Özel / Analiz Haber
Küresel salgının batıya yansıması ve birliğin geleceği
Follow @dusuncemektebi2
“Gelecekteki dünya düzenin niteliği ‘tehlikelere karşı yüksek sınırların ardına saklanmak mı yoksa küresel işbirliğinden mi geçiyor?’ sorusuna verilecek yanıtta saklı”
Pandemi kelimesi hayatımıza girdiğinden bu yana, dış politikanın diğer tüm gündem maddeleri aşağı sıralara geriledi. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana insanlığı tehdit eden en büyük kriz olarak kabul ediliyor, Covid 19 salgını. Liderlerin savaş metaforuna sarılmaları ve topluma seferberlik çağrısı yapıyor olmaları bu bakımdan çok da şaşırtıcı değil. Salgının tam anlamıyla ne zaman biteceği, herhangi bir tedavi veya aşı geliştirilene dek normal hayat düzenimize geri dönüp dönemeyeceğimiz hala belirsizliğini koruyor. Küresel ölçekte insanları evlerine hapseden, üretimi ve uluslararası ticareti sekteye uğratan, seyahat imkanlarını kısıtlayan, sosyalleşme pratiğimizi zoraki dönüştüren salgının kuşkusuz, siyasi, ekonomik ve sosyolojik sonuçları olacak. Hatta bir kısmını şimdiden deneyimliyoruz bile.
Tarihe tanıklık ettiğimiz şu dönemde sosyal bilimciler, hummalı bir şekilde devletlerin pandemi ile mücadelesine bakarak, salgın sonrası dünya düzenine dair çeşitli projeksiyonlar üretiyor. Bunların bir kısmı salgın ertesinde daha adil, eşitlikçi bir toplum ve dünya düzeni vaat ederken, bir kısmı ise her devletin kendi çıkarını ön planda tuttuğu, güvenlik-özgürlükler dengesinin güvenlik lehine bozulduğu, bireyin dijital gözetim ağlarının esiri olduğu, karamsar bir tablo çizmekte. Elbette, bugüne kadar ilk kez deneyimlediğimiz böylesi bir küresel felaketten her ülke kendi meşrebine uygun bir ders çıkaracak. Salgının süresi ve yarattığı ekonomik tahribatın boyutuna bağlı, sosyal adalet taleplerinin yöneticiler nezdinde ne ölçüde kabul göreceği ülkelerin siyasi kültürü, ekonomik kapasitesi, kurumsal formasyonu gibi birçok değişkene göre farklılıklar gösterecektir.
Öte yandan, salgından çıkarılan derslerin hangi amaçlar için kullanılacağı da önemli. Salgın, bir taraftan neoliberal kapitalizm temelli küreselleşmenin yarattığı eşitsizlikleri düzeltmek, sosyal devleti restore etmek için bir fırsat sunuyor. Diğer tarafta ise, sınırların kapatılması ve demokratik hak ve özgürlüklerin askıya alınmasından yana milliyetçi, popülist, illiberal yönetimlerin iktidar alanlarını genişletmeye çalıştıklarını görüyoruz, Macaristan örneğinde olduğu gibi. Dolayısıyla, salgına ilişkin beklentileri belki de çok yükseltmemek en doğrusu. Şayet, yaz ortasına kadar bir tedavi bulunduğu takdirde, -ki bazı ülkeler şimdiden insan kaybını göze alarak normalleşme adımları atıyor-, işler her zamanki haliyle sürmeye devam edebilir. O bakımdan, tahminleri yarıştırmak yerine, bugün önümüze çıkan tabloyu irdelemek, geleceğe yönelik gelişmeleri değerlendirmek açısından daha faydalı olacaktır.
Almanya Cumhurbaşkanı Walter Steinmeier’ın dediği gibi salgın, bir nevi insanlık sınavına tabii tuttu bizleri. İçimizdeki en iyiyi, aynı zamanda en kötüyü dışarı vurmamıza sebep oldu. Bu bakımdan, özellikle batılı devletlerin pandemi karşısında göstermiş oldukları işbirliğinin pek parlak olmadığını kabul etmek gerek. Ne ABD, ne de Avrupa Birliği örnek bir dayanışma sergileyebildi. Her devlet önce kendi halkını koruma güdüsüyle hareket etti. Peki bu durum, ABD’nin küresel liderliği ve AB’nin geleceği açısından bize ne yönde bir mesaj veriyor?
BİRLİĞİN ADI VAR, RUHU YOK
Covid19’un Avrupa’ya yayılmasını takiben, önce sınırlar, AB dışından girişlere geçici süreyle kapatıldı. Ülkelerin bir kısmı tıbbi malzemelerin ihracatına kısıtlamalar getirdi. Tepkilerden sonra geri adım atıldı. Örneğin, Fransız hastaların askeri ambulans helikopterlerle taşınarak Almanya, İsviçre ve Avusturya’da tedavi edildiğini de gördük. Ne var ki, salgından en çok etkilenen ülkelerden biri olan İtalya’nın yardım çağrısına yanıtın Avrupalı komşularından değil de, Çin’den ve Rusya’dan gelmiş olması hafızalarda yer etti.
İlerleyen dönemde ilk şoku üzerinden atan Avrupa Birliği, üyeler arasında dayanışma ruhunu yeniden canlandırabilmek amacıyla her krizde olduğu gibi umut verici açıklamalarda bulundu. Hatta AB Komisyon Başkanı Ursula Von der Leyen “İtalya’nın en ihtiyacı olduğu zamanda yanında kimse yoktu. Tüm Avrupa adına içtenlikle özür diliyorum,” diyerek özeleştiride bulundu. Salgınla mücadelede iyi bir sınav verememiş olmanın üye devletler arasında yaratmış olduğu hayal kırıklığının bilincinde olan AB yetkilileri, bu durumun tetikleyebileceği siyasi çözülmenin önünü alma gayreti içinde. Ancak, işleri kolay değil.
Salgınla mücadeleyi daha çok devlet düzeyinde alınan kararlar ışığında yöneten Avrupalı devletler, pandeminin ekonomik hasarını ortaklaşa sırtlamak konusunda gönülsüz. Tıpkı, 2008 ekonomik krizinde olduğu gibi salgının AB içinde ekonomik gelişmişlik düzeyi üzerinden kuzey-güney ayrışmasını derinleştirdiğine şahit oluyoruz. Avrupa Merkez Bankası’nın Mart ortası açıkladığı 750 milyar euroluk “Acil Satın Alma Programı”olsun, Avrupa Komisyonu’nun işsizliğin engellenmesine yönelik başlattığı SURE programı olsun, alınan tedbirler yeterli görülmüyor. 10 Nisan’da Avrupa Maliye Bakanlarının üzerinde anlaştıkları 500 milyar euroluk teşvik paketi, kulağa hoş gelse de, salgın sonrası ekonominin yeniden inşasına yönelik üye devletlerin aldıkları borçları nasıl ödeyecekleri konusunda anlaşmazlık hala sürüyor. İtalya, İspanya gibi ülkelerin talebi, Eurobond tahvilleri aracılığıyla borcun üyeler arasında dağıtılması, ki başta Almanya ve Hollanda, ekonomik reformları, mali disiplini zayıflatacağı gerekçesiyle buna karşı çıkıyor. Tasarruf eden ülkeler, tasarruf etmeyenlerin yükünü sırtlanmak istemiyor.
“Gerçekle yüzleşme noktasındayız. AB’nin siyasi bir proje mi yoksa iktisadi bir proje mi olduğuna karar vermeliyiz… Eğer AB siyasi bir projeyse, o zaman insan faktörü öncelikli olmalıdır,”diyen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Financial Times gazetesine verdiği mülakatında vurguladığı üzere, gerek AB’nin gerekse parasal birliğin sürdürülebilmesi için zengin devletlerin diğer üyelerle daha çok dayanışma sergilemesi gerekiyor. Macron’un çağrısı karşılık bulur ve AB üzerindeki ölü toprağından silkinip uyanır mı? Uzun zamandır devletler üstü çıkar tanımlamakta ve bu çıkarlar üzerinden harekete geçmekte zorlanan AB’nin, salgının tetiklediği ekonomik ve siyasi krizden güçlenerek çıkma ihtimali, imkansız olmasa da, zayıf görünüyor.
VAKA SAYISINDA LİDER ABD
Gelelim ABD’ye. Başkan Donald Trump’ın hastalığı en başından önemsemeyen tavrı, virüs kıtaya ulaştıktan sonra gerekli tedbirleri almakta gecikmesi, tecrit kurallarının uygulanmasında eyaletler arası gözetilen farklar ve Amerikan sağlık sisteminin bozukluğu (sağlık hizmetlerine erişimin son derece eşitsiz ve pahalı oluşu) neticesinde ülke pandeminin odak noktası haline geldi. Ancak bunu daha vahim gelişmeler izledi. ABD’nin kendisinden liderlik beklendiği bir dönemde, başka ülkelere giden tıbbi malzemelere el koyması, aşı üzerinde çalışan Alman firmasına araştırmalarını ABD’nin kullanımına sunması için para teklif etmesi, yetmezmiş gibi, pandeminin ortasında Dünya Sağlık Örgütü’ne kaynak aktarımını kestiğini ilan etmesi, ülkenin imajına ciddi gölge düşürdü. “Önce Amerika” düsturuyla hareket eden Trump’ın öteden beri, uluslararası kurumlara ve devletler arası dayanışmaya mesafeli olduğundan ötürü belki de şaşırmamak gerekirdi.
ÇÖKÜŞÜ HIZLANDIRABİLİR
Salgın uluslararası sistemin geçiş döneminde, tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçtiğimiz, dolayısıyla da belirsizliklerin arttığı, sistemi ayakta tutan kurumların zayıfladığı, ortak değerlerin ve pratiklerin sorgulandığı bir dönemde yakaladı bizleri. Henüz liberal demokratik dünya düzeninin yerini neyin alacağını, yeni düzenin kodlarını tam olarak bilmiyoruz. Ancak küreselleşmenin derinleştirdiği devletler arası karşılıklı bağımlılığın eleştirildiği, ulus-devletin gücünü geri almaya çalıştığı, milliyetçiliğin yükseldiği, ekonomik korumacılığın güçlendiği bir dönemden geçmekteyiz.
Liberal demokratik sistemin zayıflamasına paralel, bu düzenin kurucu lider ülkesi ABD’nin konumu da zayıflıyor. Bu durum, yalnızca ABD’nin gücünün azalmasından değil, kendisine meydan okuyan güç odaklarının ortaya çıkışından (the rise of the rest) ileri gelmekte.
Barack Obama’nın başkanlığından bu yana, ABD dünya üzerindeki rolünü ve dış politika önceliklerini belirlemeye çalışıyor. Başkan Obama, ABD’nin tek taraflı adımlardan kaçınması, müttefiklerle eşgüdüm içinde hareket etmesi ve gerektiğinde “geriden yönetmesi,” liderlik etmesi (leading from behind) taraftarıydı. Trump ise, ABD’yi yeniden büyük güç haline getireceğini iddiasıyla başkan oldu. Ne var ki, bugün ABD’nin uluslararası imajı, güvenilirliği ciddi şekilde aşınmış durumda. Bu durum, diğer müttefik devletleri kendi başlarının çaresine bakmaya itiyor.
Bilim adamlarının uzun zamandır uyarılarını dikkate almamış olmamız neticesinde bugün pandemiye hazırlıksız yakalandık. Salgın, uluslararası sistemin işlemeyen yönlerini çatlaklarını görünür kıldı. Oysa, yakın gelecekte insanlığı daha zor sınavlar bekliyor. Küresel ısınma neticesinde baş gösterecek kuraklıklar, açlık ve yeni göç dalgaları gibi sorunlarla devletlerin tek başlarına mücadele etmeleri mümkün değil. Tam da bu sebeple, küresel işbirliğinin güçlendirilmesine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz. Ne var ki, bu işbirliğine devletleri teşvik etmesi beklenen ABD’deki mevcut yönetimin böyle bir vizyonu olmadığı gibi, ABD’in en büyük rakibi Çin’in de küresel liderliği devralmak gibi bir kaygısı yok. Bir ihtimal, Kasım’daki başkanlık seçimini Demokrat Parti adayı Joe Biden’ın kazanması, Washington’da çok taraflı bir dış politika çizgisine dönülmesi bakımından bir fırsat penceresi yaratabilir.
Bu konuyu şimdilik bir başka yazıya bırakalım.
Albert Einstein, problemleri onları yarattığımız bakış açısıyla çözemeyeceğimizi söyler. Çıkış yolu tehlikelere karşı yüksek sınırların ardına saklanmak mı yoksa küresel işbirliğiyle ulus- devlet kapasitesini aşan sorunların çözümü için kurumların revize edilerek güçlendirilmesinden mi geçiyor? Gelecekteki dünya düzenin niteliği bu soruya verilecek yanıtta saklı.
Selim Nasi / Karar-Görüş
Henüz yorum yapılmamış.