Sosyal Medya

İsmail Kılıçarslan: Ya kara görünsün, ya batsın bu gemi

Şairin, “bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim” dediği yerdir burası. Burası dünyadır ve üç gündür. İnanmayan sayabilir. Bir, iki ve üç. Yaşadık, olaylar gelişti ve öldük. Dünyaya geldik, kirlendik ve öldük. Doğduk, yerimizde saydık ve öldük. Geldik, yenildik ve öldük.



Benim durduğum yerle onun durduğu yer arasında aşağı yukarı beş metre vardı. “Güvenli alanın dışında” derdim her şeyden anlayan eski bir asker olsaydım. Altı üstü canı çok yanmış bir aptaldım oysa. O mesafenin adını tanımlayacak bir kelime bilmiyordum ve canım yanıyordu. Çok yanıyordu.
 
Denize doğru birkaç adım attım. Denize ve ona doğru. Yaralı bir yengeç gibi atacağım son birkaç adımla denize, hayır, ona ulaşacağımı hesap ediyordum içgüdüsel olarak. “İnsanın yurdu, sevdiğidir” derdim aforizmalardan çok hoşlanan bir yeni yetme olsaydım. Fakat değildim. Ayaklarının biri, birkaçı nedense kırılmış, yürümekle kalakalmak arasında bir seçim yapmaya zorlanmış ve kalakalmayı seçmiş bir yengeçtim altı üstü. Beynim zonkluyordu.
 
Bu zonklamayı ben, gençliğim boyunca sürekli tam orada, ensemin başımla buluştuğu yerin üç parmak yukarısında hep hissettim. Turnelerde sürünmekten bıkmış, yaşı geçkin bir baterist, ritmi sürekli kaçırarak vurur ya davula. Bu vuruşlar, müzik yapmaya çalışan orkestranın tüm intizamını bozar ya. İşte öyle. Bu zonklama anlarında çok düşünmüşümdür kafamı en yakın duvara vurmayı. En yakın duvar hep çok uzak gelmiştir ama bana. Yaşamanın kendisini fazlaca önemsemek manasına gelir çünkü bir duvara kafa atarak o zonklayan müziğe son vermek. Yaşamak, öyle uzun boylu önemsenecek bir şey değildir. Yaşarız sadece. Amazon ırmağının en cerbezeli yerinde rüzgâra dayanamayıp nehre düşen bir dal parçası, bir dalcık o tumturaklı suda kendini ne denli “yüzüyor” zannedebilirse o kadardır bizim de yaşadığımızı zannetmemiz. Şairin, “bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim” dediği yerdir burası. Burası dünyadır ve üç gündür. İnanmayan sayabilir. Bir, iki ve üç. Yaşadık, olaylar gelişti ve öldük. Dünyaya geldik, kirlendik ve öldük. Doğduk, yerimizde saydık ve öldük. Geldik, yenildik ve öldük.
 
Birkaç adım daha attım. Onun da bana doğru birkaç adım atmasını umarak birkaç adım attım. Bana doğru birkaç adım atmasa da olurdu aslında. Yerinde kalması yeterliydi ona ulaşmam için o yaralı yengeç adımlarımla ve o zonklayan başımla. Birkaç adım daha ve kara görünecekti. “Bir durgun suyun büyüklüğü, üzerinde karaya ayak basılmadan geçirilen süreye nispetledir” derdim her ilmi bilen bir fakih olsaydım. Ne ki bahtsız bir korsandım ve su alan bir geminin deliklerini kapatmaya çabalamaktan ibaretti tüm vazifem altı üstü. Dudaklarım titriyordu.
 
Titremesinler diye büzüştürmüştüm oysa onları; “-u” gibi yapmaya çalışmıştım. Çünkü biliyordum ki o titreme, önünden akıp giden şişelere biteviye su dolduran bir makine gibi dolduracaktı gözlerimi. Gözlerim dolunca bu kez de uçlarından o tuzlu ve mübarek sular akmasın diye sıkacaktım kendimi. Kendimi sıktıkça şişe dolacak, dolacak ve fışkıracaktı sonunda. Gözyaşlarıma ses, salya ve sümük karışacak, orada, aramızdaki mesafe üç metreye inmişken, kara görünmüşken, savaşı çoktan kaybetmiş bir başıbozuk olarak soracaktım kendime: Neresidir artık dönülecek yurt? Nerededir ev? Neresidir senin yanın?
 
Birkaç adım daha attım iyice büzüştürerek dudaklarımı. Birkaç küçük, birkaç olağanüstü adım. Birkaç adım daha atsam dokunabileceğim bir mesafede durdum. Son hamle öncesi son hamleydi bu. Ölmeme ya da yaşamama karar verilmesinden önceki son hamle. İdam ya da beraat kararı çıkacak bir mahkemenin karar oturumundan önceki son duruşma. Savunmamı hazırlamalıydım. Fakat gelmiyordu içimden. “Suçsuzum ben” demeye karar verdim. “Masumum” diye bağırmak geçti içimden. “Sevmeyi öğrenememek suçsa yahut çok sevmek yahut öldüresiye paralamak kendini yahut hayatta tek bir insanı önemsemek kabahatse işte kalem, işte sen, kır gitsin madem” diye haykırmak.
 
Yapmadım bunu. Seyircisini ağlatan filmlerde olurdu öyle şeyler. Seyircisini ağlatmak isteyen bir yönetmen değildim. Yaşamakla yaşamamak arasındaki o ince köprüde yürüyen bir serseriydim sadece. Bir düzgün adım daha atsam ellerini tutacak ve kurtuluşa erecektim. Bir yanlış adımım, sonu yok bir çukurun dibini boylamama yetecekti.
 
Bir adım attım. Öyle dikkatli attım ki bu adımı, dudaklarımın büzüşmesine harcadığım dikkati de bu adıma vermem gerekti.
 
Bir adım daha attım. Önceki adımıma verdiğim dikkatin iki katını vermem gerekti bu adıma. Öyle olunca dudaklarımın titremesi anında gözlerimi ele geçirdi.
 
Son bir adım daha attım. Olsundu artık. Olması gereken neyse olsundu. Ya kara görünsün ya batsındı gemi. Ya yağlı urgan ya kuştüyü yastık. Ya sonsuz müzik ya bitimsiz zonklama.
 
“Öldürme beni” dedim kalan son gücümle elini tutup, “hayat henüz burada, gözlerinde. Öldürme beni.”
 
Size o gün orada ölüp ölmediğimi söyleyecek değilim.
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.