdan söz edildiğini ve onun  koyduğu ölçünün emek olduğunu, “İnsan için emeğinden başkası yoktur”  dediğini, O’na iman edenlerin, İsa ve Musa’ya da Muhammed’e olduğu kadar iman ettiklerini ve zulme uğrayan herkese kucak açan bu insanlar için kendi tanrılarının fikrinin ne olduğunu da sorsunlar. 
 
Belki böylece bir şeyleri yanlış kurduklarını, Tanrı’nın torpil yapmayacağını, insan için emeğinden başkasının olmadığını, hatta insanın emeği kadar olup, emeği sömürmenin insanı sömürmekle aynı şey olduğunu, sömürgeciliğin zorlukları olsa da bir emek olmayıp emek hırsızlığı olarak insanlığın en aşağı seviyesi olduğunu, salt kendisine benzemeyeni herhangi bir bahane ile ötekileştirmenin faşizm olduğunu, insan olmanın ise emekle ve insana insanca davranmakla elde edildiğini, meşruiyetin tek kaynağının emek ve emeğin hakkının gözetilmesi olduğunu, emeğin ise kapitalizm ve sosyalizmin aralarında kime ait olduğu konusunda çatıştıkları bir meta değil, onun asıl ürününün, insanın tercihi olarak kendisi olduğunu ve insanlık olarak ifade edilen değerlerin emek ile üretildiğini görerek, faşizan oluşumların insanlık dünyasında yeri olmadığını anlamak mümkün olabilir.
 
 
Müellif: Ali Osman SEZER / Bülent Ecevit Üniversitesi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.