Ergün Yıldırım: Örselenen sosyal muhayyilemiz
Follow @dusuncemektebi2
Herkes yeniden sosyolojiyi keşfediyor. Gazeteciler, tıpçılar, tarihçiler, siyasetçiler “sosyolojik açıdan” diye söze giriyorlar . Çok doğal bir şey bu. Çünkü büyük bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. Koronavirüs gerçekliğidir bu. Yeni bir toplum biçimi ile yüz yüzeyiz. Bu toplum, epidemik toplum. Yani salgın toplumu.
Bu gerçekliğin ölümcül felaketinde tıp kadar sosyoloji de önemli. Önlemler genel olarak çok kaba biçimde ikiye ayrılıyor: Tıbbi ve sosyolojik. Bireyin biyolojik varlığı da içinde yaşadığı sosyal uzama bağlı. Bu sosyal uzamın genişliği, darlığı, yoğunluğu ve etkileşim düzeyi çok önemli. Çünkü insan evden dışarı çıktığında bu sosyal uzamda yaşıyor. Buradaki yoğunluk ve etkileşim onun salgınla başa çıkmasını belirliyor. Bedenin verdiği tepki kadar, toplumun verdiği tepkiler de önem taşıyor.
Olumsuz fizyolojik alışkanlıklar insanı öldürür, doğru olanlar da yaşatır. Su içmek yaşatır, sigara içmek ise öldürür. Benzer şey sosyolojik yönümüz için de geçerli. Sosyal alışkanlıklarla hayatımızı sürdürürüz. Bizi hayatta tutarlar. Ailemizle olmak, akrabalarımızı ziyaret etmek, dostlarımızla keyifli sohbetler yapmak, her gün sokaktaki insanlarla yürümek… Sosyal alışkanlıklar bizi hayata bağlar. Bunlardan kopan ve sosyal uzamdan tamamen dışlanan insanlar ölür. Sosyal ölümdür bu. Ama sosyal alışkanlıklar da kimi durumlarda ölümcüldür. Sürdürdüğümüzde büyük riskler içine gireriz.
Toplum olağanüstü bir zamanda geçince alışkanlıkları da olağanüstü olur. Korona döneminde yaşadığımız sosyoloji budur. Toplum olağanüstü hale geliyor. Salgın toplumuna dönüşüyor. Kitleler buna göre tepki veriyor. Sosyal ilişkiler buna göre değişiyor. Sosyal alışkanlıklar da öyle. Normal toplumsal dönemdeki sosyal alışkanlıkları sürdüremeyiz artık. Dostlarımızla kahvede görüşemeyiz, akrabalarımızı ziyaret edemeyiz, canımız istediği gibi alış veriş yapamayız, cemaatle namaz kılmak için camiye gidemeyiz. (Özellikle yaşlıların sosyalleşmesinde ve yaşamasında camiye gitmek ve cemaatle irtibatını sürdürmek çok önemli). Sosyal alışkanlıklarımız bir süre tatile çıkmak zorunda! Onları en alt sınıra çekmeliyiz. Sosyal hazlarımızı ertelemeliyiz. Evet! Sosyal hazlar da var. Hazın sosyal boyutu önemli. Farkına varmadan onlardan tat alarak yaşarız. Şimdi epidemik toplum zamanlarında sosyal hazları erteleyeceğiz. Yoksa bize tat vermek yerine acı verecekler. Hayatımızı sıkıntılara boğacaklar.
Yeni bir toplum biçimi ile yüz yüzeyiz. Bu toplum, epidemik toplum. Yani salgın toplumu. Bunu anlamak için de yeni bir sosyoloji yaklaşımı gerekli. Buna epidemik ya da salgın sosyolojisi diyebiliriz. Toplum salgın konseptine girdi ve onun içinde tepkiler veriyor. Onu bu yeni tarzıyla anlamak için de epidemik sosyolojisi yapmalıyız. Bütün sosyoloji teorileri “normal toplum” üzerine yoğunlaşırlar. Sağlık sosyolojisi bile öyle. Bugüne kadar hiçbir sosyoloji salgını merkeze alarak toplumu anlamaya yönelmedi. Çünkü çok gelip geçici olarak tahayyül etti. Foucault’un veba örneğindeki analizleri tamamen iktidarın toplum içindeki varlığını göstermeye dönüktür. Durkheim’in intihar çalışması da salgına yoğunlaşmıyor.
Salgın, toplumu sarsıyor. Kurumlarını, sosyal alışkanlıklarını ve mobilitesini köklü bir biçimde farklılaştırıyor. Gruplar arası etkileşimi ve sosyal yayılımı ters yüz ediyor. Toplum, harmonisini sürdüremiyor. Bundan dolayı da yaşayamayan ve durağanlaşan bir biçime yöneliyor. Elbette kaygı, korku ve endişe de kitleselleşiyor. Kaygı ve korku bireysel bir olgu olmaktan çıkarak sosyalleşiyor. Kaygı toplumu ve korku toplumu oluşuyor. İşte buradan da beklenmedik tepkiler doğabiliyor. Tamamen irrasyonel, panik ya da tam tersine duyarsızlık hali. İstanbul’da hafta sonu sokağa çıkma yasağıyla yaşanan “kalabalık patlaması”, tam da kaygı sosyolojisiyle doğan (kitlesel kaygı) panik ve akıldışılıklar durumudur. Sosyal hazlarından ve sosyal alışkanlığından keskin bir biçimde kopuşun doğurduğu bir toplumsal tepki halidir.
Toplumsal muhayyile, salgınla hemhal olduğu bir durumda coşku, umut ve gelecek neşesini kaybedebilir. Sosyolojik muhayyile örselenebilir. Oysa toplumu ayakta tutan en önemli ruh, tam da toplumsal muhayyilenin olumlu duygularla var oluşudur. Burada siyasal aktörler, aydınlar, bilim adamları ve din adamlarına çok iş düşüyor. Onların üslupları, tutumları ve görünümleri salgın ile beraber örselenen muhayyileyi onarma konusunda çok büyük bir değer taşır. Örselenen sosyolojik muhayyile, yeniden toparlanır, ıslah olur ve kendine gelir. Bütün toplumsal, politik ve dini aktörler grupsal, şahsi ve ideolojik bakışlarını geri çekmeli. Yapıcı, kapsayıcı ve umutlu bir Türkiye toplum muhayyilesini önde tutmalılar.
Yenişafak
Henüz yorum yapılmamış.