Sosyal Medya

Tanpınar'dan Necip Fazıl'a, edebiyatımızın önemli isimlerinden oruç risaleleri

Ramazan; hakikatte hikmeti, hikmette Rahman'ı bulma ayı. Ramazan ayını layıkıyla idrak edebilmemiz için ise gören gözlere ve mutmain bir idraka ihtiyaç var. Mustafa Kutlu, “Açlık bizi doyuruyor” derken, Ramazan ayında orucun sadece bedenin mes'ul tutulduğu bir ibadet olmadığını anlatmak istiyordu belki de.



Ramazan ayı söz konusu olduğunda, Müslümanları tok tutan yemekler değil. Size çok kıymetli birinin, kısa bir süreliğine misafir olacağını farz edin. Onu güzel ağırlamak ve onda hoş intiba bırakmak için elimizden gelenden fazlası yapılır. Teşbihte hata olmaz, Ramazan ayında on altı saatten uzun bir süre aç kalan insanları esas tok tutan da, işte bu kıymetli misafiri en iyi şekilde konuk etme iştiyakıdır.

Ramazan sükut ayı. Gönlün sükutu, dilin, elin, bedenin, gözün, kainatın dinginlik mevsimi adeta. Geri kalan on bir ay boyunca çok çalışan, çok yorulan, çok söyleyen, çok eyleyen ne varsa Ramazan ayında sükuta varır. Bu sükut ise iftara yarım saat kala yavaş yavaş bozulmaya başlar. Orucun son saatlerinde ruhanileşip iyice solan yüzler her zamankinden daha anlayışlı bir ifade alır. En kavgacı ve sert insanların yüzlerinde bile imanın felsefesi okunur.
Oruç ile ilgili usta kalemler neler düşünmüş, onlar Ramazan'ı nasıl idrak etmiş, gelin birlikte okuyalım.
 
Hikmetin yankısı Ramazan
 
Sezai Karakoç, 'Samanyolu'nda Ziyafet' kitabında kabirden kalkan bir ruh gibi, oruçlunun ruhunun, gayb dünyasından kimi zaman ses, kimi zaman işaret aldığını söyler ve devam eder: “En azından, içinde bulunduğumuz dünyada, gayb dünyasının bir konumunu hatırlatan çarpıcı bir cephe görür. Hikmete yönelir. Kelimeler, günlük olan yanlarıyla, yani hemen ölen taraflarıyla değil, çağlara sarkan, diri ve canlı kalan, Kur'an'a dönük, hikmete ilişkin tertipleriyle bize gelirler. Kur'anın, o her zaman diri, ölümsüz sözün, Ramazan ayında inişi, bu hikmetin yankısını taşır. Oruçlu, bu ayda, daha çok Kur'an'a koşacak, sureler önünde onun yüreği daha çok yumuşayacak, içi daha çok aydınlanacaktır. Oruç şuurunun en yoğun, oruç tesirinin en keskin olduğu, başlıbaşına bir keramet ve mucize olan orucun insanda en çok dirildiği an olan Ramazan ikindilerinde Müslüman evlere gelen şanlı konuk Kur'an'la aydınlanacaktır insan."
 
İnsan emeğini oruçla kutsamak
 
Nuri Pakdil; 'Biat 2'de İslâm öğretisinin, insanı sürekli olarak varoluş bilincinde tutan, insana bu bilinci taşıyan, bu bilinçle insanı donatan bir öğreti olduğunu vurgular. Pakdil'in oruç ile ilgili şu cümlelerini okumak ve anlamakta yarar var;
 
“İslâm öğretisiyle açıkça anlarız evrensel bir işlevimiz olduğunu, işlevimizin bizim için bir varoluş koşulu olduğunu. Evrensel bir umut yüreğimizi doldurur işte oruçla. İslâm öğretisinin tüm ilkeleri evrensel içerikli ilkelerdir. Bu ilkeler, müslümanı eğiterek, onu evrensel yükler taşımaya hazırlar. İnsancıldır bu ilkeler. Ezilmişleri, hakları yenenleri, yoksulları, özgürlük savaşımcılarını, emekçileri savunur İslâm öğretisi. Bu öğretiye göre, insan ancak çalışmasının karşılığını görebilecektir, emeğinin karşılığını alabilecektir. Oruç, İslâm öğretisinin temel ilkelerini gözlerimizin önüne koydu yeniden, uyardı bizi. İnsan emeğini, oruçla, bir kez daha kutsadık."
 
“Dünya beni haramından men etti, ben onun helalinden de geçtim"
 
Rasim Özdenören ise bir röportajında oruç tutan insanın durumunu çokça mana taşıyan şu cümlelerle anlatır: “Oruç halinde seçme durumu insanın, kendini eylemekten alıkoymasıyla tezahür eder: bir şeyi yapabilecekken yapmamak, yiyebilecekken yememek. Bunlar, dıştan eylemsizlik gibi görünen halin eylem olarak tezahür etmesidir: Orucun özgül eyleme hali tam da budur.
 
Eylemekten vazgeçilen haller bizatihi haram olduğu için onlardan sarfınazar ediliyor değil; eylemekten vazgeçilen haller helal olmasına rağmen onlardan sarfınazar edilmektedir.
 
Bu durum takva olgusuyla ilgilidir. Hz. Ali'nin şöyle söylediği nakledilir: “Dünya beni haramından men etti, ben onun helalinden de geçtim."
Takvalı davranış, helal veya mubah olan bir şeyden gönüllü olarak sarfınazar etmeyi tazammun ediyor.
 
Ramazan ayı içinde gerçekleştirilen ve farzı kifaye hükmünde olan itikâf hali, sıradan bir oruçlu insan için, aslında, bir bakıma, gündelik olandan sakınıp orucun farklı düzlemine girmesiyle kendiliğinden ve tümüyle bir itikâf hali mesabesine intikal etmiş olur."
 
Necip Fazıl'ı ağlatan hediye: Karpuz
 
Adem Çevik'in derlediği 'Edebiyatımızda Ramazan' kitabında yer verilen yazarlardan birisi de Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Kısakürek, Ramazan ayında zindanda geçirdiği günlerden birinde kendisi üzerinde tesiri oldukça derin olan bir anısını aktarır: “Ramazandı. Oruçluydum. Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi her gün evinden, hususi otomobiliyle gönderirdi. Ben de hapishane kapısının yanındaki tel örgüde yemeğimi beklerdim. Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi. Yine böyle beklerken bir gün ihtiyar bir adam tel örgüye sokuldu. Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir ihtiyar… Beni asla tanımadan: “Oğlum, içerde bir Necip Fazıl varmış! Şu karpuzu ona hediye getirdim.; Allah rızası için götürüp verir misin? Dedi. Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde: “Ver, baba, hemen götüreyim! Dedim ve aldım. İşte, hasbi, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye… Bu meçhul Müslüman'dan tüten edayı ömrümce unutamam… Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim, İslam ahlakımı fikretseydim, ağlasaydım, ağlasaydım…"
 
Şenlikleri bayrama çeviren Ramazan
 
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Ramazan ayı ile ilgili anlattıkları ise, onun eşsiz betimlemeleriyle bezelidir. Ramazan ayındaki manevi havayı ve maddi dünyanın büründüğü ilahi hareyi Tanpınar'ın cümlelerinden okuyalım: “Ramazanın hususi hayatı, şenlikleri birdenbire bayrama çevrilirdi. Dolaplarıyla, atlıkarıncalarıyla gümüş kırbaçlı çerkes eğerli pırıl pırıl atlarıyla, bin türlü sürprizleriyle bayram yerleri şehre gündelik hayatından çok başka, çok renkli bir görünüş verirdi. Çocuk bu günlerin tek hakimiydi. Bu gördüğüm bayramla eski bayramların hiç alakası yoktu."
 
Kalplerin ve nefsin mükellefiyeti oruç
 
Mehmet Akif Ersoy ise bir kıssa üzerinden, orucun sadece bedenin mes'ul olduğu bir biadet olmadığını, kalplerin ve nefslerin de oruçlu bulunmakla mükellef olduğunu anlatır bizlere. Mehmet Akif'in kıssası şöyle başlar: “Ramazan mollasının biri köylüye, geceleri teravih kıldırmış; gündüzleri de Mızraklı, Kırk Sual, Kara Davud gibi yaşını başını çoktan almış eserlerden vaz etmiş. Lakin bayram gelince heybesini işlemeli çamaşırlarla, kesesini fitrelerle, zekatlarla doldurmak şöyle dursun, cemaatin fukara-yı şakirin kısmı yalnız adamcağızın selametine dua, ağniya-yı sabirin zümresi ise sadece kendilerini duadan unutmamasını ricada bulunmuş. Belanın büyüğüne bakın ki biçare molla o aralık heybesini de çaldırmış. Şu bir ay süren geceli gündüzlü ibadatın nezd-i Bari'de teraküm etmiş ecrini alabilmek için kıyameti beklemeye değil a, gelecek üç ayların vüruduna kadar pineklemeye bile tahammülü olmayan mollacağız bu saygı yoksulu cemaatten öfkesini almak istemiş: 'Ey köylü dayılar! Beni bütün ramazan çalıştırdınız; bu gün on para vermedikten başka heybemi de çaldınız. Lakin ettiğiniz yanınıza kaldı zannetmeyiniz. Ben Kadir gecesi teravih kıldırırken size ayeti mahsus yanlış okudum.' demiş. Köylüler hep bir ağızdan: 'Hoca düşündüğün şeye bak! Sen bize ayeti yanlış okudunsa, biz de namaza abdestsiz durduk!' cevabını vermiş.
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.