Özel / Analiz Haber
Selahattin E. Çakırgil: 60’ların sonundaki dünya
Komunist Çin'in henüz çeyrek yüzyıllık bir geçmişe ulaşmadan dünya sahnesinde bu kadar güçlü bir konuma gelmesi, Türkiye'deki marksist güçler arasında bir bölünmeyi ve Sovyet Rusya yerine Çin komünizminin uygulamasının daha doğru olduğuna inanan bir grubun oluşmasına da zemin hazırlayacaktı.
O dönemin dünyayı meÅŸgul eden büyük meselelerinden birisi de, Vietnam Savaşı'nın nasıl bitirileceÄŸi idi. Kuzey'deki komünist Vietnam'ın filozof veya bir ruhban görünümlü lideri Ho Shi Minh ve büyük bir gerilla savaşı stratejisti olarak bilinen Gen. Giap emrindeki güçler, sadece Güney'deki yerli anti-komunist güçleri deÄŸil, Amerikan emperyalizminin güçleri için de yenilemeyecek bir güç durumuna gelmiÅŸti. Ayrıca, Güney Vietnam'daki bir diktatör general'in liderliÄŸine ve 'Korkunç Yenge' diye anılan hanımın korkunç uygulamalarına karşı dünya çapında protestolar ve hele de Budist rahiplerinden onlarcasının, üzerlerine benzin dökerek, meydanlarda kendilerini yakmalarının dünya kamuoyunda meydana getirdiÄŸi duygu yönlendirmesi önemliydi.
Bu arada, 1928-48 arasında Çin'e hükmetse de, Mao liderliÄŸindeki komünist güçlere karşı yenik düÅŸüp Formoza /Taiwan adasına sığınan MareÅŸal Chiang Kai-Shec'in orada kurduÄŸu ve BirleÅŸmiÅŸ Milletler'de Çin'i temsil eden 20-25 milyon nüfuslu 'Nasyonalist Çin' adındaki devletin, 1,5 milyara yaklaÅŸan dev nüfuslu komunist 'Çin Halk Cumhuriyeti' yerine, Çin halkının temsilcisi olarak kabul edilmesinin mantıksızlığı ve Mao rejiminin elindeki Komunist Çin'in BM'de Çin halkını temsil eden rejim olarak kabul edilmesinin gerekliliÄŸi düÅŸüncesi giderek güçleniyor, tarafdar buluyordu.
Bu arada, Mao'dan sonra neredeyse onun kadar etkili ve dünya kamuoyunca da rahat irtibat kurabilen ve kendisiyle rahat konuÅŸulan bir ikinci isim olan baÅŸbakan Çu En Lai'ın mantığı da dünyada hem gülümsetiyor, hem de dehÅŸet verici de olsa doÄŸru bir mantık olarak görülmeye baÅŸlanıyordu.
Nitekim, MareÅŸal Çan Kai-Åžek'in ileri derece yaÅŸlılığı ve bir gelecek vaad edememesinin de sevkıyle, sonunda Çin Komunist rejimi, Taiwan'da Amerikan desteÄŸiyle ayakta duran 'Nasyonalist Çin'in yerine ve BirleÅŸmiÅŸ Milletler'de 'veto' yetkisi bulunan '5 devlet'ten birisi olarak kabul ediliyordu. Bu müthiÅŸ bir geliÅŸmeydi.. Çin Halk Cumhûriyeti artık dünyanın diplomatik açıdan en büyük 5 ülkesinden birisi haline gelmenin sevincini yaÅŸarken, Formoza /Taiwan adasını da kendi malı olarak istirdad edeceÄŸini, geri alacağını söylüyor; ama, B. Amerika, Taiwan rejimini askerî açıdan var gücüyle ve bir devlet olarak koruma kararlılığını gösterdiÄŸinden, Çin de o konuda Amerika ile askerî olarak karşılaÅŸmamayı tercih ediyordu. Bu durum, hâlen de devam ediyor.
Komunist Çin'in henüz çeyrek yüzyıllık bir geçmiÅŸe ulaÅŸmadan dünya sahnesinde bu kadar güçlü bir konuma gelmesi, Türkiye'deki marksist güçler arasında bir bölünmeyi ve Sovyet Rusya yerine Çin komünizminin uygulamasının daha doÄŸru olduÄŸuna inanan bir grubun oluÅŸmasına da zemin hazırlayacaktı. O kesimin en önde gelen isminin D. P. isimli bir kiÅŸi olduÄŸunu tekrara gerek bile yok.. 'Sovyet Rusyacı marksistler' ise, bu kiÅŸi ve çevresini, 'Amerikancı marksistler' olarak niteleyecekler ve aralarında çok sert bir ideolojik mücadeleye sürecekti. Bu suçlama tamamen de yanlış deÄŸildi, herhalde.. Çünkü, 'Çinci marksistler' Amerikan emperyalizmine, Sovyetler BirliÄŸi'ne olduÄŸu kadar ideolojik düÅŸmanlık beslemiyorlardı. O çizgi, Sovyet Rusya'nın çökmesinden sonra ideolojik açıdan daha güçlü bir marksist çizgi görünümünde oldukları iddiasıyla genç nesillerden bazıları için bir câzibe merkezi veya manyetik çekim alanı görünümünü, D.P.'nin güdümünde yayınlanan dergi ve gazetelerle sürdürdü ve sürdürmeye devam ediyor.
Bu marksistler arasındaki bu ideolojik ayrışım, sadece Türkiye'de deÄŸildi; dünyadaki hemen bütün Marksist kesimler arasında da etkisini göstermiÅŸ ve hattâ bir de, Arnavutluk'ta 1944'lerden beri dünyanın belki de en katı ve ütopik bir marksist rejimini kurmuÅŸ olan 'Enver Hoca' merkezli üçüncü bir 'marksist kutup' da dünya çapında oluÅŸmaya baÅŸlamıştı. (Ama, bu odak, Enver Hoca'nın 40 yıllık esrarengiz ve de din düÅŸmanlığında en katı bir marksist diktatörlük örneÄŸi oluÅŸturan uygulaması, onun 1984'lerde ölümünden 1-2 sene sonra tarihin dehlizlerinde kaybolup gidivermiÅŸti.. Halbuki, 40 küsur yıllık ve her ÅŸeyde tek kiÅŸi diktatöryasına dayalı olan bu rejimin o özelliÄŸin devam edeceÄŸi sanılıyordu. Yeller eser ÅŸimdi yerinde..)
Bu arada Sovyetler BirliÄŸi'nde ve dünya komünist çevrelerinde, 1917'de gerçekleÅŸen komünist - BolÅŸevik Devrimi'nin 50. Yıldönümü dolayısiyle dünya çapında büyük törenler ve yayınlar yapılıyor, konferanslar düzenleniyordu.
Amerikancı ve hattâ Amerikancı olmayan anti-komunist çevreler ise, Amerika'dan pompalanan propagandalarla, '10 yıla kalmaz, Sovyet Sistemi çöker..' gibi iddiaları iÅŸleyen tahmini yorumlara Türkiye'den de tempo tutan ve arzularını gerçek gibi gösterenler oluyordu. (BolÅŸevik Ä°htilali'nin 50'nci Yıldönümü dolayısiyle, Ä°stanbul Hukuk'a yeni girdiÄŸim ilk ayda, 'Bâb-ı Âli'de SABAH' gazetesinde üç gün süren uzuun bir yazı yazmıştım, 2. sahifede, 'orta yazı' denilen sütunda.. O temennilere ben de katılmış mıydım; ÅŸimdi hatırlamıyorum. Ama, bir temenni olmaktan öteye, öyle bir çöküntüyü beklemek kehanet olurdu, herhalde..)
Ama o sıralarda marksistler arasında yapılan bir tartışma, daha doÄŸrusu deÄŸerlendirme de Stalin ve Troçki üzerine yapılıyordu. Troçki'yi o zamanlar sahiplenebilecek bir marksist kiÅŸi veya grup hemen hemen hiç yoktu. Çünkü, Lenin'in ölümünden sonra, en önde gelen diÄŸer iki marksist lider olan Stalin ile Troçki arasındaki metod tartışmasında Troçki'nin ütopik/ hayalci; Stalin'in ise pratik/gerçekçi olduÄŸuna dair tezlere ağırlık veriliyordu. Çünkü, Troçki, 'dünyadaki bütün kapitalist düzenlerin kendi içinden yıkılmasını hedef alan iç muhalefet hareketlerini destekleyerek bir dünya ihtilali yapılmasını düÅŸünüyor, aksi halde kapitalist emperyalizmin Sovyetler BirliÄŸi'ne yaÅŸama hakkı tanımamak için elinden gelen her entrikayı tezgâhlıyacağını' ileri sürüyordu, özet olarak..
Stalin ise, 'marksist düzeni önce bir ülkede uygulamak, güçlendirmek ve diÄŸer halklara da bir örnek olarak göstermek gerektiÄŸi' görüÅŸünde idi. Ve o zaman, geride kalan 50 yıla bakıldığında, Stalin'in doÄŸru düÅŸündüÄŸü kabul görüyordu, marksistler arasında.. Çünkü, Sovyet marksist rejimini güçlendirmek için, içerdeki muhalif unsurları ve odakları kanlı bir ÅŸekilde bastıran Stalin, 1 Eylûl 1939'da patlak veren Ä°kinci Dünya Savaşı öncesinde Alman Nasyonal Sosyalizmi'nin, Nazi rejiminin lideri olan Adolf Hitler ile 25 AÄŸustos 1939'da, DoÄŸu Avrupa ülkelerinin nasıl paylaşılacağı üzerine, iki tarafın DışiÅŸleri Bakanları Joahim von Ribbentrop ile Wjatscheslav Molotof arasında imzalanan bir gizli anlaÅŸma imzalamış ve birlikte hareket etmiÅŸ, ama, Adolf Hitler 1941 sonunda Rusya'ya da saldırınca, derhal Amerika'yla ittifak kurmuÅŸ ve savaşın sonunda ise, Hitler yenilirken, Stalin zafer kazanan tarafta ve DoÄŸu Avrupa'yı yutarak ve o ülkelerde önceden örgütlettiÄŸi 'yerli komunistler'e 'Sovyet Rusya kuklası marksist rejimler' kurduran güçlü bir 'dünya lideri' olarak çıkmıştı. Stalin'i bir büyük önder ve dâhi olarak gören marksistlere göre (ki, öyle olmayanları pek yoktu), 'pratik gerçekçilik' iÅŸte bu idi. Troçki'nin ütopik dünyası bunu anlayamazdı, hemen bütün marksist yazar-çizer taifesine göre.. (Ä°lginçtir, 1985'lerde Sovyet sistemi kendi içinden çökmeye baÅŸladığı zaman, 60 yıl boyunca sadece ütopik bir kiÅŸi olarak deÄŸil, aynı zamanda 'hain' olarak da suçlanan Troçki'nin itibarı iade olunacak ve bir kısım marksistler ancak ondan sonra, 'Troçki'yi, Sovyetler BirliÄŸinin âkıbetini taa 1920'lerde gören bir kafa olarak deÄŸerlendirmeye baÅŸlayacaklardı.)
Ama, o dönemde bizi daha bir derinden ilgilendiren ve zihnimizi meÅŸgul eden konu, KeÅŸmir konusu idi. Himalaya'ların eteklerinde, bir dünya cenneti olarak nitelenen KeÅŸmir eyaletinde, halk büyük ekseriyetiyle, yüzde 90'ın üzerinde Müslüman idi ve Hindistan'da 200 yıldan fazla süren Ä°ngiliz emperyalizminin, 1947'de bağımsızlık tanımak noktasına varmasıyla, Hindistan ve Pakistan diye ikiye bölünmesi sırasında, bir plebisit/ referandum yapılmış ve KeÅŸmir'in Müslüman halkına, 'hangi tarafta kalmak istedikleri' sorulmuÅŸtu.. Cevap tahmin edilebileceÄŸi gibi açıktı.. Ancak, referandum sonucunun eyalet hükûmetlerince de kabul edilmesi ön ÅŸart idi.
KeÅŸmir eyaletinin sadrâzamı Åžeyh Abdullah, Hindistan'ın ünlü lideri Mahatma Gandhi'nin yakın arkadaşı idi ve halkın referandumda verdiÄŸi Pakistan tarafında kalmak kararını tanımadı ve KeÅŸmir'in Hindistan tarafında kalacağını açıkladı. Ve bu hıyanet çapındaki karar, iki taraf arasında hâlâ kanayan yara olarak duruyor.
(Bu vesileyle ekleyelim ki, Åžeyh Abdullah 1984'de ölümüne kadar Hindistan'ın emrinde KeÅŸmir Sadrâzamı olarak kaldı ve öldüÄŸünde Hindistan ona muazzam bir tören yaptı. Hind medyası onu günlerce 'Laiklik Aslanı' olarak andı.)
Pakistan ve Hindistan arasında KeÅŸmir Mes'elesi'nden dolayı birkaç kez savaÅŸ çıktıysa da, konu halledilemedi.
Bir kez de 1966 sonbaharında ve yine KeÅŸmir Mes'elesi'nden dolayı Pakistan'la Hindistan'ın korkunç bir savaÅŸa tutuÅŸması, karşılıklı olarak ÅŸehirlerin ağır bombardımanları, iki tarafta da büyük tahribat ve kayıplar derken.. Savaşın ikinci haftası dolmak üzereyken, Sovyetler BirliÄŸi'nin devreye girmesi ve Sovyet Rusya BaÅŸbakanı Aleksy Kosigin'in 'ateÅŸ-kes' istemesi ve Hindistan baÅŸbakanı Lâl Bahadır Åžastri ile Pakistan baÅŸkanı MareÅŸal Eyyûb Khan'ı, (bugün Özbekistan'ın baÅŸkenti olan) TaÅŸkent'te üçlü müzakere masasına davet etmesi ve her iki tarafın da bunu kabul edip oraya gelmeleri savaÅŸ ateÅŸini geçici olarak söndürdü. Ama, üçlü müzakerenin ilk toplantısından sonraki gece, Åžastri'nin yatağında bir kalb sektesiyle öldüÄŸü anlaşıldı. Åžastri'nin cenazesinin Yeni Delhi'ye Eyyûb Khan tarafından götürülmesi ve cenaze törenine katılması, onu, 'Centilmen düÅŸman' durumuna getirmiÅŸti.
Bu arada 1967 yılında, Yunanistan'da askerî darbe olmuÅŸ ve Krallık rejimine son verilmiÅŸ, Kral Konstantin ve ailesi yurt dışına gönderilmiÅŸti. 'Albaylar Cuntası' denilen bir grup subay Kral Konstantin'i tahtından indirip yurt dışına çıkardılar. Konstantin esasen grek/yunan kavminden deÄŸildi, Avrupa'daki hanedanlardan birini mensubu birisiydi ve Papadopulos baÅŸbakan olmuÅŸtu; General Patakos da önde gelen bir diÄŸer isim olarak, onun yardımcısı.. Bu cunta, tahakkümünü 7 yıl sürdürdü ve 1974-Kıbrıs Çıkarma Harekâtı karşısında hiçbir ÅŸey yapamayıp, istifa etmek zorunda kaldılar. Papadopulos ve ekibi, müebbed hapse mahkûm oldu, -ölmedilerse- hâlen de hapiste olsalar gerek..
'Kıbrıs Buhranı'nın 1967'lerde nüksetmesi ve yeni bir savaÅŸ ihtimalinin belirmesi üzerine, Ä°stanbul'da ikamet izni olan yunan vatandaÅŸlarının 40 bininin bir gecede çıkarılması hadisesi yaÅŸandı. Ama, halkın hemen hiçbir haberi olmadı; konuÅŸulması da ancak fısıltı halinde mümkündü... Bugün Ä°stanbul'da 1.500 civarında rum, ya vardır ya da yoktur.. Öyle ki, Pazar âyinlerinden mahrum bırakmamak için Ortodoks rumlar, Pazar sabahları mevcud kiliseleri paylaşıp, o kiliselerin âyinsiz kalmaması için, minibüslerle kilise- kilise dolaÅŸtıklarını kendileri söylüyorlar. Böyle bir baskı yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Ayrıca, Kur'an-ı Mubîn, sadece mescidleri deÄŸil, sinagog ve kiliseleri de, içlerinde Allah'ın adının ve hükmünün adının çokça zikredildiÄŸi mekânlar ve mâbedler olarak tekrim ile zikreder.
Kaynak: Fikriyat
Henüz yorum yapılmamış.