Diyalektik materyalizm ile mutlak kadercilik sarkacında İslam'ın tarihe bakışı
Follow @dusuncemektebi2
Remzi Köpüklü’nün kitap hakkındaki değerlendirmesi bize gösteriyor ki; Muhammed Kutub’un “İslâmi Açıdan Tarihe Bakışımız” kitabında tarihin, Batı dünyasının oryantalist tekelinden çıkarılarak ortak akıl ve sağduyu ile ele alınabilirliğini ve bunun sistematiğini buluyoruz. .
Tarihin İslâmî bakış açısıyla ele alınması, yalnızca kültürel yahut düşünsel bir mesele değildir. Aynı zamanda bir eğitim meselesidir. Zaten eğitim konusundan ayrı bir kültürel-düşünsel mesele olamayacağı apaçıktır.
Tarihi, sadece yaşanıp bitmiş hadiselerin gelecek nesillere aktarılması olarak değil de yaşanan bu hadiselerin yorumlanması olarak ele alırsak tarih çalışması; çok mühim eğitimin meselelerinden biri hâline geliverir. Dolayısıyla tarih çalışmanın ve bilmenin, hayali kurulan toplumun oluşmasında işlevsel olduğunu ifade etmekte fayda vardır.
Hâl böyleyken tarihsel olanın İslâmî bakış açısıyla ele alınması gayreti, İslâm ümmeti adına nafile bir gayret değildir. Hatta yeniden bir ümmet bilincinin tesis edilmesinde acil bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır. Belki de bu sayede, yeniçağda İslâmî yaşam tarzına yönelik fikirsel saldırıların önü alınacak, İslâmî şuur; Müslüman zihne yeniden yerleşecek ve kaybedilen kimlik geri kazanılacaktır.
Henüz çok yakın bir geçmişte bazı elitist zihinler, tarihin İslâmî perspektifle ele alınması çabasını anlamsız buluyor ve şöyle diyordu:
“İslâm’la tarihin ne alâkası olabilir ki? İslâm’ı her şeye sokmak mı istiyorsunuz? Tarih, tarihi olayların kaydedilmesidir, tarihçinin Müslüman veya gayrimüslim olması tarihin kaydedilmesinde farklılık gösterir mi?”
Bunu söyleyen sözde aydın kesim, tarihin yalnızca bir aktarım olduğunu, tarihi olayların yorumlanması ve değerlendirilmesi gayretini göz ardı etmektedirler. Fakat bugün tarihin İslâmî açıdan ele alınması karşısında duran kitlelerin itirazları eski şiddetini kaybetmiş, Allah’ın takdiri üstün gelmiş ve İslâmî uyanışın filizlerini vermesiyle beraber pek çok insan tarafından bu görüş, anlaşılabilir bulunmuştur.
Bu kitapta; tarihin, Batı dünyasının oryantalist tekelinden çıkarılarak ortak akıl ve sağduyu ile ele alınabilirliğini ve bunun sistematiğini buluyoruz. Bunca zamandır kendi tarihimize yabancı kalıp geçmişimizle ünsiyet kuramamış olmamızın nedenleriyle bunu telafi edebilmek adına İslâmî yorumun tarihi meseleleri nasıl aydınlatabileceği hakkında fikir sahibi oluyoruz. Muhammed Kutub’un bu anlamda tayin etmiş olduğu ufuk, günümüz meselelerini analiz ederken de gerçek bir rehber niteliğindedir.
İnsan Nedir?
Tarihle ilgili bir çalışma yapılacağı zaman, hareket noktası daima ‘insan’ olmaktadır. Zira insanın gerçeğine ilişkin sağlıklı malumata sahip olmadığımız zaman, hem insanlık tarihini hem de insanın tasarruflarını anlamlandırmak imkan dâhilinde olmayacaktır.
Tarih; ibret almak için vardır esasında. İnsanlar, kendilerinden önce yaşamışların tecrübelerini kendi tecrübelerine ekleyerek ilerler. Diğer canlılar ise tecrübelerini akıl etme kabiliyetinden yoksun tutulmuştur. Hâl böyle olunca da elde edilen tecrübeleri gelecek nesillere aktaramazlar ve karşı karşıya kalınan sorunlarda idrak arttırıcı bir nakil yapılamaz.
Hayvanlar için bir tarihin mevcudiyetinden bahsetmek güç olacaktır. Fakat söz konusu insan olunca durum daha başka bir boyut kazanır. İnsanın tarihi yalnızca mağara duvarlarına çizilen resimlerle veya bazı hadiselerin yazıyla kaydedilmesiyle başlamaz.
İnsanın tarihi, bu tarihsel gerçeklerden çok daha öncesine dayanır. Çünkü insanoğlu, maddi dünyaya duyduğu alâka ve diğer insanlarla birlikte yaşama yoluyla elde ettiği tecrübelere yeni şeyler ekleyen bir varlıktır.
İnsan ve Allah'ın kaderi
Tarih, temelde iki konuyu içerir. Bunlardan biri; insan problemini diğeri; ilâhlık problemini daha doğrusu iki taraflı bir dengeyi içermektedir. Yani bir taraftan insanın öbür taraftan Allah'ın kaderi...
Bahse konu bu iki taraflı denge üç yorum şeklinde farklı bir görünümler arz eder. Şöyle ki:
1. İnsanı, her zaman Allah'ın kaderi ile çatışma içerisinde tasvir eden ve buna bağlı olarak da kendisini Allah'ın kaderine isyan etmek suretiyle ispat etmeye çalışan bir varlık olarak kısa vadede belki başarıya ulaşmış olsa da en nihayetinde trajik bir başarısızlığa uğrayan yorum.
2. İnsanları, her daim tarihin dişlileri arasında katı ve acımasız zulme teslim olmuş şekilde başka bir yöne gidemeyen çaresiz varlıklar olarak ele alan yorum.
3. Ve en hakiki manasıyla insanı Allah'ın çizdiği kader çerçevesinde belli bir biçimde hareket eden, faaliyetlerde bulunan ve bu faaliyetlerinin neticeleri ile yüzleşmek durumunda kalan, dünyada ve ahirette sorumluluk, eylem ve amellerinin ortaya çıkardıklarını yüklenen bir varlık olarak ele alan yorum.
Batılı tarih yorumunun her iki çeşidinde de insanlığın hidayete erdiği dönemler, kasıtlı bir biçimde görmezden gelinir ve işlenmez. Bilhassa İslâm’a ait Asr-ı Saadet ile akabinde gelen muazzam dönem ve devrim kasten ihmal edilmektedir. Elbette bu ihmal, o şanlı dönemi dosyalarına sokmamak suretiyle yapılmaz. Fakat o devirler, küçültülerek âdeta beşeri nizamın refaha kavuşmasındaki işlevi ve misyonu hiç yokmuşçasına takdim edilerek anlatılır.
Bizler, hem insanlığın sapkın dönemlerini içeren tarihsel dönemleri hem de hidayet çağını İslâmi tarihin içerisinde işlemek suretiyle her iki Batılı yorum şeklinin de çarpıklıklarını ve derin tezatlarını yüzlerine çarpabiliriz. Liberal tarih yorumunun sapkınlığı o noktaya varmıştır ki bu görüş; Allah’ı, insanın yeryüzüne egemen olma gayretinden dolayı cezalandıran, onun mahvolmasını isteyen, böylece insandan intikam almayı amaç edinen sürekli bir düşman olarak tarif eder. Allah’ın insanları hidayete erdirmek için gönderdiği peygamberleri, gönderilen bu peygamberlerin bildirdiklerine iman edilmesi hâlinde iki cihanda insanların saadetlere erişeceğini görmezden gelmeye çalışır. Buradaki iki nokta, liberalist yorumun hatalarını ortaya çıkmaktadır:
Birincisi; Allah’a ve Allah’ın çizdiği kadere isyan hâlinde olan insanoğlunun dünyada elde ettiği başarılar, Allah’a karşı kazanılmış bir zafer değildir. Bilakis, tüm bu muvaffakiyetler yalnızca yüce yaratıcının irade etmiş olduğu hikmetin neticesi ile mümkün olabilmiştir. Bunun delili, Allah’a isyan edenlerin kendilerini çok kudretli hissettikleri bir anda, Allah tarafından yerle bir edilmiş olduklarıdır. Allah Teâlâ, Yunus suresi 24. ayette şöyle buyuruyor:
“Nihayet yeryüzü bütün güzelliğini takınıp süslendiği ve sahipleri de mahsulü toplamaya ve ondan faydalanmaya kendilerini kâdir zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün ona emrimiz(afatımız) gelivermiştir. Sanki dün yerinde bir şey yokmuş gibi onu kökünden biçmiş, yok etmiştir.”
İkincisi ise Allah’ın kendisine isyan içerisinde olan kitleleri cezalandırması, insana zıt bir pozisyon oluşturmaz. Bu; yalnızca Yaratıcı’ya karşı gelmenin ve kibirlenmenin yeryüzünde doğurduğu bozgunculuğa karşı verilmiş ilâhî bir cezadır. Bu cezaların, Allah’ın insan cinsine zulmetmesiyle açıklanamayacağı konusunda Nahl Suresinde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah onlara zulmetmedi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.”
Allah’ı gazaplandıran şey; insanların yeryüzünde güç kazanmaları yahut başarılar temin etmeleri değildir. Zira zaten insanın yeryüzünde güçlü olması, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah’ın çizdiği kader planına dâhildir. O’nu gazaplandıran şey; insanlara verdiği nimetlere karşılık insanların şükretmemesi ve nankörlük içerisine girmesidir. Fakat Rabbi’nin verdiği nimetlere şükredenlerden ve istikamet sahibi olan kullardan Allah-ü Teâlâ razıdır.
Liberal tarih yorumu böyleyken diyalektik Materyalizm de sapkınlıkları ve ortaya çıkardığı bozgunculuk itibarıyla bundan pek geri kalmaz. Tıpkı liberal tarih yazıcıları gibi diyalektik materyalizmi benimseyen kafa da beşeriyet tarihinde önemli bir yer tutan hidayet dönemlerini es geçmeyi tercih eder. Bilhassa en büyük İslâm dönemini yok sayar.
Diyalektik bakış, iktisadi durumları ve maddi değerleri ele almış olmakla yetinir. Beşeri hayat ve insan nefsinin bütün değerleri geri plana itilir. Diyalektik Materyalizme göre; insanların hayatına şekil veren şey, onların fikir ve inançları değil, asıl rol sahibi; ekonomik ve maddi durumlardır.
İnsan ve zaruretler
Bütün cahili yorum şekilleri, insanı; “karşı karşıya kaldığı zaruretlere, teslim olmuş bir varlık” biçiminde ele alır. Özellikle diyalektik yorumlama tarzı bu noktada son derece açıktır. Bu yorumlayış bütün tasavvurlarını; insanın yaşadığı tarihsel aşamadan ve ekonomik durumlardan kaynaklanan, insan üzerinde fiili olarak devam eden baskı esasına göre kurar ve geliştirir. Bu tasavvur biçimine dayanarak Materyalist zihin, bir dizi zorlayıcı ve zaruri tarih aşamaları çizer. Bu düşünceye göre insanlar; istesinler veya istemesinler, bu merhalelerden geçmek durumunda kalacaklardır. Bu aşamalar; ilkel Komünizm, kölelik, feodalite, Kapitalizm ve ikinci Komünizm olarak sıralanabilir.
Diyalektik yorumda insanlar, ait oldukları ekonomik sınıfların kalıpları arasında sıkışıp kalmıştır ve bu kalıpların dışına da çıkamazlar. İnançları, düşünceleri, davranış şekilleri, hep sınıflarının yansımasıdır.
Liberal yoruma geldiğimizde ise bu şiddet bir nebze de olsa azalır. Zira burada artık dayanak, sınıflar değil bireylerdir. Müşterek sınıf varlığından çıkarak bireysel farklılıklara odaklanma vardır. Liberaller, farklı psikolojik ekollerin ortaya attığı zaruretler ekseninde insanı ele alır. İnsanın tüm kusurlarını ve sapkınlıklarını açıklamada zaruretlerden istifade ederler. Burada da siyasal, toplumsal, ekonomik, ahlâkî ve düşünsel bütün bozukluklar, meşrulaştırılıp makul gösterilir.
İnsanoğlu; Allah’a kulluk etmemenin, başka şeylere itaat etmenin, içki ve uyuşturucunun bataklığına sürüklenmenin gerekçesini, kendisi dışında gelişen şartlarla açıklamak suretiyle beraat belgesi hazırlamaya alışmıştır. Liberal modelde yasayı yapanlar, mülkiyeti elinde tutan sınıflardır. Yasama yetkisini kullanırlarken kendi sınıflarının çıkarlarını önceleyip diğer sınıfların aleyhinde çalışırlar. Hâlbuki İslâm toplumunda, her ne kadar fakirler ve zenginler bir arada bulunsa da İslâm’ın hakiki manasıyla uygulanmasında sınıflar, mevcut değildir. Zaten zengin de olsa fakir de olsa İslâm’da hükmü koyanlar, insanlar değildir. Hükmü koyan; Allah’tır ve beşer yalnızca ilâhî kudret tarafından konulmuş bu yasaları işletmektedir.
Irk, inanç, kültür, dil ve vatan birliğine sahip olan Arap halkı, kabilecilikten duydukları heyecan ile rekabetten doğan nefret ve çekişmeler hasebiyle tek bir parça gibi hareket edemiyorlardı. Arap Yarımadası’nın güney bölgeleri, Farslar tarafından kuzeyi ise Roma İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş olduğu hâlde, tüm bu haksız tecavüzler, Araplarda bir milliyetçilik düşüncesi doğurmuyordu. Ve buna bağlı olarak da sömürünün, topraklarından atılması adına bir araya gelemiyorlardı. Hatta tam aksine, bu işgallerin devam etmesinde Arap melikleri kendi şahsi çıkarları adına bir şeyler buluyordu. Kabileler arasında ekonomik anlamda uçurumlar gözlemleniyor; zenginler, fakirler üzerinde bir dizi taşkınlıklar gerçekleştiriyordu. Fakirler ve zenginler arasında açılan bu geniş makasın kapatılması için ise tek bir kabile bile harekete geçmiyordu. İslâmiyet’in gelişi ile beraber tüm bunlar gerçekleşti. Araplar, birlikte olma bilincini kazandı. Arap Yarımadası’nın kuzeyinden ve güneyinden işgalcilerin sökülüp atılması da İslâm’ın bölgeye gelmesi ile mümkün olabildi. İslâm; insanları tek bir şiarla aynı çatı altında toplamayı başarmıştı; o da Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığı ve şirk koşmadan bütün ibadetlerin yalnızca O’na yapılacağı inancıydı.
Hakla bâtıl arasındaki mücadele
İnsanlık tarihi geniş bir perspektifle ele alındığında âdeta bir mücadeleler yığınıyla karşılaşılır. Fertle fert, toplumla fert, toplulukla bir diğer topluluk ve milletler arasında çok çetin mücadeleler tarih boyunca sürüp gitmiştir. Yüce Allah, insanın hayatına çekişme ve çatışmaları koymuş ve belli bir amaca yönelik olmak şartıyla bunu, bir sünnet saymıştır.
İşte bu amacı gerçekleştirmek adına yapıldığı takdirde çatışma ve çekişmeler haklı, meşru ve sahih sayılmış, aksi hâlde ise kesin bir biçimde yasaklanmıştır. Nitekim Yüce Allah, Hacc Suresinin 40 ve 41. ayetlerinde şöyle buyurmuştur:
“Eğer, Allah insanların bir kısmını diğer kısmı ile def etmeseydi içlerinde Allah’ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler elbette yıkılırdı. Muhakkak ki Allah, dinine yardım edene yardım edecek, zafer verecektir. Şüphe yok ki Allah, çok kuvvetlidir, her şeye galiptir. Onlar, o müminlerdir ki eğer kendilerini, yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve fenalıktan alıkoyarlar. Bütün işlerin sonu, Allah’a dönecektir.”
Çarpışma olmaksızın hayatın bozulmaya uğrayacağı Bakara suresiyle de teyit edilmiştir. İnsanlar, kendilerine yüklenen mesuliyetlerden kaçtıklarında ve sorumluluklarını yerine getirmek için gerekli itici güç ortadan kalktığında mahkûm oldukları hırslar ve arzular, yeryüzünü büyük bir fesada sürükleyecektir. Ancak namaz kılıp iman edenler ve güzel amel işleyenler bu bozulmalardan etkilenmeyecektir.
İlk ve en büyük fesat; yaratılmışlardan bir kısmının ortaya çıkarak ilâhlık iddiasında bulunmaları ve geri kalanların ise Allah’tan başka rabler edinmesidir. O rabler ki Allah Teâlâ’nın haram kıldığını helal ve helal kıldığını da haram kılmak suretiyle dengeleri alt üst etmiş ve yeryüzünde bozgunculuk baş göstermiştir. Elbette her dönemde Yaratıcı’nın değil de kendi heves ve arzularının peşinden gitmek isteyen birtakım köle ruhlu kullar var olacaktır. İşte İlahi mesuliyetlerinden kaçan bu insanlar, dünya üzerindeki ahlâkî çöküşün sorumlularıdır.
Cahiliye toplumları için asıl olan; çatışmadır, çünkü bu tür topluluklarda Allah’ın buyruklarına bağlılık yoktur. Yeryüzünde çekişmeleri ortadan kaldıran Rabbani metottan uzak kalmış olmaları, devamlı olarak onları çarpışmalarla baş başa bırakır. Bunun yanında diğer önemli sebep; Allah’ın helal yollardan kazanç temin edilmesi emrinin, cahil toplumlar için bir bağlayıcılığının olmamasıdır. Allah’ın çizdiği sınırlara tecavüz eden insanların karışıklık çıkarması gayet normaldir.
Dünya tarihi; biraz daha mal kazanmak, iktidarı ele geçirmek yahut ele geçirilmiş iktidarı daha da kuvvetlendirmek adına fertlerle fertler, cemaatlerle cemaatler ve milletlerle milletlerin çarpışmasına sahne olmuştur
İnsan başarısının ölçüsü
Maddi başarı, ruhi başarı, bilimsel başarı, askeri ve siyasi başarılar, kültürel başarı, teknik başarı; insanların kendilerini ifade etme yollarından başka bir şey değildir. Bu başarıların hepsini birden ‘medeni başarı’ olarak tanımlamak uygun düşecektir. Yeryüzündeki maddi imarın ölçüsünü; “kaç şehrin inşa edildiği, inşa edilen bu şehirlerin büyüklüklerinin ne kadar olduğu, bu inşaatlardaki maharetin derecesinin ne olduğu” gibi sorulara verilecek cevaplarda bulabilmek mümkündür.
Askeri başarının ölçüsü: “O toplum kaç savaşa iştirak etmiştir? Katıldıkları bu savaşların kaçından galibiyetle ayrılmışlardır? Orduların hacmi nedir ve askeri kuvvetlerin kullandıkları silahların teknolojisi ne ölçüde gelişmiştir? Düşmanlarının kudreti hangi boyutlardadır?” Gibi sorularla belirlenebilir.
Siyasi başarının ölçüsünde; “Toplumu idare eden yöneticilerin toplumsal karizması hangi boyutlara varmıştır? Bu yöneticilerin halkı yönetişleri nasıldır? Devlet komşuları ile nasıl geçiniyor ve aralarında oluşan uyuşmazlıkları hangi yollarla gideriyorlardı? Gibi soruları gündeme getirmek yerinde olacaktır.
Kültürel başarının ölçüsünde ise “O toplumda kaç düşünür çıkmıştır? Bu düşünürler hangi eserleri ortaya koymuşlardır? Gibi sorulara başvururuz.
Görüldüğü üzere her başarının kendi içerisinde bazı ölçüleri vardır. Bu başarılardan hangisi daha evladır, hangisinin önem derecesi geride kalır diye mukayese etmek istediğimizde İslâmî yorum biçimi, kendi ölçülerini ortaya koymaktadır.
Liberalizm-diyalektizm gerilimi ve İslâm
Yunan efsaneleri, liberal bakış açısı için geniş bir edebi ve fikri kültürel miras bırakmıştır. Benzer biçimde bu metinlere değer atfedip Grekçeden Arapçaya tercüme eden Müslümanlar ise yanılmış, aldanmış ve sapmıştır. Bu aldanma sebebiyledir ki İslâmî düşünce kirlenmiş ve bu kirlenmenin doğurduğu etkiler, günümüze değin sürmüştür.
İlmi ve maddi boyutlarıyla Mısır piramitleri, başarının zirvesinde görülmektedir ve gizemini bugün bile korumaktadır. Liberal yorum; Firavunların başarılarının tümünden ve piramitlerden övgü dolu sözlerle bahsetmektedir. Çünkü referans alınan maddi başarıyla özel olarak ilgilenmektedir. Siyasi, askeri, teknik ve fikri başarılara gösterdikleri bu alâka; ruhi başarı söz konusu olduğu zaman bir anda ağırlığını yitirmektedir. Avrupalılar, bu ideolojik pencereden bakmak suretiyle küresel anlamda; askeri, siyasi ve ekonomik başarıyı temin etmişse de ihmal ettikleri ruhun yokluğunu derinden hissetmektedirler.
Diyalektik yorum açısından ise ilk Komünizm devri âdeta mükemmel bir dönemi temsil eder. Zira özel mülkiyet yerine hem toprakta ve hem de üründe toplu mülkiyet anlayışı vardır. Bu yoruma göre; şahsi mülkiyet ortaya çıkınca mutsuzluk ve kölelik düzeni baş göstermiştir. Ve bu huzursuzluk, devirden devire intikal eder; kölelikten Feodalizme, Feodalizmden Kapitalizme… Diyalektik teoriden bakıldığında bu durum ikinci Komünizm evresine kadar devam edecektir. Bundan sonra tarımsal üretim, yeniden kolektif bir kimliğe bürünecek, aile kurumu ortadan kalkacak ve cinsel düzeyde de tam bir Komünist sistem inşa edilecektir. Ve böyle olunca da yeryüzünde sürüp giden çatışmaların önü alınacaktır. Sağlıklı bir zihin için tüm bu iddiaların ilmi olmaktan uzak olduğu açıkça görülebilir. Gelecekte mutlu olacakları vaadiyle kandırıp köle gibi çalıştırdıkları halk yığınlarının zihnini, Komünizm afyonu ile uyuşturmuşlardır.
Diyalektik yorum şekli, daima Liberal düşüncenin eksiklerini ve hatalarını bulmak için mesai harcamıştır. İnsana sempatiyle yaklaşmaz, insanlığa hâkim olan madde ve maddenin zorunlu kanunlarına alâka duyar. Dönem dönem mazlum konumdaki kadınlara ve üretim aletlerinden yoksun tutulan sömürülmüş mutsuz proletaryaya vurgu yapar gibi görünse de gerçek anlamda insani olana bir meyil yoktur.
İslâm’a gelince… İslâm dininde asla bir tahrifat söz konusu değildir.
İslâm dininde dini nassların çözümlenmesi işini kendi tekelinde gören bir zümre, hiçbir zaman olmamıştır. İslâm apaçık bir din olup idrak etmek isteyen her kul için anlama fırsatı muhakkak vardır. Çünkü hak din, bütün insanların düşünmesini ister.
Bireyler açısından da Allah Teâlâ, kimi zaman kullarına mühlet tanır. O zalimler ki zulümleri ve taşkınlıkları ile beraber ölürler. Allah dünya hayatında onlardan intikam almaz, onların cezalarını ahirette verecektir. Bu konuda Nahl Suresi 25. ayette şöyle buyurulmaktadır: “Kıyamet günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten sonra, ilim olmaksızın saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenecekler. Dikkat et ki ne fena yük (günah) yükleniyorlar.”
Eski Mısırlılar, tarih, tıp ve kimya alanında epey yol almışlardır. Beyin ameliyatları gerçekleştirmişler; mabetlerini ve duvarlarını, bugüne değin parlaklıklarını muhafaza edebilen nakışlarla süslemişlerdir. O kadar ki mumyaladıkları cesetlerin sırrı, bugün hâlâ çözülebilmiş değildir. Askeri sahada son derece başarılı olmalarının yanı sıra ince ruhlu ve yumuşaktırlar, aile bağları da epey kuvvetlidir.
Tüm bu iyi hasletlere rağmen “Epis” adında bir buzağıya tapmışlardır. İlah olarak firavunlarını görmüşler ve ona karşı kalplerinde ulvi bir sempati beslemişlerdir. Firavunun kendilerini köleymişçesine kullanması ve aşağılaması, onları rahatsız etmemiştir.
İslâm ve kuvvet
İslâmî tarih yorumu; medeniyetleri menfi veya müspet tüm yönleriyle ele aldığında haksızlık mı etmektedir? Asla. İslâm, tarih boyunca hiçbir şeyi gizli kalmadan kaydetme becerisi gösterecek ve her şeyi yerli yerine koyacaktır.
Fiziki dünyada, kişinin kuvvetten yoksun kalmış olması, beraberinde onun ayıplanmasına neden olacak bir eksiklik olarak görülmektedir. Bizler, uğruna yaratılmış olduğumuz hilafet görevimizi yerine getirebilmemiz için bu kuvvete ihtiyaç duyarız. Allah, yaratılışımız itibariyle çalışmamız hâlinde bu kuvveti temin etmeye muktedir olduğumuzu da bildirmiştir. Maddi kuvvet, yeryüzünün Rabbani metot ekseninde dizayn edilebilmesi adına istenmektedir. Fakat yine de yeryüzünün imar edilmiş olması, tek başına bir ölçü olarak görülmemelidir. Aynı şekilde bir topluluğun savaş gücünü de ölçü olarak alamayız. Onu destekleyen diğer kutsal değerler olmaksızın temin edildiğinde tek başına harp gücü; o toplumu, azgınlığa ve sapkınlığa sevk edecektir. Ve bu da beraberinde güçsüz topluluklar üzerinde zorbalık tesis eder. Bu anlamda savaş gücünün övgüye layık herhangi bir tarafı yoktur. Bu güce eşlik eden değerler olmadığında ortaya, ormanda yaşayan vahşi hayvanların ölçüleri çıkar. Oysa elde edilen bu kuvvet, hakkın bâtılı mağlup etmesinde ve adaletin tesisinde bir araç işlevi üstlenmelidir.
Yine benzer biçimde politik güç de ona eşlik eden değerler yoksa bir anlam ifade etmeyecektir. Sözgelimi; Büyük Britanya asırlar boyunca dünya siyasetinin efendisi idi de ne oldu? Bu dönemler boyunca insanlık aleyhine öyle büyük suçlar işlediler ki bu zulümleri, bütün tarihe yaysak yine de toplumları karıştırmaya yeter! Parçala ve yönet politikasını benimseyen Büyük Britanya politikasından en çok nasibini ise Müslüman toplumlar almıştır. Siyonizm ile beraber kutsal bir yemin etmişçesine haçlı davası gütmüşler, Müslüman toplumların topraklarını ellerinden almak ve onları küçültmek için yaşamışlardır.
Akabinde siyasete efendilik etme sırası Amerikalılara gelmiştir. Amerikan devleti de sözde demokrasi ve özgürlük mottosuyla yola çıkarak işlediği suçlarla ilk efendiyi aratır olmuştur. Kendilerini, Büyük Britanya’dan daha fazla Yahudiliğe adamış olan Amerikalılar; İslâmiyet’e kin gütmede çok şiddetli ve aşırı olmuşlardır.
Hem Britanya hem de Amerika, tarihsel anlamda Roma İmparatorluğu’nun mirasçıları olarak faaliyet göstermektedirler. O Roma ki “Gaye, her türlü vasıtayı meşru kılar” demek suretiyle Makyavelist politikayı uygulamış ve yalanı, hileyi, zulmü ve düşmanlığı her alanda uygulamıştır. Kuvvetli olmak için her vasıtayı meşru gören bu imparatorluk, kuvveti elde ettiği zaman da idarecilerini diledikleri ne varsa yapmakta özgür bırakmıştır. Velhasıl, hakkı geri plana iterek yalnızca galibiyeti aramak, en belirgin politikaları hâline gelmiştir.
Yeryüzünde uzun süre kalmış olmak da benzer biçimde bir ölçü değildir. Ancak salih ameller işleyen bir milletin, Allah’ın sünnetlerine ve emirlerine sımsıkı yapıştığı zaman yeryüzünde güçlü kalmaya devam edeceği bir hakikattir.
Fert ve toplum
Fert ve toplum konusunda iki Materyalist yorum (Liberalizm ve diyalektik) da birbirine zıt görüşler beyan etmiştir. Liberaller, toplumun işlevini tamamen inkâr etmiyorsa da bilhassa bireyin fonksiyonunu öncelemiştir. Buna karşılık diyalektik yorum biçimi ise bireyin fonksiyonunu tamamen görmezden gelmiş ve topluma ağırlık vermiştir.
Liberallerin bireylerin fonksiyonu üzerine ne denli yoğunlaştıklarını, liderlerin tarihini peşi sıra dizmesinden de anlayabiliriz. Özellikle de komutanların tarihini çok önemsemişlerdir. Liberallerin yazılarında, tarihlerini meşgul etmiş isimlerin biyografileri yoğundur. Liberalist tarih yorumunda olup bitenler, yüce Yaratıcı’nın iradesi çerçevesinde değil de âdeta komutanların, siyasilerin ve mütefekkirlerin iradeleri sayesinde gerçekleşmiş gibidir.
Diyalektik yorumda ise şahıslar geri plandadır, dolayısıyla tarih sahnesinde belirleyici olmuş isimler ve liderler, tarih müzesine kaldırılır. Kralların, şahısların ve düşünürlerin isimleri üzerinde neredeyse hiç durulmaz.
İslâmî yorum şeklinde; toplum ve fert birbiriyle çatışan iki bağımsız unsur gibi resmedilmez. Öyle ki İslâmî tarih yorumu; hem Hazreti Muhammed’in özelliklerine ve üstünlüklerine değinir hem de Resul-i Ekrem Efendimizin inşa ettiği o üstün toplumu önemser. Çünkü o topluluk sayesindedir ki İslâm, cihana hâkim olmuştur. Hâl böyleyken tarihin yalnızca fertler başarısından yahut yalnızca toplumsal gelişmelerden ibaret olduğunu düşünmek, gerçeklikle ilişkimizi koparır. Rehber ve kumandan olan ferttir; toplum ise kumandanın bu rehberliğine tâbi olarak muzaffer olur.
Bu ümmet ki devam eden asırlar boyunca zaman zaman bazı prensiplerden ve değerlerden sapmışsa da Rabbani metodu uygulamak suretiyle varlığını sürdürebilmiştir.
Sonuç
Beşer tarihinin İslâmî inanç etrafında yazılmasını, kimi Müslüman yazarlar da dâhil olmak üzere pek çok düşünür yadırgamıştır. İslâmî bir tarih yazımına alışık olmadıklarından dolayı bu işin yapılmasını tamamen reddetmişlerdir. Şayet Müslüman bir tarihçi, yaptığı işin Batılılar yahut sözde aydınlar tarafından takdir edilmesini bekliyorsa bundan bir sonuç alamayacağını bildirmek icap eder. Bu açıdan Müslüman bir tarihçi; özüne gözünü dikmeli, Batılı zihnin görüşleri ekseninde değil de kendi kanaatine göre ürün vermelidir.
Batılı düşünce bu gayretleri “Gericilik”le itham etmekte gecikmeyecektir. Bunun yanında İslâmî tarih yazımının dini referanslarla mukayyet olduğu gerekçesiyle objektif ve ilmi olamayacağını iddia edecektir. Müslüman’a göre ise bilimsel ve objektif kalmanın yegâne ölçüsü; ilâhî hükümlerin çerçevesini çizdiği alandadır.
Bize göre Allah’ın hükmettikleri ile idare olunmayan her devlet ve toplum, çağın ne kadar ilerisinde görünürse görünsün aslında bir cahiliye devleti ve toplumudur. İnsanları, inançlarına göre ayırmanın kötülüğü üzerine mütemadiyen sloganlar savuran Komünistler, sırf Müslüman olduğu için katledilen dört milyon insanın katili Stalin’i, hangi gerekçeyle el üstüne tutmaya devam etmektedir? Benzer biçimde 1948 yılında dini temeller etrafında kurulan İsrail devleti ise Amerika ve Rusya tarafından zaman kaybetmeksizin tanınmıştır.
Bu eser, tarih boyunca devam etmiş olan küresel bütün çifte standartları ve sübjektif yorumları ortaya çıkarmakla kalmamakta aynı zamanda âdil ve tarafsız ve dahi asıl bilimsel tarih yorumunun niteliklerini de gözler önüne sermektedir. Müslüman toplumların dünya sahnesine çıktıklarında gücü ve iktidarı, İslâmî prensipler doğrultusunda kullanarak nasıl muazzam bir denge tesis ettiklerini ve bunun beşeri başarı olmanın çok ötesinde İslâm’ın mükemmel metodolojisi sayesinde olduğunu izah etmektedir.
Remzi Köpüklü / Dünyabizim
Henüz yorum yapılmamış.