Bu zaman, kendini oyalama kabiliyeti olmayan insanlar için çok sıkıcı bir süreç haline gelebilir. Fakat bütün mesele de zaten insanın kendini oyalayabilmesindedir. Pascal’in çok sevdiÄŸim bir sözü var, diyor ki “MutsuzluÄŸun tek nedeni, insanın tek başına odasında nasıl oturacağını bilememesidir.” Halbuki hepimizin bir masada, bir odada sessizce oturup tefekkür etmeyi, okumayı, hayal kurmayı, gönlümüzden bir ÅŸeyler geçirmeyi baÅŸarmamız gerekir. Zihnimiz duvarları aÅŸabilir. Hayalin kanatlarında ülkeleri ve denizleri dolaşırız. Can sıkıntısı çok modern bir problem. Can sıkıntısı, hayatın kovalamaya deÄŸer bir sürü yaÅŸantının oluÅŸturduÄŸu bir anlar dizisi olduÄŸu düÅŸüncesinden kaynaklanıyor. Yani hep bir ÅŸeyler yapmak zorundayım, yaÅŸamak daima hareket halinde olmaktır. O eÄŸlenceden buna seÄŸirteyim, her çiçekten bal alayım. Hayatı bir yaÅŸantı oburu gibi, tüketilecek anlar silsilesi olarak yaÅŸamak bizi can sıkıntısına doÄŸru sürüklüyor. Bunları yapmadığımız ve kendimizle uzun süre baÅŸ baÅŸa kaldığımız zaman canımız sıkılıyor. Durmak, yavaÅŸlamak adeta hayatın kayıp hanesine yazılıyor. Bugünün çocuklarına baktığımız zaman ekransız geçirilen zamanların korkunç bir can sıkıntısına dönüÅŸtüÄŸünü görüyoruz. Dolayısıyla aslında ÅŸu yavaÅŸlamış salgın zamanı, insanın kendini oyalamayı, kendine bakmayı, kendisiyle konuÅŸmayı öÄŸrenmesi açısından da fevkalade önemli. Can sıkıntısı aslında insanın hayal kurma kabiliyetini besleyebilir. Can sıkıntısı bir muharrik güç olarak bizi bir yerlere, bir ÅŸey inÅŸa etmeye yönlendirir. Evin içinde uÄŸraÅŸtığımız ÅŸeyler olsun. Ama bunlar keyif alarak yaptığımız ÅŸeyler olsun; marangozluk hevesiniz vardır onu yaparsınız, aÅŸçılık hevesiniz vardır onu yaparsınız, içinizde bir aÅŸçı açığa çıkmayı beklemektedir, mutfaÄŸa geçersiniz ve o aÅŸçıya bir fırsat verirsiniz. Kitap yazasınız vardır, ÅŸiir-hikaye yazasınız vardır, oturursunuz masanızda sabırla, feyizler oluk oluk akmaya baÅŸlar. Dolayısıyla ertelediÄŸiniz, vaktini beklediÄŸini düÅŸündüÄŸünüz hangi yaÅŸantı varsa, ona bir müsaade edelim, buyursun öne çıksın. Etrafımızdaki nesneleri dikkatli bir bilinçle usul usul inceleyelim. Odamızın detaylarını keÅŸfedelim, kendi evimizi bir müze gibi gezmeye çıkalım. Dün geçtiÄŸimiz koridordan bugün yeni bir ÅŸey bulmak istercesine yeniden ve daha dikkatli bir biçimde, her ayrıntıya dikkat kesilerek geçelim. Tüm dikkatimizi vermediÄŸimiz herhangi bir ÅŸey, kendini bizim yaÅŸamımızdan esirgeyecektir; sadece bunu yaptığımız takdirde o ÅŸeyin büyülü bir mevcudiyet kazandığını görmemiz mümkün olacaktır. Mevcudiyet yalnızca bir zihinsel odaklanma pratiÄŸi deÄŸildir, buradalığın beden ve zihin yoluyla beraber oluÅŸturulmasıdır. Sadece nefes alıp vermeye odaklanmakla bile, zihnimizi bedenimize davet ederiz. Kendimizi bu ÅŸekilde aÅŸkın deneyimlere de açık hale dönüÅŸtürürüz. Bir nefesin süresi, bir ânın süresiyle tam olarak aynıdır.
Zamana neden ihtiyacımız vardır ve onu ne zaman hissederiz? Bu iki soru birbirine ilk bakışta sanıldığından daha sıkı baÄŸlıdır. Bir ÅŸeyin eksikliÄŸi, onun ihtiyacımız ile uyumsuz olması halinde belirir. Süre duygusu da bir hata sinyali olarak oluÅŸur. Zamanın bilinçli bir ÅŸekilde dikkatimize takıldığı en sık durum beklemektir. Ancak, hangi durumlarda ne kadar beklenmesi gerektiÄŸi, tüm dünyada aynı deÄŸil, bu kiÅŸisel öykümüzle olduÄŸu kadar, kültürel iklimimizle de edindiÄŸimiz bir önkabul. Robert Levine, Zamanın CoÄŸrafyası’nda genel olarak sanayileÅŸmiÅŸ toplumların zamanı farklı bir ÅŸekilde piyasada dolaşıma sokulabilir bir kaynak olarak gördüklerini belirterek, zaman kültürleri temel olarak ikiye ayırmıştır. Åžöyle yazar : “Bunların ilki olay-zamanına göre, ikincisiyse saatin soyut zamanına göre iÅŸler. Ä°lk durumda insanlar bir olayın süresini dikkate alırlar. Bir görüÅŸme ancak daha önceki bir aktivite (örneÄŸin bir sohbet ya da yemek) tamamlandığında gerçekleÅŸebilir. Tersine, saatin soyut zamanını dikkate alan insanlar bir randevuya gitmek için halihazırda yaptıkları ÅŸeyi yarıda keserler. Jacques le Goff’un gösterdiÄŸi gibi, ortaçaÄŸ büyük ticaretin yükseliÅŸi, “rahiplerin zamanı”nın yerini “tüccarların zamanı”nın aldığına ÅŸahit olmuÅŸtur. SanayileÅŸme, baÅŸka nedenlerin yanı sıra, insanlar zamana dakik bir ÅŸekilde uymaya ikna edilebildiÄŸi için baÅŸarılı oldu. Saatler, iÅŸ dizilerini verimli biçimde senkronize etmeyi mümkün kıldı.” ‘Vakit nakittir’ düsturu tüccarların zamanına dair bir ilke, nakde dönüÅŸtürülemeyen vaktin ziyan olduÄŸunu imliyor. Afrika bilgeliÄŸinin söylemiyle, bütün beyazların birer saati vardır, ama hiç zamanları yoktur. Levine’ın ayrımındaki olay-zamanının, Ahmet HâÅŸim’in “Ziyada baÅŸlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaÅŸanması kolay bir gün…” diye tanımladığı Müslüman saati ile benzerliÄŸi gözden kaçırılacak gibi deÄŸil.
Zaman, sıkıldığımızda yahut bir ÅŸeyi beklerken akışkanlığı yitirirken, zevk aldığımız bir aktivite esnasında kanat takıp uçabilir. Bu yüzden insanlar, bekleme odalarında yahut yolculuklarda, bizi sevecenlik ve coÅŸkuyla doldursun diye içimizdeki zamanın hafif ve gamsız geçiÅŸine ritim uydurmak ve kıstırılmışlıklarını unutmak için zevk alacakları ÅŸeylerle meÅŸgul olmak ister. Bazı hayvanların (farelerin, sıçanların, güvercinlerin ve maymunların) deneme yanılma yöntemiyle kısa zamanı ölçmeyi öÄŸrenebildiÄŸi bilinse de görünen o ki içimizdeki bu sarkacın salınım hızıyla oynamak, istisnai olarak biz insanların baÅŸarabileceÄŸi ÅŸeylerden biri. Yine de bu ölçüm yeteneÄŸi farklı faktörlere baÄŸlı olarak ayarını yitirebilmektedir. Ä°nsanların, zamanı ölçme becerilerine iliÅŸkin yapılan deneylerde, katılımcıların herhangi bir ÅŸey yapmadan tecrübe ettiÄŸi sürelerin, kendilerine bir görev verilen sürelerden daha uzun olduÄŸunu varsaydıkları görülmüÅŸtür; insanın dikkati dağıldığında zaman daha kısa algılanmaktadır. Zaman duygusu, dikkatimizin, belleÄŸin, düÅŸünce ve duygularımızın aktifleÅŸme ölçüsüne baÄŸlı olarak keskinleÅŸir. Dikkatimiz dağınık olduÄŸunda, olaylara iliÅŸkin aldığımız sinyal periyodu azalır ve zaman, daha kısa görünür. Yüksek ateÅŸ sırasında fizyolojik saatin hızlanması nedeniyle geçen sürenin daha uzun algılandığına dair düÅŸüncesi, Amerikalı fizyolog Hudson Hoagland’ın fiziksel durumlara baÄŸlı olarak farklı hızlarda çalışan bir içsel saate sahip olduÄŸumuz yönünde bir fikir geliÅŸtirmesine neden olmuÅŸtur. Bir uyaranın süresi üç saniyeyi aÅŸtığında, olay farklı parçalara bölünerek algılanmaktadır, bütünselliÄŸin eksikliÄŸi nedeniyle olayların deÄŸerlendirilmesi için bu durumda kısa süreli belleÄŸin yardımına gerek duyulur. Zaman geçerken yeni ÅŸeyler deneyimlemekle birlikte daha önceki ÅŸeyleri de unuturuz. Zihinsel mevcudiyetimiz, bilincin bu “zaman penceresi” ile sıkı ÅŸekilde irtibatlıdır.
Tat, renk, ısı ve koku duygumuz gibi bir zaman duygumuz yoktur. Zamanı, deÄŸiÅŸim ve hareket ölçüsünde algılarız. Fiziksel süreçlerin algılanmasına ve birleÅŸtirilmesine baÄŸlı olarak öznel bir zaman duygusu geliÅŸir. Çevreden herhangi bir deÄŸiÅŸim ve hareket duyusu algılamadığımız takdirde öznel zaman duygumuzun ne ÅŸekilde etkileneceÄŸine iliÅŸkin olarak bazı deneyler yapılmıştır. Su tanklarındaki yalıtılmış ortamda bekletilen denekler, zamanın gerçekte olduÄŸundan çok daha yavaÅŸ geçtiÄŸini düÅŸünmüÅŸlerdir. Tecrit tanklarında, zamanın daha yavaÅŸ geçtiÄŸi ÅŸeklindeki algının nedeni dikkat dağıtacak hiçbir uyaranın bulunmamasıdır. Çevresel uyaranlar dışında beden zamanı ve beden ritminin deÄŸiÅŸikliÄŸine dair algılarımız da öznel zamanı oluÅŸturmamızda bize yardım eder. Bedenin parasempatik sistemin aktive olduÄŸu rahatlama durumlarında ve sempatik sistemin aktive olduÄŸu uyarılma durumlarda, zaman farklı hızlarda geçer. AraÅŸtırmalar, depresyon ve kaygı bozukluÄŸundan muzdarip hastalar, süreleri genellikle olduÄŸundan fazla tahmin etme eÄŸilimdedirler. YoÄŸun korku uyandıran durumlarda, sosyal tecrit edilmiÅŸlik hissinin eÅŸlik ettiÄŸi durumlarda ve içsel bir sükûnetin söz konusu olduÄŸu durumlarda da zamanın genleÅŸtiÄŸi ve sürenin gerçekte olduÄŸundan fazla algılandığı araÅŸtırmalarda gözlemlenmiÅŸtir. Ä°ÅŸte biz de ÅŸu anda pandemi zamanını böyle tecrübe ediyoruz.
Günlük varoluÅŸumuz, fragmanlarla ilerleyen, her tür tutarlıktan yoksun, sarsıcı bir zaman dizisine dönüÅŸtükçe süre içinde kök salma imkanımız berhavâ olmakta, bu durum bizleri anlam öksüzü kılmaktadır. GeçmiÅŸin mirasından ve geleceÄŸin gayeliliÄŸinden– büyük anlatılardan- kopmuÅŸ modern insan, zaman boyutu içinde düÅŸünmenin güçlüÄŸünü duymaktadır. Zamanımız özellikle de dünyayı bundan sonra tüm varlıklarıyla deÄŸil de yalnızca gözleriyle tanıma tehlikesi altındaki çocukların zamanı, bu “yitip yutan” ekranların tutsağıdır. DonmuÅŸ bir -arayüz zamanı- içinde teÅŸvik edilen, hemen ÅŸimdinin baskısı altında gittikçe daha hızlı güncellenen bellek türünün, kiÅŸiliÄŸin kurucu bir anını simgeleyen insan belleÄŸi ile hiçbir ortak yanı yoktur. Zamanın esrimeleriyle kuluçkaya yatırılmamış bir bilinç, kendinde saklanmış hiçbir vaadi yerine getiremeyecektir.
Pandeminin ağır aksak zamanını ekranlarla hızlandırmanın telaşındayız. Kendimizi ekranların büyüsünden alarak, bizden daha çok sabır ve çaba isteyen etkinliklere yönelmemiz lazım. Ruhumuzu kattığımız, kendi mayamızla yoÄŸurduÄŸumuz zaman. Sosyal medyada o kadar uzun vakit geçiriyoruz ki, oradan edindiÄŸimiz hap gibi konsantre bilgiyle zihinlerimiz korkunç bir doygunluÄŸa ulaşıyor. Bu fastfoodla tıkınmak gibi bir ÅŸey. Fastfood bize yoÄŸun karbonhidrat içeriÄŸiyle acayip bir doygunluk hissi verir, aslında onun adı yemek deÄŸil tıkınmaktır. Sosyal medya mecralarından aldığımız hızlı ve çok konsantre bilgi de ruhlarımızın üzerinde böyle bir etki yapıyor. Sanki bilmemiz gereken her ÅŸeyi biliyormuÅŸuz gibi bir hisse kapılıyoruz, bir enformasyon aşırı yüklenmesi oluyor. Bu da bizi gerçekten görmemiz gereken önemli ayrıntıları, eleÅŸtirel düÅŸünebilme yeteneÄŸini, samanlıkta bulmamız gereken o iÄŸneyi bulmaktan alıkoyuyor. Pandemi zamanında, kulağımız kiriÅŸte, kötü haber beklediÄŸimiz heyecan ve uyarılma anlarını azaltalım. Sosyal medyada geçirdiÄŸimiz saatleri kısalım azıcık, bedenimizin yavaÅŸlığına ayak uyduralım, perhiz yapalım. Emek isteyen metinlere, göz ve kağıt arasında aracı tanımayan, bizi doÄŸrudan katılmaya, doÄŸrudan düÅŸünmeye çağıran metinlere daha fazla ağırlık verelim. Bizi pasif izleyici kılan etkinliklerden vazgeçerek aktif ve üretken kılacak etkinliklere yönelebiliriz. Pandemi zamanı, bize fabrika ayarlarımıza geri dönmemiz için bir fırsat veriyor. Hayatı bugüne kadar çok büyük bir telaÅŸ duygusuyla yaşıyorduk, oradan oraya koÅŸturuyorduk; ne oldu ÅŸimdi? Ne fark etti? Bir ÅŸey mi eksildi bizden? YaÅŸamı tıklım tıkış yaÅŸamadığımız zaman apoletlerimiz mi söküldü? Sadece biraz daha durup düÅŸünmek, ruhlarımızı dinlendirmek için fırsat bulmuÅŸ olduk.
Bazı gençler, endiÅŸeyle baÅŸ etme konusunda kaçış stratejilerini devreye sokabilirler. Oyunlara aşırı düÅŸkünlük kaçış stratejilerinden bir tanesidir. KiÅŸi kendi endiÅŸesiyle yüzleÅŸmek, onunla baÅŸ etmek yerine hemen ona hızlı rahatlama saÄŸlayan, dopamin devrelerini uyarıp ona haz veren bir ÅŸeye yönelir ve orada kendini rahatlatmaya baÅŸlar. Ama bu fasit bir dairedir, ne kadar oyun oynarsanız beyin o kadarını ister, o kadar hazza alışır, haz devresini kırmak o kadar zorlaşır. Modern bir evi sıcak bir yuvaya dönüÅŸtürecek her ÅŸeyi öpüp başımıza koymamız lazım. Modern ev için ünlü sosyolog Zygmunt Bauman “çok amaçlı eÄŸlence merkezi” diyor, eve girip kapıyı dışarıya kapatıyor ve odaya girip kapıyı eve kapatıyoruz; ev aile üyelerinin yan yana ama ayrı yaÅŸayabildiÄŸi çok amaçlı bir eÄŸlence merkezine dönüÅŸtü. Herkesin önünde bir ekran vardır, herkes o ekranda kendi eÄŸlencesini yaÅŸamaktadır. Ä°ÅŸte o modern evi, modern aileyi yeniden sıcak bir yuvaya karacak olan ÅŸey bizim kendi bakışlarımızda bulacağımız emniyet ve sıcaklıktır. Bunun için de beraber oyun oynamak, sohbet etmek gibi ÅŸeyler yapılabilir. Mesela çocuklarınıza bugüne kadar hiç anlatmadıkları bir anılarını anlatmalarını söyleyin. Bir hikaye uydurmalarını söyleyin. Beraber bir hikayeyi geliÅŸtirdiÄŸiniz, hikaye saatleri düzenleyin. Herkesin yaratıcılığını kışkırtan, içinde durup bekleyen hikaye anlatıcıyı harekete geçiren hikaye saatleri tanzim edin. Böylece bir arada olmanın o sıcaklığını, samimiyetini, cennetini herkes yaÅŸamış olsun. Bunlar bir daha ele geçmeyecek fırsatlar. Yüzyılda bir geliyor. Bir kuyruklu yıldız gibi dünyamıza vurup geçecek – daha sık olmaz diye temenni edelim, geçmiÅŸte yüz yılda birdi- bu büyük fırsatı da mutlaka ruhlarımızı birbirine yakın kılmak için deÄŸerlendirelim.
Radikal zamanlarda yaşıyoruz, radikal belirsizlik zamanlarında ben de radikal bir tedavi önerisinde bulunmak istiyorum. VaroluÅŸçu psikiyatrinin bir düÅŸünce egzersizini uyarlayabiliriz içinde yaÅŸadığımız zorluklara. Kapının dışında tekinsiz bir dünya var artık, sokakta virüsler muhtemelen kafileler halinde dolaşıyorlar, o yüzden mümkünse evde kalmamız lazım. Hiç birimizin hastalanmayacağının garantisi yok, hiç birimizin entübe olmayacağının, ventilatöre baÄŸlanmayacağının garantisi yok. Åžimdi söyleyeceÄŸim biraz canımızı yakacak: Sevdiklerimizin, yakınlarımızın gözüne bakarken onları son bir defa görüyormuÅŸ gibi bakalım. Veya biz yarın entübe olacakmışız ve bir daha onları göremeyecekmiÅŸiz gibi. Bu hayatımızın son demiymiÅŸ ve son anlarımızı yaşıyormuÅŸ gibi bakalım. Böylece yaÅŸadığımız anı zayi etmeden taçlandıralım, bereketlendirelim. Kıymet bilelim, kıymet bulalım. Anı derin ve geniÅŸ oyalım, uzun yekpare ÅŸimdide yaÅŸayalım. Vaktin çocukları olalım.
‘Dünya harikulade ÅŸeylerle dolu, hepsi duyularımızın biraz daha keskinleÅŸmesini bekliyor’ demiÅŸ W.B.Yeats. Sabah rüzgarı derimizde hissedilmeyi, uzaktaki çiçeklerin rayihası koklanmayı, tomurcuklanan aÄŸaç görülmeyi bekliyor. GüzelliÄŸi fark etmek, duyuların eÄŸitimiyle mümkün. Bunun için de içimizin zamanını yeniden olay zamanına döndürmemiz, doÄŸa olaylarının aktığı yavaÅŸlıkta akmayı bilmemiz gerekiyor.
Kaynak: Mücerret
Henüz yorum yapılmamış.