Bir film üzerinden Taşra ve İstanbul algısı
Follow @dusuncemektebi2
Taşrada yaşayan bir sanatçı- yazar iseniz eğer taşrada yaşayanlar sizi hiç görmez. Ancak merkez yani İstanbul fark ederse o zaman taşradakiler de “...vay be meğer bu adamın eserleri varmış.” derler.
Yazar kısmı kendine mevzu bulmak maksadıyla seyrettiği, dinlediği, okuduğu ne varsa biriktirir de sonra onları boncuktan kolye yapar gibi ipe dizer, sıralar. Bu garipsenecek bir iş değildir. Periyodik olarak yazma zaten modern zamanlara mahsus bir iştir. Eskiden kişi ömrü boyunca belki bir divan oluşturacak kadar ancak yazardı. Öyle olunca da divan gelecek nesillere kalacak bir “eser” olurdu. Bizim yazdıklarımız “eser”kıymeti taşır mı meçhul. Neyse bir başka yazıda kalem erbabının yazı serencamını anlatırız.
Bu hafta bir filmden mülhem hasıl olan hissiyatımı paylaşacağım. Filmin konusu L.S.Lowry isimli ressamın annesiyle yaşadıkları ve sanat hayatıdır. Filme başlarken bende farklı hissiyatlara vesile olacağını hiç tahmin edemedim. Neden derseniz film neredeyse tamamen bir odada geçiyor ve iki kişi etrafında gelişiyor. Bazen bir sahnede çocuklar falan var ama filmin odağında ressam ve annesi var. Ressam yatalak olan annesine bakar. İki katlı küçük bir evde meskundurlar. Muhitleri ise varoş sayılacak bir yerdir. Ressam ve annesinin geliri azıcık bir katip maaşıdır.
Nasıl görüyorsam öyle
Filmi anlatıp da tadını kaçıracak değilim. Zaten harala gürele bir şeyler olan bir aksiyon değil. Bir odanın içinde geçiyor dedik. Burada ilk dikkatimi çeken. Bir yapım başarılı olmak için büyük hikayelere, prodüksiyonlara ihtiyaç hissetmez. Az kişi ile, düşük bütçeli ve fakat ağır tesirli film de pekala yapılıyor.
Ressam annesine bakar, kira toplar ve akşamları da resim yapar. Odasına çekilip saatlerce orada kalır. Ama ressamın annesi oğlunun yaptığı resimlerden hiç memnun değildir. Ona göre oğlu boş bir işle meşguldür. Bu fikrini desteklemek için eleştirmenlerin oğlunun eserleriyle ilgili söylediği ağır eleştirileri okur oğlunun yüzüne karşı. Oğul ise annesine neredeyse hep aynı şeyi söyler. “Ben orada nefes alıyorum, var olduğumu hissediyorum.” mealinde şeylerdir söylediği. Yani resim onun için bir tutkudur. Ve der ki ben sadece resim yapan bir adamım ne fazlasıyım ne de azı.
Oğul böyle kendi çizgisinde yaşarken bize bir şey belletiyor değil midir? Sanatçı isterse anasından gelsin her tülü yıldırıcı engele rağmen eğer içinden yapmak geliyorsa yapar. Hem de usul erkan dinlemeden içinden geldiği gibi yapar. İşte Lowry de kendi istikametini çizmiş adamlar gibi ağır ağır acele ederek ama vazgeçmeden resimler yapar. Resimleri İngiliz işçi sınıfının günlük rutinini anlatır. Eleştirmenlere göre resimler ilkel sayılacak kadar çocuksudur. Ama Lowry geçerli tek cevabı verir; “Ben nasıl görüyorsam öyle yapıyorum.”
“Yak hepsini”
Bu hal üzere devam ederlerken bir hadise olur. Yan komşuları ilk defa annesini ziyarete gelir. Annesi pek mutlu olur bu ziyarete. Yalnız geçen günleri için bir nevi neşe kaynağı olan bu ziyaretin en önemli özelliği ise kadının resimden anladığını söylemesi ve evin girişinde asılı olan resmi pek beğenmesidir. O resim Lowry’nin annesine hediye olarak yaptığı ilk eserlerinden biridir. Ve annesi komşu kadın diyene kadar o resmin farkında bile değildir. Komşu kadın gidince oğluna der ki o resmi hemen getir. Resim gelince anne pek beğenir. Lowry şaşkındır. “Anne ben bu resmi sana hediye etmiştim ve ilginç olanı şu ki sen o resmi hiç beğenmemiştin. Şimdi ise beğeniyorsun Bu nasıl iş?” der gibi şaşkındır. Anne ise komşu kadının beğendiği resmin kendisi için yapıldığını hatırlamaz bile. Ama “...çok beğeniyorum. Çok güzelmiş.” der oğluna iltifat eder. Oğlu mahzundur.
İşte bu tablo da sevgili okur bana şunu ilham etti. Taşrada yaşayan bir sanatçı- yazar iseniz eğer taşrada yaşayanlar sizi hiç görmez. Ancak merkez yani İstanbul fark ederse o zaman taşradakiler de “...vay be meğer bu adamın eserleri varmış.” derler. Yani komşu kadın demese oğlunun eserinin farkında olmayan anne gibidir taşra. Ancak merkez farkına varırısa yani merkez size icazet verirse taşra da kabul eder. Bu pek acı bir tablodur. Filmde Lowry de bu acıyı yaşar.
Komşu kadın bir kere daha ziyarete geldiğinde işler biraz karışır. Kadın Lowry’nin daha evvel gördüğü eserini bir sergi için ister. Lowry o sergiye iki eser gönderir. Biri beğenilen tablodur. Diğeri ise sadece Lowry’nin beğendiği eserlerinden biridir. Kadın buna çok bozulur. Biz sizden ne istiyoruz siz ne yapıyorsunuz der gibidir. Ve ziyareti keser. Anne ziyaretin kesilmesine kahrolur. Lowry’e kızar. Tartışırlar. Ve anne ağzına geleni sayar oğluna. “Senin varlık amacın nedir? Sen ne işe yararsın? O resimlerin hepsi çöp, ben hiçbir zaman çocuk istemedim ama sen oldun...” Bu arada Lowry sinir krizi geçirmektedir. Annesine karşı ağlayarak; “ben onların hepsini senin için, sadece sen gör diye yaptım.” der. Resimleri bahçeye toplar yakmak için kibriti çakacakken annesine son kez haykırır. “...yakıyorum hepsini!” Annesi yattığı yerden zehir kusar gibi cevap verir; “Yak hepsini yak...”
Ertesi gün sakinleşmişlerdir. Yemek sırasında anne sorar; “...yaktın değil mi resimleri?” Lowry annesinin acımasızlıkta bu kadar ısrarcı olmasına bir kere daha yıkılır ve şöyle der; yakmadım anne komşunun çamaşırları asılıydı onlara dumanı-isi bulaşır diye yakmadım. Anne çok mutlu olur. “...aferin iyi etmişsin, komşunun çamaşırları kirlensin istemeyiz.” Lowry kahrolur çünkü annesi için resimlerin yanması önemli değildir de komşu kadının çamaşırları daha mühimdir....
Lowry ve annesinin hikayesi burada bitmez. Biz annesi tarafından hor görülen gariban Lowry’nin annesinin ölümünden sonraki yıllarda nasıl şöhret olduğunu da filmden öğreniriz. Lowry efsane olmuştur. Eserleri kapışılır. Adına sanat merkezi kurulur. Kraliyet nişanı ve şovalyelik teklif edilir. Ama Lowry nişanı ve şovalyeliği kabul etmez. “Annem öldükten sonra ne anlamı var ki” der
Ve 1976’da ayrılır bu dünyadan...
Bu haftalık yazımızı bir temenni ile bitirelim; eser verenler merkez ve komşu kadın görmeden önce fark edilsinler ve onların kıymeti bilinsin her daim...
Değerlendiren: Mustafa Çiftçi
Henüz yorum yapılmamış.