Sosyal Medya

Gökhan Özcan: Ey aziz, Yusuf’un güzelliğine sahip değilsen Yakub’un derdine sahip ol

Güneşe gözünü dikip bakmak ne mümkün insan için... Karanlığın sakladığı sırları bilmek için güneşin aydınlattığı yerlere bakmak gerek... Her şey O'nda. Aşk, Tanrı demektir, ölmek de aşkın ufacık parçası olan benim, sonsuz ve büyük kaynağa geri dönmem demektir”



Başını okşayan sabaha bak, odana dolan ışığa... Güneşi bilmek için yeter bu kadarı... Güneşe gözünü dikip bakmak ne mümkün insan için... Güneşi görmek için ışığıyla yıkayıp arıttığı şeylere bakmak gerek... Her bir şeyin rengine, o ışığın o renklere kattığı cana, canlılığa bakmak gerek... Karanlığın sakladığı sırları bilmek için güneşin aydınlattığı yerlere bakmak gerek... Güzeli görmek için, güzeli şu iki göze gösterene bakmak gerek...
 
“Ey aziz! Eğer maşukların utançtan kızaran yüzlerine sahip değilsen aşıkların sararmış yüzlerine sahip ol. Yusuf’un güzelliğine sahip değilsen Yakub’un derdine sahip ol. İtaatkârların acziyetine sahip değilsen çaresizlerin feryadına sahip ol” buyuruyor Şeyh Sadi Şirazî, ‘Beş Meclis’ isimli eserinde.
 
Canının sıkıntısından kurtulmaya çalışma, o can sıkıntısı sana canından haber getiren bir hayırlı ulak, bir kutlu habercidir. Canının sıkılmıyor olmasından kork ki, Cânân’ın gönlü kırılmış, belki de yüzünü tamamen çevirmiştir senden!
 
“Kendime bir şey sorduğumda” dedi beyaz saçlı adam, “içimden bir cevap veren olmayacak diye çok korkuyorum!”
 
Dünyada olan biten şeylerin bizim havsalamızın ötelerine taşıyor ve dolayısıyla anlayışımızı aşıyor olması derinden ürpertiyor içimizi. Belki de yanlış bir şeyden korkuyoruz yine. Belki de her şeyin bizim kavradığımız kadar ve dolayısıyla bizim beklediğimiz yere kadar gerçekleşmesinden çekinmeliydik daha ziyade. Malum, kendi kısıtlı ve kontrolden çıkmaya her zaman müsait arzularımızla inşa ettiğimiz dünya ortada. Kendimize kurduğumuz hayat, her geçen gün daha fazla tüketiyor bizi. Çıktığımız hiçbir yolun sonu görünmüyor. Bir şeylere sahip olmak için çırpındıkça bizi insan kılan meziyetlerimizi de kaybediyoruz yavaş yavaş. Belki bırakmalıyız kendimizi engin sulara. Korkularını yenip kendini kollarına bıraktığında bu cömert sular hep omuzlarında taşımıştır insanı. Bizi dibe çeken korkularımız, kendimizi bu enginliğe teslim edemiyor oluşumuz değil mi?
 
Sevgiler sevecek bir gönül sahibi olanların içine doğar ve korkular, gerçekten korkacak bir şeyi olanların kâbusu olur.
 
Bir de şunu düşünün; yolunu kaybedip şarkısından uzağa düşen bir nota ne hisseder?
 
Aşk sadece çakan bir kıvılcım mıdır, gönülleri yakıp kavuran yangının bizzat kendisi midir? Lev Nikolayeviç Tolstoy, aşkı şu ifadelerle tarif ediyor şaheseri ‘Savaş ve Barış’ta: “Kendi kendine: “Aşk nedir ki?” diyordu. “Aşk, ölümün inkarıdır, aşk hayat demektir. Anlayabildiğim her şeyi aşk sayesinde anlıyorum. Her şey onda. Aşk, Tanrı demektir, ölmek de aşkın ufacık parçası olan benim, sonsuz ve büyük kaynağa geri dönmem demektir”
 
Duygular insanın derinlerinde bir kum saatinin içindeki gibi sessizce durup bekler, hangi tarafta bir boşluk ortaya çıkarsa duygular o tarafa doğru akar.
 
Neye dokunsa, dokunduğu şeyi bir uçtan bir uca kendisine dönüştüren duygular da var.
 
“Sen” dedi meczup, “denizin
 
atıp dünyada sektirdiği bir taşsın, bunu sakın unutma!”
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.