Sosyal Medya

Nurettin Topçu: Nasıl bir ölüm için yaşamak mühimdir

Merhum Nurettin Topçu, hikâyelerinden oluşan ‘Taşralı’ adlı kitabın son kısmında “Geleceğin Masalı” adı altında; Mahşer, Büyük Mahkeme, Ebedi Hayat olmak üzere üç hikâye yer almaktadır.



“Siz benim nereye gittiğimi bilmediğiniz için ağlıyordunuz. Bense dünyada böyle bir ölüm için yaşamıştım. Muradıma erdim.” Nurettin Topçu
 
Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” buyuruyor. Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere; hayat, içinde yaşadığımız dünyadan ibaret değildir. Ana rahmine düştüğümüzden, ya da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine muhatap kılındığımızda “Belâ” diye mukabelede bulunduğumuz andan itibaren başlayan yolculuğumuz yeniden dirilişe kadar devam ediyor ve her vardığımız durak bir önceki yolculuğun izlerini taşıyor.
 
Merhum Nurettin Topçu, hikâyelerinden oluşan ‘Taşralı’ adlı kitabın son kısmında “Geleceğin Masalı” adı altında; Mahşer, Büyük Mahkeme, Ebedi Hayat olmak üzere üç hikâye yer almaktadır.
 
‘Ebedi Hayat’ adlı hikâyede Nurettin Topçu ölümü, yitip kaybolmak olarak değil; Mevlana Hazretlerinin Şeb-i Arus “Düğün Gecesi”, “Hakk’a vuslat” olarak değerlendirdiği gibi,  bir yeniden diriliş olarak görür ve  “Bense dünyada böyle bir ölüm için yaşamıştım. Muradıma erdim” der.
 
 “İdeal bir hayata doymamıştım ama, dünyanızın çile ve ıztırap dolu hayatından usanmıştım. Yorgundum; varlıktan sıyrılan bir sonsuzlukta sanki binlerce yıl dinlenmeye muhtaçtım” sözleriyle Nurettin Topçu; dünya hayatının doyumu olmayan çile ve ıztırap dolu olduğunu, cenneti bu dünyada arayanların yanıldıklarını ve hüsrana uğrayacaklarını dile getirir. 
 
İstifadenize sunuyorum:
 
“Biliyorsunuz ki ben öldüğüm zaman siz yatağımın etrafında toplanmıştınız. Hepiniz, ilk defa bir insan görüyormuş gibi beni seyrediyordunuz. Hakikatte beni ilk defa seviyordunuz. Bense dostlarımın ilk samimî toplantısını etrafımda görerek kendimi mes’ut hissediyorum. Siz bende gizli niyetler araştırmıyordunuz. Hepiniz ilk defa kalbinizle yanıma gelmiştiniz. İlk defa olarak beni, yalnız benim için, evet ne servetim, ne kuvvetim, ne de aranızdaki silik hayâlim için, hattâ içinizden bâzınızın benimsediği fikirlerim için de değil, yalnız benim için sevdiğiniz o sahne, herkesin ömürde ancak bir defa yaşadığı sahne idi. Her insanın ancak ölürken elde edebileceği o ânı ben dünyada yaşarken elde etmeyi çok özlemiştim. Bu büyük emelin bütün sahipleri gibi ben de içinizde hüsranla dolaşmıştım. Dostluktaki vefasızlıkla insanoğlunda gördüğüm nankörlüğün yanında hep bunun için ağladım. Siz ölüm döşeğimin etrafında sanki bu vefasızlığın acısını çekiyor ve nankörlüklerinize tövbe ediyordunuz.
 
Her birinizin yüzü bana bir başka güzellik, bir başka hayat aksettiren ayna gibiydi. Onda insan kalbini görüyordum. Bana ruhtan dünyaları, sevgiden melekleri seyrettiren üç günlük ölüm döşeğinin üç yıl olmasını Allah’dan dileyebilirdim. Lâkin o hâl, dileğinde çirkin ve samimiyetsiz olduğu en sevimli sükûn ile teslim oluş haliydi. İdeal bir hayata doymamıştım ama, dünyanızın çile ve ıztırap dolu hayatından usanmıştım. Yorgundum; varlıktan sıyrılan bir sonsuzlukta sanki binlerce yıl dinlenmeye muhtaçtım.”
 
 “Üç günden sonra bir akşam, etrafımdaki tatlı ışıkları gökyüzündeki yıldızlar sanarak seyrettiğim anda ve hepinizle birer birer vedâlaştıkdan sonra, beni götürmeye gelen meleğe gülümsedim. Yüzümdeki bu çocuk gülümseyişini kendim fark ediyordum. Alnımda elli yıldan fazla taşıdığım kırışıkların yerinde yeni hayata başlayan sabinin alnındaki masumluk duruyordu. Gözlerimi en sevdiğim eller kapattı. Ben bir kuş gibi bedenimden ayrıldım. Önce başımın üstüne konarak bir müddet hasretle o ayrıldığım vücudu seyrettim. Sonra yanıma gelen elçiye teslim olup gittim. Bedenimden ayrıldığım halde, bedenimin bâzı hallerini kendimle beraber alıp götürmüştüm. Ben artık bedenimde değildim ama bedenimden bâzı haller henüz benimle beraberdi. Siz, yanınızda bıraktığım o zavallı vücuda hayatta iken hiç yapılmayan şeyleri yaptınız. Omuzlarınızda taşıdınız. Kiminiz onun üstüne eğilip ağladınız; kiminiz gözlerinizi yakarak dağladınız. Siz benim nereye gittiğimi bilmediğiniz için ağlıyordunuz. Bense dünyada böyle bir ölüm için yaşamıştım. Muradıma erdim.”
 
Nurettin Topçu:
 
“Önce başımın üstüne konarak bir müddet hasretle o ayrıldığım vücudu seyrettim.” Bundan sonra âhiret yolculuğunun başladığını ve bunun “Dünyanızdan bu tarafa atlayışım bir ân işi oldu.” Merhum Erdem Bayazıt’ın “Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm / ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm.” mısralarıyla dile getirdiği gibi; insanoğlunun kendi ölümünü kendi omuzlarında taşıdığını dünyanın bir adım ötesinin âhiret hayatı olduğunu, bunun küçük bir engelin üzerinden atlamak kadar yakın olduğunu idrakımıza sunuyor. 
 
“Nereye gidiyoruz?” dedim. “Nereye istiyorsan” demedi; “Nereye istedinse” dedi…”
 
Tam da başta aktardığımız hadis-i şerifin aydınlığında; yolculuğun bundan sonraki safhası dünyadaki tercihler doğrultusunda devam ediyor. “Dünya âhiret’in tarlasıdır.” İnsan bu dünyada ne ekerse âhirette onu biçer. Dünyada doğru tercihi yapamamış olanları; kibir ve ihtiras sahibi bedhbahtlar olarak tanımlanıyor. “Onlar dünyada iken ölmüştüler, şimdi de ölüdürler. Yaşamadılar çünkü istemediler. Dünyada iken yalnız bedenlerinin hayatını yaşadılar, ruhlarını ihmal edip vücutlarını yükselttiler. Onlar ebedi hayata kavuşamayacaklar.”
 
İzliyoruz:
 
Cesedim gömüldükten sonra davetçime “Nereye gidiyoruz?” dedim. “Nereye istiyorsan” demedi; “Nereye istedinse” dedi ilâve etti: “Şimdiye kadar içinde yaşadığın dünya, senin buradaki asıl hayatı istemen için bir hazırlıktı. Orada ne istedinse, neleri istedinse burada onları elde edeceksin.”  “Hep istediklerimi bulacak mıyım?” diye sordum. “Gerçekten, aşk ve inanışla istediklerinin hepsine kavuşacaksın” dedi.
 
“Burada şüphe gibi bir şey yoktu. Yalnız başına kalan iman, aşktan ayrılmıyordu. Aşk ile tanıyordum. Akıp giden ve her ânı bir önceki ânını yok eden zaman burada yaşanmıyor. Burada ân ile ebedîlik aynı şey;  birbirinden ayrılmıyor. Burada hayat, şüphe azabı tanımayan ân içinde ebedi bir akıştır. “Bu ebedî hayatı yaşayan kimlerdir?” diye elçime sordum. “Dünyada sonsuz merhamet ve imana sahip olanlar, dedi. Burada ancak onların istedikleri olur.” “Benim her zaman istediğim bir yolculuktu, dedim, öyle bir yolculuk ki hem usandırmayacak, hem sonu olmayacak, hem de beni sevdiklerimden ayırmayacak.” O hiç tereddütsüz sözümü karşıladı: “İşte o yolculuğa çıkıyorsun şimdi” Hayret! Hayret! Sevdiklerimden hiç ayrılmadığım, hiç de hareketlerle sarsılmadığım, bir iş yaptığımın hiç farkında olmadığım halde mesafeler kat ediyordum. Önce yolumun iki yanında açıkça seçemediğim varlıklar, cansız yığınlar, çokluklar görüyordum.  “Bunlar nedir?” dedim. “Bunlar gerçeği istemesini bilememiş bedbahtlardır, dedi, kibirle ihtirasın sahipleridir. Onlar dünyada iken ölmüştüler, şimdi de ölüdürler. Yaşamadılar çünkü istemediler. Dünyada iken yalnız bedenlerinin hayatını yaşadılar, ruhlarını ihmal edip vücutlarını yükselttiler. Onlar ebedi hayata kavuşamayacaklar.” “Ne demek, dedim, ihtiras sahipleri ölü olur mu? Dünyada en taşkın hayat onlarda idi. En çok onlar istemiştiler. Hani her isteyen istediklerini burada bulacaktı?” “Yanılıyorsun, diye cevap verdi, anlamamışsın. İhtiras, istemek değildir. Her şeyden ayrılarak ve her şeye kendini karşı koyarak kendi kendisi için istemektir. Kibirle ateşlenir, kibirle karar kılar. Miskinlikten daha fenadır. Gerçekten istemek,  her şeyle birleşerek bütünle beraber ve bütün için istemektir.”
 
Orada affına uğramadan ebedî hayatı kazanan bir kul görmedim.” Kul’un ameline güvenip büyüklenmesinin, böbürlenmesinin bir anlamının olmadığını Allah’ın mağfireti olmadan kurtuluşun mümkün olmadığını hatta ve hatta “Büyük şefaatçilerin bile orada sunulan büyük affa ihtiyacı vardır.” diyerek kulun acziyetini dile getirmektedir.
 
İzlemeye devam ediyoruz:
 
“Sonu olmayan bir meydanda idik. Her tarafını çeşit çeşit hallerde insan kafileleri doldurmuştu. Ortada büyük bir kürsü kurulmuştu. Orada her kafilenin ve her ferdin hesabı ayrı ayrı görülüyordu.  Sırası gelince herkes o kürsünün önüne çağrılıyor ve dünyada iken yaptıklarını sözüyle, yüzüyle, etiyle, derisiyle anlatıyordu. Şahide hiç hacet yoktu. Söylemek lâzım gelince her şey, her zerre söylüyordu. Hâdise dile gelip o da söylüyordu “
 
“…sıram gelince ben de çağrıldım.  Ben utandım. Lâkin günahlarım kendi kendilerini söylediler. Bende hakkı olanlar bütün etrafımı çevirmişlerdi. En çok zulmettiklerimden utandım. Bense kendimi zâlim bilmezdim. Merhametli bilirdim. Meğer ne zalimmişim. Elimle olmasa bile dilimle, dilimle değilse de gönlümle ne zulümler yapmışım! Zulmettiklerimin huzurunda duyduğum sefalet ve hicap o anda bana “Ne olurdu dünyada lokma lokma doğranıp zulme uğrasaydım da zalim olup bu hale düşmeseydim” dedirtti. Büyük mahkemenin Sahibi hâlimi görüyordu. Önündeki mîzânın bir kefesine günahlarımı, öbürüne aşkımla merhametini koydu. Sonuncular ağır basarak büyük mağfirete uğradım. Dünyada zulmettiğim insanlar da bu affa hayran olarak kendi haklarını bağışladılar. Orada affa uğramadan ebedî hayatı kazanan bir kul görmedim. Büyük şefaatçilerin bile orada sunulan büyük affa ihtiyacı vardı. Ruhum kurtuluş sırrına erdikten sonra zamansız bir yaşayışın mekânsız seyahatine başladım.”
 
“Bir günah işlerken hiç kendi haline dikkat etmedin mi? Günah seni hiç mahvetmedi mi?”
 
Kılavuzum dedi ki: “Buradan ötesine götürücü seyahat, yalnız ruhlarını kurtarabilenler içindir. Günahkârların onda nasibi yoktur.” “Günah nedir?” diye sordum. Kılavuzum hayretle irkildi: “Bir günah işlerken hiç kendi haline dikkat etmedin mi? Günah seni hiç mahvetmedi mi? Kendine dönüp düşünseydin anlardın ki günah, ruhun küçülmesi, çiğnenmesi, kaybedilmesidir. Ruhun küçüldüğü yerde günah işlenmiştir. Ruhu ezmeyip de sade hata olan kabahatler affa uğrarlar. Ruhu ezen günahınsa affı olmaz. Ruhun selâmet ve huzurla yaşandığı yerde günah olmaz. Ruhun sarsıntı geçirdiği, kendi kendisine karşı samimiyetsizlik çukuruna yuvarlandığı yerde günah başlar. Günah daha dünyada iken azap halinde kendini gösterir ve kendinden başka azaplar da getirir.” “İnsan oradan buraya nasıl atlarsa, burada öyle devam ediyor. Öldüğümüz âna kadar meydana getirdiğimiz eser, ölümden sonra devam edecek olan ağacın kökleridir. Orada ne ağacı diktiysek burada dallar ve meyveler onun oluyor. Ölüm ânına kadar olgunlaşan ruh, ölümden sonra o bıraktığı noktadan hareketle devam ediyor. Tam ölüm noktasına kadar sağlam ve isabetli gelmesini bilmeli! İşte bir büyük hakîmin “Ölmesini bilmek” dediği şey budur.”
 
Bölümler halinde özet olarak aldığımız yazının tamamını ‘Taşralı’ adlı kitaptaki ‘Geleceğin Masalı’na bırakıyor, merhum Nurettin Topçu’ya Allah’dan rahmet diliyorum.
 
 
Müellif: Turgut Akça / Kaynak: Dünyabizim Kültür Portali

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.