Yavuz Bülent Bakiler ile söyleşi Okudukça cahil bir insan olduğumu gördüm
Follow @dusuncemektebi2
Namık Kemal’in bir sözünü okudum. Diyordu ki: “Dünyanın her tarafında insanlar, kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Hafızasında yeterli kelime hazinesi olmayanlar, topluluk önünde konuşamazlar, önlerine konulan metinleri kavrayamazlar, konuşulanları anlayamazlar. Osmanlı’nın zayıflamasının nedeni; Türkçedeki zayıflamadır.”
Yavuz Bülent Bakiler deyince Türkiye’nin canlı kültürel mirası, ayaklı bir Türk kültürü abidesi canlanıyor gözümüzde. Bize kendinizden bahseder misiniz?
Ben 23 Nisan 1936 tarihinde Sivas’ta doğdum; babam Sivas’ta nüfus müdürüydü. Daha sonra Gaziantep ve Malatya’da da görev yaptı ve emekliye ayrıldı. Annem ev hanımıdır, biz dört kardeş olarak aileyi temsil ediyoruz. Kız kardeşim Nuran; Malatya'da bir elektrik kazasında vefat etti. Sivas; bildiğiniz gibi halk şiirinin harman olduğu bir şehirdir ve üniversitedeki arkadaşlarımın ilettiği bilgi üzere Sivas’ta bine yakın halk şairi yaşamıştır. Bende öyle bir muhitte halk şairlerini dinleyerek, geceleri annemin masallarına kulak vererek kendimi, sanat ve edebiyat çevresi içinde buldum. İlk şiirim, lise son sınıftayken şiirlerim İstanbul edebiyat dergilerinde yayınlandı. Yazın dünyasına şiir türüyle giriş yaptım, daha sonra nesir ve deneme tarzında eserler verdim. Dünden bugüne yayınlanmış yirmi beş kitabım var; kitaplarımın toplam tirajı, bir milyonu aşmış vaziyettedir. Bu senenin sonunda devlet hayatımda yaşadıklarımı konu alan “Vay Başıma Gelenler!” adlı bir kitabı yayınlanacaktır. Evliyim; iki çocuğum, iki tane de torunum var.
Aslen Azeri olmakla birlikte Sivas doğumlusunuz. İlk ve orta eğitiminizi Sivas, Gaziantep ve Malatya’da tamamlıyorsunuz. Türk-İslâm sentezinin âdeta bir neferi olmanızda köklerinizin payı var mıdır?
Elbette vardır. Sizin de ifade ettiğiniz gibi benim soyum, sopum bundan 150-200 yıl önce Azerbaycan’a dayanır. O dönemde başlayan bir Şii-Sünni gerginliğinden mütevellit benim soyum da Sünni olduğu için Sünni imparatorluğa sığınmak suretiyle hayatlarını garanti altına almak istemişler. Dedelerim Maraş’a yerleşmişler; hatta Mahammed Sabir adında şair olan bir dedem Maraş’ta medfundur. Naatları ve münacaatları vardır. Hem köklerimizin Azerbaycan’a dayanıyor oluşu hem de babamın çocukluğumdan beri Türkçü, milliyetçi dergilerle beni beslemesi itibariyle kendimi Türk dünyasına adamış bulunuyorum. O konularda yayınlanmış pek çok eserim olmakla birlikte ilk kez devlet televizyonunda (TRT 1) Türk dünyasıyla ilgili yüz bir bölümden oluşan “Sözün Doğrusu” adlı bir program yapmak nasip oldu. Ancak daha sonra 12 Eylül askeri darbesi nedeniyle sonlandırıldı. Ben devlet hayatımda önceleri solcu, komünist, Marksist olmadığım için sonra da rüşvet almadığım, devletin parasına taşa, tunca, mermere harcamadığım için ve inandıklarım uğruna her şeyi göze alarak Türkiye dışındaki soydaşlarımızla yakın münasebet kurduğum için büyük sıkıntılarla ve utan verici zulümlerle karşı karşıya kaldım. Son kitabım bunları anlatıyor.
Asıl eğitiminiz hukuk alanında olmakla birlikte şairlik, yazarlık, bürokratlık, hukuk müşavirliği ve hatta Başbakanlıkta, Kültür Bakanlığı’nda hukuk müşavirliği, müsteşar yardımcılığı gibi üst düzey vazifeleriniz oldu. Bu kadar farklı disiplinde istidat göstermek nasıl mümkün oldu?
Bunun cevabını ben de açık bir şekilde veremiyorum yalnız yaradılış ve mizaç bakımından edebiyata çok yakındım. O sebeple devlet vazifeleri içindeyken de edebiyat beni hep kendisine çekti. 1977 yılında devlet vazifelendirmesi sonucunda Sturga’ya bir şiir festivaline katıldım. O yıllarda TRT genel müdürü Şaban Karataş’tan bir kameraman tahsis etmesini rica ettim. Çünkü bizim Yugoslavya’da yaklaşık 500 yıllık bir geçmişimiz var, şiir festivalinin yanı sıra hep hayal ettiğim Üsküp’teki Türk eserleriyle ilgili bir program hazırlamak istiyordum. Kendisi bana destek verdi ve Türkiye’ye döndükten sonra oradaki tespitlerimi yakınlarımla paylaştım. TRT ekibi bu gözlemleri muhakkak yazıya dökmemi salık verdi, her ne kadar uzunca bir süre ertelediysem de o sıralarda yazdığım Hisar Dergisi’nin sahibi beni, abluka altına alarak yazmaya mecbur bıraktı. O seyahatname o kadar itibar gördü ki zamanında hayran olduğum yazarlar ve şairler o eserler hakkında “Bu bir şaheserdir” diye bahsettiler. Bu şiirin yanında nesire de ihtimam göstermeme vesile oldu.
1960 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra TRT Ankara Radyosu Merkez Program Dairesi Başkanlığı’nda kültür programları hazırlayıp sundunuz. O yılların Türkiye’sinin kültür-sanat ortamı nasıldı?
O yıllarda kültür-sanat faaliyetleri daha ziyade marksist ya da solcu bir çerçeve içerisinde yürüyordu. Ben, Ankara radyosuna girdiğim zaman kısa dalga program dalında “Posta Kutusu” adlı bir program yapmaya başladım. Programın içeriği Almanya’dan ya da yurtdışından gelen işçilerin sorunlarına yönelikti. Bir dinleyicimiz orada bir radyonun Türkiye’nin almış olduğu dış yardımlara muhalefet ettiğini söyledi. Bir kesim; Rusya’nın da Amerika’dan aldığı yardımlarla belini doğrulttuğunu, bir kesim ise onların ezelden düşman olduğunu şiddetle savunuyordu. İşin aslı şudur ki; 1945’te Stalinle Roosevelt, Yalta’da buluştular ve o buluşmadan Sovyet Rusya yeni bir devlet kuracak kadar yüklü bir aynî ve nakdî yardım aldı. Bu alınan yardımları ben araştırıp kalem kalem raporladım. Radyo, o zamanlar Marksist düşünce hegemonyasında olduğundan buna tahammül edemediler. O yıllarda çok net olarak söyleyebilirim ki Stalin’i, Stalin’in kızı Svetlana’dan daha fazla seven kimseler vardı. Öyle ki Svetlana “Yurdışında babasının zalim olduğuna” dair açıklamalar yaptığı zaman bizim Ankara Radyosu’ndaki komünistler, her gün kendisinin aleyhinde yayın yapmaya başladılar. Dolayısıyla benim Rusya’nın Amerika’dan aldığı yardımları raporlamama tahammül edemediler ve beni tam iki yıl boyunca sadece zarf açmaya mahkûm ettiler. Aile geçimi sorumluluğum olduğu için istifa etme lüksüm olmadığından bu duruma katlanmak mecburiyetinde kaldım. Yavuz Donat, dönemin kültür bakanına, “Bu Yavuz Bülent, solcu olsaydı merkez medya onu yere göğe sığdıramazdı. Solcu olmadığı için kimse bahsetmiyor, kendi köşesinde yazıp çiziyor.” demiştir. Bu durum maalesef doğrudur.
Hülasa, 60’lı yıllarda kültür-sanat dünyamızda Marksist bir atmosfer hâkimdi, hâlen de etkili olduğunu söyleyebilirim.
Uzunca bir dönem (1992’ye kadar) başkentte bürokratlık yaptıktan sonra 1994’te Başbakanlık müşavirliğinden emekli olarak İstanbul’a geliyorsunuz. Bu geçişin sizdeki etkileri nasıl oldu?
Çok sıkıntılı bir dönem yaşadığımı söyleyebilirim. Çünkü Kültür Bakanlığı’nda vazifeli olan kimseler ya kültürün ne demek olduğunu katiyen bilmiyorlardı ve beni aktif vazifelerde istihdam etmek istemiyorlardı ya da başka ülkelerin -Rusya, Avrupa- tesir sahasında kalıyorlardı. Benim Kültür Bakanlığı’ndan Başbakanlık’a geçmemin en büyük müsebbibi; Fikri Durmuş Sağlar’dır. Cumhuriyet tarihinin en cüretkâr bakanlarından biridir; tam bir Stalin sevdalısıdır. Bakan olur olmaz beni Batman’a sürmek suretiyle teröristlere teslim etmek istedi. Gitmedim, basında uzun süren mücadeleler oldu; dönemin başbakanı Süleyman Demirel, benim kararnamemi imzalamadı ve beni başbakanlık müşavirliğine aldı. İki yıl orada çalıştıktan sonra emekliye ayrıldım.
İlk şiiriniz, lisedeyken (1953) Türk Sanatı Dergisi’nde çıktı. Bu şiirin sizin için hususiyeti nedir?
Kız kardeşim, Malatya’da bir elektrik kazasında vefat etmişti. Ben, her gün okuldan çıktıktan sonra onun kabrine gitmeye başladım, mezarının başında günlerce ağladım, onunla konuştum. O güne değin hece vezniyle yazıyordum, o zaman ilk defa serbest vezinle hissiyatımı kâğıda dökerek “Ölüm” şiirini yazdım. Bu şiirimi, o tarihte İstanbul’da yayınlanmakta olan Türk Sanatı Dergisi’ne gönderdim. Derginin sahibi; Abidin Mümtaz Kısakürek, bana pelür kâğıda yazmış olduğu uzun bir mektupla; beni derginin daimi şairleri arasına aldığını müjdeledi ve benden her sayı için bir şiir istedi. Ondan böyle bir teveccühkâr mektup almış olmak, beni edebiyat dünyasına daha çok çekti. O günden beri dergilerim, Ankara ve İstanbul’da çeşitli sanat dergilerinde yayınlanıyor. Bütün şiirlerimi “Harman” adlı bir külliyatta toplamış bulunmaktayım, tirajının yüz on bini bulduğu söyleniyor.
Üniversite yıllarınızda arkadaşlarınızla birlikte Kopuz ve Orkun Dergileri’ni (1980) çıkardınız. Amatör bir ruhla dergiciliğin sizin için anlamı neydi?
O zamanlar ben dünyayı hiç tanımayan, bilmeyen bir gençtim. 1957’den sonra babamın alıp getirdiği Orkun Dergisi’yle Türk dünyasını keşfettim. Türkiye dışında bulunan 50-60 milyon dışındaki soydaşımızın olduğunu söyleyince bizim de o yıllarda 25-30 milyon Türk nüfusumuzla birleştiğimizi düşündüm. Ortaya 80-90 milyonluk bir potansiyel çıkıyordu ki ortaokul yıllarında bile benim için bu düşünce, bir bakraç içindeki suyu, öbür bakraca boşaltmak kadar kolay bir işti. Fakat bunu, neden idarecilerimizin yapmadığını anlayamıyordum. Bununla ilgili yazıp çiziyor, tepkilerimi dile getiriyordum.
İlk kez ayaklarım, 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’ne girince zemine basmaya başladı. Bugün de Türkiye’nin diğer Türkî cumhuriyetlerle birleşmesini, yakın ilişkiler içinde olmasını zaruri görüyorum. Ancak Türk Devleti’ni buna ikna etmek mukabil olmadı. Geçenlerde, bir Anadolu şehrimizde, İmam Hatip okullarına çeşitli İslâm ülkelerinden talebeler davet ettiklerine tesadüf ettim. Ama Türkiye bununla birlikte evvelemirde Türkî Cumhuriyetlerden de her kademeden öğrencilerle bu ilişkileri kurmuş olsaydı, bundan önceki cumhurbaşkanının ifadesiyle: “Türkiye, diğer soydaşlarımızla bir altın borsası kurmuş olsaydı yıllık milli gelirimiz; 25 milyar dolara ulaşmış olurdu. Bir pamuk borsası kurmuş olsaydık yıllık gelirimiz; 27 milyar doları bulurdu.” Öte yandan bizim kökümüz, mazimiz Türkistan’a dayanıyor, bizler oradan çıktık gedik; dilimiz, edebiyatımız, tarihimiz, geleneklerimiz, kültürümüz tamamen oraya dayanıyor. Dolayısıyla bizim Anadolu’da ayakta kalmamız, diğer soydaşlarımızla siyasi, kültürel ve iktisadi ilişkiler kurmamıza bağlıdır. Bu nedenle Amerika başkanının bir tek rahibine sahip çıkması, 1960’larda yedek subaylığımı yapmak üzere Ankara’dayken Kennedy’nin: “Dünyanın neresinde bir Amerikalı hakarete uğrarsa bütün Amerikalı halkını hakarete uğramış sayarım.” açıklaması, De Gaulle’nin: “Dünyanın neresinde bir Fransız yaşıyorsa bilinmelidir ki bütün Fransa milletinin kalbi onunla birlikte çarpıyordur.” ifadesi beni çok etkilemiştir. Bizim de topraklarımız dışında elli milyon soydaşımız yaşamaktadır ve buna ihtimam göstermek, Türkiye’nin bugünü ve yarını açısından çok mühimdir. Bunları dillendirdiğim zaman, dönemin başkanı Kenan Evren, beni hem müsteşar yardımcılığından azletti hem de memuriyetimi birinci dereceden beşinci dereceye indirdi. Bu, kendisinin son derece zırcahil biri olduğunu gösteriyordu.
Türkiye ve Tercüman Gazeteleri’nde köşe yazarlığı yaptınız. O dönemdeki siyasi ortam gereği edebiyat; davanın bir aracı, idealizmin vazgeçilmez bir parçası işlevi görüyordu. Sizin açınızdan da “kalem kılıçtan keskin miydi?”
Ben, 1955’te Hukuk Fakültesi’ne kaydolduğum zaman, -katiyen mübalağa etmiyorum- bir topluluk karşısında irticalen beş dakika konuşabilen biri değildim. Sessiz, sakin, kendi hâlinde, pısırık, korkak bir adamdım ve bu duruma içerliyordum. Bir gün Cuma namazı vaktinde arkadaşım; Agâh Oktay Güner’le Cebeci Camii’nin avlusunda ezanı beklerken bana dedi ki: “Ah Yavuz, Allah bize topluluk önünde beş dakika irticalen konuşma kabiliyeti versin.” O zaman bu, bizim için Boğaz’ın bir yakasından öbürüne suyun altından nefes almaksızın yüzerek geçmek kadar imkânsız bir şeydi.
Bir gün Namık Kemal’in bir sözünü okudum. Diyordu ki: “Dünyanın her tarafında insanlar, kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Hafızasında yeterli kelime hazinesi olmayanlar, topluluk önünde konuşamazlar, önlerine konulan metinleri kavrayamazlar, konuşulanları anlayamazlar. Osmanlı’nın zayıflamasının nedeni; Türkçedeki zayıflamadır.” O zaman bir aydınlanma yaşadım, çok fazla okumaya başladım, okudukça çok cahil bir insan olduğumu gördüm. Sonra hafızamda yeterli miktarda kelime dağarcığı oluşmaya başlayınca ben de arkadaşım da topluluk karşısında 5 dakika değil, 15, 25, 75, 175 dakika değil yeri geldiği zaman saatlerce ama bu süre zarfında: “Aaa, ııı, şeyy, tamam mı, aynen, ok, anladın mı” gibi çirkinliklere bulaşmadan konuşmaya başladık. Sebebi; kelime hazinemizi zenginleştirmemizdir. Kültür meselelerimize, davamıza daha fazla alaka göstermemiz de dilimizi geliştirmekle mümkündür.
“Üsküp’ten Kosova’ya ve “Türkistan Türkistan” eserlerinizde yüzyıllarca adaletle hükmedilen fakat imparatorluğun çökmesiyle kendi kaderlerine terkedilen soydaşlarımızın hikâyelerini anlatıyorsunuz. “Sözün Doğrusu”nda Türkî Cumhuriyetlere özel bir paye veriyorsunuz. Bu sorumluluğu hissetmenizdeki en önemli unsurlar nelerdir?
Kendi soyunu inkâr edenin, insanlıkla ilişkisi kopar. Hem babamın almış olduğu dergilerden hem de katılmış olduğum bütün platformlardan anladığım şu ki bizim ayakta kalmamızın teminatı; kültür değerlerimizle buluşmamıza bağladır. Kültür değerlerimizin kaynağı da Türkistan’dır, onu inkâr ederek hiçbir aydınlığa ulaşmamız mümkün değildir. “Türkistan Türkistan” kitabım; Orta Asya Türklüğünü, “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamar’dır”; Azerileri, “Üsküp’ten Kosova’ya”; Balkan anlatıyor. “Sözün Doğrusu” 101 adet program yayını yaparak tarihinde rekor kırdı. Rahmetli Yılmaz Öztuna bir sohbetimizde bana: “Hiçbir Cumhuriyet hükümeti, dışardaki Türkler konusunda senin tek başına yapmış olduğu hizmeti yapamadı. Bu tarihe kadar bütün bir Cumhuriyet tarihinde Türk dünyası hakkında radyo veya televizyon programı olmadı.” demiştir. Bu çok mühim gördüğüm konulardaki benim derin hassasiyetim başıma çok büyük sıkıntılar getirmiştir ama umurumda değil. Büyük davaların elbet büyük sıkıntıları olacaktır.
Yavuz Bülent Bakiler deyince her şeyden önce akla gelen “Türkçeye sahip çıkan, Türkçesi bülbül kokan” bir şair oluyor. Sizin şiirinizde kendinize ait söyleyiş tavrınızı, lügatinizi, kelimelerin ötesine geçen incelikli ve derinlikli bir ruhun esâmelerini okuyoruz. Türk insanının sevincini, kederini, sevdasını, duasını buluyoruz. Şiirle kurduğunuz bu münasebetin temelinde ne var?
Beni bu konuda hazırlayan temel unsurların başında; Sivas halk şairlerinin çalıp söylediği türküler geliyor. Beni annem bir ev hanımıydı, okuması vardı ama yazması yoktu. Babam ise devlet memuruydu, her akşam arkadaşlarıyla birlikte dışarda oluyordu. Dolayısıyla ben ortaokulun son sınıfına kadar annemin dizinin dibine serip yattığım yer yatağında, annemin masallarıyla uyudum. Bu masallardan beni en çok etkileyeni; “Boş Beşik” masalıydı. Yıllarca çocuğu olmayan bir Türkmen ailenin bir çocuğu olur. Develerle göç ettikleri bir mevsimde bir kartal gelerek devenin üstündeki beşikten çocuğu kapar, uçar gider. Ve annesi bu durumu kimselere söyleyemez. O masal ve daha başka türküler beni çok duygulandırırdı ve ben her gece gözyaşları içinde uykuya dalardım. Annem benim ağladığımı fark etmesin diye de başımı yastığın altına gömerdim hâlâ başımı yastığın üstüne koyarak uyuyamam. Onlar beni, edebiyat ve şiir dünyasına aldı, götürdü.
Lisede ve üniversitede içinde bulunduğum muhit, Türk Edebiyatı ve Türk Sanatı dergileri ve bilhassa Arif Nihat Asya ve Necip Fazıl’ın başını çektiği milli şairlerimiz benim kültür ve sanat dünyamın büyük yıldızları olmuşlardır. Şiirlerimle ilgili yazanlar, Arif Nihat ile Necip Fazıl’ın tesirlerini gördüklerini ifade ediyorlar; yüzde yüz doğrudur. Kalemi elime aldığımda bu koca çınarların tesirinde kalarak yazdım.
Âşık Veysel ve Mehmet Akif’in biyografilerini kaleme aldınız. Bu değerleri tanıtma arzunuz nerden geliyor, hangi sebeplerle?
Bizim Meşrutiyet ve Cumhuriyet tarihimizin şairlerinden aynı zamanda en büyük fikir ve dava adamlarından birisi; Mehmet Akif’tir. Mehmet Akif, kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük zulümlere duçar olmuştur. Türkiye’nin yükselmesi ve muasır medeniyet seviyesine ulaşması en açık şekilde Safahat’ın Asım bölümünde ortaya konulmuştur. Ben, Mehmet Akif’in hayatını okuduktan sonra Akif’e, devletin takınmış olduğu menfi tavır karşısında isyan ettim. Mehmet Akif, Milli Mücadele başladıktan sonra 24 Nisan’da arkadaşı Ali Şükrü Bey’le İstanbul’dan Ankara’ya geldi. Atatürk’le görüştüler, Atatürk, Ali Şükrü Bey’i Trabzon milletvekili olarak, Mehmet Akif’i de Burdur milletvekili olarak meclise aldı. Akif’in meclisteki çalışmaları son derece mahduttur, pek öyle mücadelelere falan girmediğini görüyoruz. Ama Ali Şükrü Bey, muhalefet kanadının önde gelenlerinden biri olarak bir takım kimselerin hedefine oturmuştu. Kendisinin cinayetini Muhafız Alayı Kumandanı Topal Osman’a havale ettiler. Topal Osman, Atatürk’ü çok sevdiği ve Ali Şükrü Bey de zaman zaman Atatürk’e muhalefet ettiği için hiç düşünmeden kendisini infaz etmiştir. Birkaç gün sonra Ali Şükrü Bey’in cesedi, Topal Osman’ın evinin çok yakınlarında bulunduğu için durum anlaşıldı. Bu defa isminin temizlenmesi için Atatürk’e başvurdu. Arkadaşlarıyla birlikte silahlı olarak Çankaya’ya gelen Topal Osman’ı, Atatürk karşısına almak istemedi. Rauf Orbay o dönemde başbakandı, birlikte bir plan yaptılar. Atatürk’e çarşaf giydirerek kaçırdılar ve Topal Osman, köşke geldiğinde durumu anlayarak kendisinin bütün eşyalarına, elbiselerine, vitrinlere kurşun yağdırmıştır. Bu arada İsmail Hakkı Tekçe başkanlığındaki kuvvetler köşke girdiler; Topal Osman’ı yaralayarak etkisiz hâle getirdiler. Bir sedyeyle dışarı çıkarılırken Topal Osman: “Her şeyi anlatacağım, her şeyi anlatacağım” diye bağırmaya başladı. Bu durumdan korkan kuvvetler, başına bir kurşun sıkarak öldürdüler ve cenaze namazı kılınmasın diye gövdesinden başını ayırdılar. Fakat bu durum, mecliste çok ciddi bir kaosa yol açtı, öfkenin dinmesi için mezarından cesedini çıkararak eski meclisin önünde astılar ve milletvekilleri o şekilde sükûnet bulmuş oldu.
Bu olayların akabinde Akif, Ali Şükrü Bey’in yakın arkadaşı olduğu için kendisinin de hükümete muhalif olduğunu düşündüler ve Atatürk, meclisi feshetti. Daha sonra Mehmet Akif’i meclise almadılar, hatta İstiklal şairimize emekli maaşı dahi bağlatmadılar. Herhangi bir devlet vazifesinde memuriyetten men edilerek arkasına kendisini sürekli izlemek üzere iki sivil polis görevlendirildi. Bu durumdan son derece müteessir olan Mehmet Akif’i, arkadaşları Mısır’a götürdüler. Çünkü Türkiye’de kaldığı takdirde onun da vurulacağından endişe ettiler. Kendisi on bir yıl Mısır’da kaldı, geldiğinde söylediği çok mühim bir şey vardı: “Mısır’da on bir yıl kaldım ama on bir gün daha kalsaydım, çıldırabilirdim.” Ben çok sık Türkiye dışına çıktığım için vatan hasretinin ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum. Bu zulümlere reva görülen Akif’in oğlu Emin’e de benzer şeyler yaşatıldı. Kendisini içkiye verdi ve bir otomobil karoserinde babası gibi sessiz sedasız göçüp gitmiştir.
Âşık Veysel de yine Akif gibi bizim çok önemli şairlerimizden biridir. Memleket sevdası uğruna Alevi-Sünni ayrımcılığına karşı hep birleştirici ve kuşatıcı olmayı tercih etmiştir. Bu iki şairimizi de milletimiz hakkıyla tanımıyor. Bu sebeple ikisini hususiyetle mercek altına aldım.
Sivas’a Şiir (1973) ve Şiirimizde Ana (1976) adlı iki değerli antolojiyi literatüre kazandırdınız. Doğum yeriniz Sivas’ın sizin yâdınızda özel bir yeri var mıdır?
Sivas, benim memleketim olduğu için çok kıymetli; ben ondan “Sultan Şehir” diye bahsederim. Hatta bu durum o kadar yayıldı ki Sivas’ta Sultan Şehir adında yerel bir gazete çıkmaya başladı. Lokantalara, otellere, iş yerlerine, kahvehanelere de bu ad verilmiştir. “Anam gibi sar beni, Sultan Şehir” dediğim şiirimi, Cumhurbaşkanımız 4 Eylül münasebetiyle okumuştur. Azerbaycan Bir Şahdamar’dır şiirimi de Azerbaycan millet meclisinde okumuştur.
Geçirdiğimiz tarihsel süreçte yakın siyasi tarihin izlerini de göz önünde bulundurarak bugünün Türkiye’sinin kültür-sanat ortamını ve Türk şiirinde geldiğimiz noktayı nasıl buluyorsunuz? Akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim sahibi nesiller yetiştirmek hâlâ mümkün mü?
Şimdi siz bana dünyanın en zor sorusunu soruyorsunuz, buna çok büyük bir açıklıkla cevap vermem mümkün değil. Genel olarak bizim Cumhuriyet şiir tarihimizde büyük değişiklikler oldu; önce I. Yeni adında bir şiir akımı cereyan etti. Orhan Veli ve arkadaşlarının temsil ettiği bu sistemde; şiirin vezni ve kafiyesi olmayacak deniliyor. Her şiirin vezni ve kafiyesi olacak şeklinde bir iddiam benim de yok, bazen serbest şiir usulünde yazdığım da oluyor. Bu şiir anlayışı, uzun yıllar devam etti arkasından II. Yeni Akımı cereyan etti. Avrupa’dan bize gelen bu akımda; “Şiirin vezni, kafiyesi yanında manası da olmak zorunda değil.” anlayışı benimsendi. “Şiir; manasızlığın manasını ortaya koyar.” şiarıyla yola çıktılar. Şimdi ben II. Yeni tarzında yazılan şiirleri okuyorum, bütün samimiyetimle söylüyorum ki şairin ne dediğini bir türlü anlayamıyorum. Bu dünyanın en iyi şairi de olsa manası olmayan bir şiirin yazılması, yeni nesil şairlere tehlikeli bir kapı aralıyor. Onlar da şiirin vezinsiz, kafiyesiz ve özellikle manasız olması gerektiğine inanıyorlar. Bu tür denemelere denk geldiğimde anlatılmaz bir üzüntü duyuyorum.
Öte yandan insan; yaratılan varlıkların en azizidir, medeniyetlerin temel unsurudur. Medeniyetlerin merkezindeki insan; insanın huzuru, sevgilisi, bahtiyarlığı olmalıdır. O bakımdan zaman zaman insanlık âlemi tehlikelere maruz kalmasına rağmen esas olan; insanı yüceltmek, alkışlamak, onurunu bütün çekişmelerin üzerinde tutmaktır. Bizim nesillerimiz adına da bu anlamda ümitvârım, Türk dünyasıyla kurulacak münasebetlerde öncü olacaklarına inanıyorum. Ama bunun teminatı, dilimize ve dinimize sahip çıkmaktır. Latin alfabesine geçerek Türkler, hem diğer coğrafyalardaki hem de kendi tarihsel sürecindeki genetik mirasından bir anlamda mahrum yaşıyor.
Son olarak bir eş ve aile babası olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız? Toplumumuzda ailenin yeri ve hususiyeti sizce nedir?
İyi bir eş olmadığımı itiraf edebilirim. Çünkü ben eşimle yeterli miktarda meşgul olamıyorum, birinci derecede kitaplarla meşgulüm. Hatta araştırırsanız göreceksiniz benim evimde beş bin kitaplık kütüphanem vardı. İki çocuğum var; ikisi de üniversiteyi bitirdi ancak bu kitapları okuyamadılar çünkü benim çocuklarımın dili ile o kitapların Türkçesi aynı değildi. Ben de bu kitapları Sivas’taki Şems-i Sivasî Kütüphane’sine bağışladım. Şu anda da aşağı yukarı iki bin civarı kitabım var. Ben zamanımı genelde okumaya, yazmaya ve düşünmeye ayırdığım için eşim bu durumdan haklı olarak şikâyetçidir. Arzu edilen seviyede kendisine vakit ayıramadığım için gerçekten utanıyorum.
Çocuklarıma karşı son derece ilgili olduğumu söyleyebilirim. Ben lisenin son sınıfına kadar babamda dayak yedim; babamın çok yanlış bir terbiye anlayışı vardı. Lisede tarih dersinde öğretmenimiz: “Çocuklar, fes bize ait değildir, kaldırdık attık yerine şapkayı aldık” dediğinde ben de söz isteyerek: “Hocam, şapka bize mi ait?” diye sordum. Cevap veremedi, beni babama şikâyet etmiş. Babam, akşam eve gelince yeminle söylüyorum, yoruluncaya kadar beni dövdü. “Sen, hocanı arkadaşlarının yanında nasıl müşkül duruma düşürürsün?” diyerek… Ben, babamdan böyle tavır gördüğüm için çocuklarıma bir fiske bile vurmadım, münasebetlerimiz çok iyi gelişti. Fakat keşke eşimle daha yakından ilişki kursaydım, ne yapalım ki benim yaradılışım da buna fırsat vermedi. Bir tek pişmanlığım; odur.
Röportaj: Hacer Yeğin / Kaynak: Dünyabizim
Henüz yorum yapılmamış.