Mülteci çocuklar batı için hala birer baca temizleyicisi midir?
Follow @dusuncemektebi2
William Blake'e “Baca Temizleyicisi” şiirini yazdıran hadise, Blake'in kendini ait hissetmediği İngiltere'nin bir gerçeğidir. Bir şekilde kimsesiz kalmış çocuklar, onları himaye ettiği havası veren kilisenin kontrolünde bir araya getirilir ve Britanya'nın o soğuk kışlarının kararmış vicdanlarında keyiflerinin devamını isteyenler için işe yarar bir çözüm olurlar. Tıkanan bacalar için zayıf, güçsüz bedenlerden daha iyi bir alet de olamaz zaten.
Ey Batılılar! Tanrının yarattığı dünya değersiz paralar beklediğiniz
bir dükkân değil”
Muhammed İkbal
Olmayan bir şeyin sorusu değil bu… Şair William Blake’e Masumiyet Şarkıları kitabındaki “Baca Temizleyicisi” şiirini yazdıran hadise, Blake’in kendini ait hissetmediği İngiltere’nin bir gerçeğidir. Bir şekilde kimsesiz kalmış, bırakılmış çocuklar, onları himaye ettiği havası veren kilisenin kontrolünde bir araya getirilir ve Britanya’nın o soğuk kışlarının kararmış vicdanlarında keyiflerinin devamını isteyenler için işe yarar bir çözüm olurlar. Tıkanan bacalar için zayıf, güçsüz bedenlerden daha iyi bir alet de olamaz zaten. Bacadan iple sarkıtılan çocuk indikçe bacayı fırçalayacak ve güneş batmayan imparatorluğun işleri yolunda gidecektir. Bu, küçük bir ayrıntı olarak gelebilir ama bir sömürgeci imparatorluk her küçük ayrıntıyı düşünmüş olmalıdır. Sadece sömürgeleri için değil kendi insanı için de… William Blake, işte bu İngiltere’yi sevmez. Kendini ona ait de hissetmez. Bu yüzden de dilinden baca temizleyen bu çocukların şiiri, Tuğrul Asi Balkar’ın Türkçesiyle, şöyle dökülür:
Annem öldüğü zaman çok küçüktüm,
Ve babam sattı beni henüz dilim bile
Dönmezken “temizle! temizle! temizle!” demeye
Artık bacalarınızı temizliyorum, uyuyorum is içinde.
Küçük Tom Dacre var ya, ağladı, kıvırcık saçlarını
Kuzu sırtı gibi kırktıklarında, dedim ki ona
“Sus, Tom! hiç takma kafana, başın çıplak ya
Biliyorsun kurum kirletemez artık olmayan saçlarını.”
Ve o ağlamayı kesti, ve o gecenin derinliğinde
Tom uyuduğunda, neler gördü düşünde!
Binlerce baca temizleyicisi, Dick, Joe, Ned, Jack,
Onların hepsi kara tabutlara kilitlenmişti
Ve bir Melek geldi ışık saçarak anahtarıyla,
Ve açtı tabutları azat etti onları;
Sonra çayırda zıpladılar güldüler koştular
Ve ırmakta yıkandılar, ve Güneşte parladılar.
Sonra çıplak ve pak, bütün yüklerini artlarında bıraktılar,
Bulutlara ağdılar ve rüzgârla dans ettiler;
Ve o Melek Tom’a dedi ki, iyi bir çocuk olursan
Tanrı baban olsun, neşe de hiç gerekmez artık.
Ve Tom uyandığında; ve biz karanlıkta kalktık,
Ve çantalarımızı fırçalarımızı alıp çalışmaya koyulduk,
Sabahın ayazı boyunca, Tom mutluydu, şevkliydi,
Herkes işini yaparsa gerek kalmaz ki kötülükten korkmaya.
William Blake’in istediği İngiltere nasıl bir yerdir? Şairin “Milton”, “Kudüs” gibi şiirleri, onun düşlemindeki İngiltere’nin ülke içinde masum çocukları ezen, işçilerine karşı zalimce davranan bir İngiltere olmadığını gösteriyor. Fakat 19. yüzyılın İngiltere’si de 20. yüzyılınki de onun vizyonundan çıkmadı kuşkusuz. İki paylaşım savaşının da merkezinde İngiltere vardı. Tabii Almanya, Fransa, İtalya ve başka Avrupa ülkeleriyle beraber. Amerika’yı da bu ülkelere eklersek Blake’in vizyonu, edebiyat incelemelerine konu olmanın ötesine geçemedi. Batı siyasetinin çocuklar umurunda olmadı. Avrupa, yüzlerce yıldır düşlediği “birleşik Avrupa ideali”ne, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası kavuştu. Birbirlerini yemekten vazgeçip dünyanın geri kalanını anlaşarak sömürmenin düzeniydi bu. Bu düzene itiraz eden bir şair Blake de o gün bugündür çıkmadı. Sadece şair mi? Ressam da yazar da müzisyen de çıkmadı. Niçin çıksın ki… Birleşik Avrupa düşü, Roger Garaudy gibi istisnaları saymazsak tüm “özgür”, “eşitlikçi” Batılı sanatçıların düşüydü. İster laik olsun ister ateist, tüm Batılı sanatçılar, kendilerine hayran Doğulu sanatçılara süslü edebi, felsefi görüşlerini onlara “laik olun”, “sanatçı yersiz yurtsuzdur”, “gelenek ayakbağıdır, yıkın” derken kendileri tam tersini yapıp “birleşik Avrupa ideali”ne bağlı kaldılar. Rahmetli Sezer Tansuğ onların bu durumunu şu çarpıcı tespit ile ifade etmişti: “Batının ilginç kurnazlığıysa, çökme psikozları karşısında başvurduğu her avangart kakavanlığı tüm dünyaya bir üstünlük gibi sunma başarısıdır ve ‘oryantalist’ [postkolonyal] bağlamda, böylesi bir performans için her ülkede bir ajan kullanma hünerini de göstermesidir.”
Avrupa’nın parçası olmak
Batı’nın bu hünerini en yakından bilen ülke Türkiye’dir. Türkiye’de istihdam edilen bu tarz “ajan”lar için nüfus sayımı yapılsa yeridir. Öyle çok ve etkilidirler. Suriye iç savaşı başladığından beri Türkiye’nin güney sınırında milyonlarca insan birikmiş ve Türkiye onlara sınırlarını açarak ev sahipliği yapmıştır. Ancak Birleşik Avrupa Devletleri (Avrupa Birliği, yerine böyle demeyi tercih ediyorum çünkü gerçek budur), kendi sınırı gördüğü Yunanistan’a yüz bin mülteci sığındığında, onlardan sadece belli sayıda ve nitelikteki çocukları alabileceğini deklare etmiştir. Kimsesiz çocuklardır bunlar. “Baca temizleme” işinde istihdam edilecekleri de kesindir. Bugün için Batı’nın “baca temizlemek”ten çıkardığı şey, kimsesizken alınıp sahiplenilmiş bu çocukların gelecekte bir Avrupalıdan daha çok birleşik Avrupa idealine bağlı olacağı gerçeğidir. Bir göçmen ülkesi olan ABD’de hadise tam da böyle olmuştur. Mankurtlaştırılmış göçmenler, ABD’nin varlığının vaktiyle geldikleri ülkelere karabasan gibi çökmesine ses etmek bir yana en çok destekleyenleri olmaktadırlar. Benzer şey, Kıbrıslı bazı Türkler için de başka şartlar altında gelişmiştir maalesef. Kıbrıs’taki bu kesim de 1974 öncesi yaşananları unutmuş ve Türkiye’den bir an evvel kurtulup birleşik Avrupa’nın parçası olmak istemektedir. Birleşik Avrupa’nın parçası olup da ne olacaktır? Keyif halinde yaşayıp çayıra salınmış inekler gibi mutlu mu olacaklardır? Öyle olmayacaktır ama cinsel bir arzu gibi umulanın bu olduğu açıktır. Kıbrıs’ın imkanları en geniş insanları bunu istemektedir. Tıpkı Türkiye’nin son iki yüzyıldır geçirdiği Batılılaşmadan en çok kazanç elde eden insanlarının bu istekle yanıp tutuşmaları gibi. Türkiye’nin büyük meselesi de buradadır: İnsanımız hedonist birer kitleye dönüşmektedir. Bu tür bir insan kitlesine Türkiye’nin tarihin içinden gelen sorumluluklarını anlatmak mümkünse de kabul ettirmek imkansızdır. Zira sadece kendi keyiflerinin artmasıyla ilgilidirler. Keyifleri onlar için birer narkotiğe dönüşmüştür. Evvelce laik, seküler çevreler bu tehlikeye maruzken bir zamandan beri dindar çevreler içinde de bu tehlike son derece artmıştır. Artık onlarda da dünya hayatının mahiyetini anlama iştiyakı azalmış ve kişisel hırsları, ideallerin önüne geçmeye başlamıştır. Dünyanın gerçeğini ideale göre değiştirme cehdini göstermek yerine ideali gerçeğe göre eğip bükmek kolaycılığı yaygınlaşmıştır.
Sağduyu kaybı
Sezer Tansuğ’un söz açtığı Batı’nın hüneri de budur. Gerçek maksadını marifetle saklayabilecek yolları elinde tutmayı bugün de başarabilmektedirler. Böylece insanımıza ait o muhteşem “sağduyu” kaybolmaktadır. Keyif sürmeyi, düşük bir insanlık hali olarak gören insanımız, nasıl olmaktadır da ABD ve AB’nin, kullandığı ajanların manipülasyonuna gelebilmektedir? ABD ve AB’nin “kudretlerine güç yetmez” imajlarını sağlayanların da imajları apaçıkken niçin durması gereken yeri, baca temizleyicisi olacakları muhakkak olan çocukların yanını, seçmemektedir? Gerçek şu ki insanlar uzun zamandır ülkelerinin okullarında eğitim alsalar da küresel kapitalizmin enstrümanlarınca yönlendirilmektedirler. İnsanların neyi sevecekleri, nasıl sevecekleri, sevgilerini nasıl göstereceklerini öğreten nicedir küresel kapitalizmdir. Türkiye, insanını küresel kapitalizmin pençesinden çekip alacak yolları bulmak zorundadır. Aksi takdirde insanımıza bizim için hayati hiçbir konuyu gerektiği gibi anlatmak, anlatsak bile benimsetmemiz mümkün olamayacaktır. Kendini ve dünyayı pislettiği için suçluluk duyması gereken, Çin’den ABD, AB ve Rusya’ya uzanan Batı ahlakı, mülteciyi, korona virüsü taşıyan bir salgın hastalık gibi görüp sınırlarını kapatıyor. Küresel kapitalizm, neyi, nasıl seveceğini öğretip kontrolü altına aldığı insanları şimdilerde neyden, nasıl korkacağı konusunda kontrolü altına alıyor. Korkunun kontrolü, dünya hayatını Müslümanca geçirmeyi seçmiş insanları bile bu denli sarmışsa durup düşünmek lazım. Bu insanların, dedelerinden onlara geçen bir tefekküre sahip olmadıkları açık. Türkiye’nin şiirini, şiiriyetini kaybetmesiyle ilgili bir durum bu kanaatimce. Türkiye, kendisini var eden şiiri ihya etmek durumunda. Kimdir bize masum çocukların yanında olmamızı söyleyen şairlerimiz?
Türkiye düşü
Türkiye’de bugün sadece Türk şiirinin değil dünya şiirinin de yaşayan en büyük iki şairi nefes alıyor: “Ötesini Söylemeyeceğim” şiiriyle, Fransa’nın Müslüman Kuzey Afrika’yı işgaline karşı gerçek büyük isyan potansiyelini bir kız çocuğunun dilinden yazan Sezai Karakoç ile ABD karşıtı devrimcilerin resimlerini çıplak kadın resimleriyle birlikte basan medyaya karşı “Esenlik Bildirisi” şiirinde “öcalınmazsa çocuklar bile birden büyüyebilir” diyen İsmet Özel. William Blake, düşündeki İngiltere için “Bizler İngiltere’nin bu güzel yeşil topraklarında ülkelerin en güzelini kuruncaya dek ne kafamla cedelleşmekten geri duracağım ne de kılıcım elimde uyuklayacağım.” dediğinde onu sanatsal bulanlar, Sezai Karakoç ve İsmet Özel’in Türkiye düşünü “gerici”, “faşist” buluyor. Karakoç ve Özel’in özlediği, oluşmasını istediği Türkiye, tarihi kötülüğe karşı bir çocuğun omurgası gibi hassasiyet kesbetmiş bir Türkiye’ydi. Zira tarihte Türklerin rolü çocuktaki masumiyetin yeryüzüne yayılması ve insanların dünyada “şairane ikameti”ni temindi. Bugün buna çokları gülüp geçebilir. İstenildiği kadar gülünebilir ama gerçek budur.
Mülteciler ülkesi
Siz, biz, onlar, küresel kapitalizmin kullanışlı birer ahmağına dönüşmüş olabiliriz ama söz açtığım “ide” savunulmaya devam edecektir. Onu savunan insanların yurdu bugün Türkiye’dir. Mülteciyi korona virüsü gibi gören AB, tuvalet sonrasında bile ellerini yıkamayıp kendini ve dünyayı pisleten olduğunu, sınırlara dayanan mültecilerin ülkelerindeki savaşları kendilerinin çıkardığını gizlemeye çalışıyor. Bugün bu ikiyüzlülüğe yegâne karşı ses olma potansiyeli, içinde andığım şairlerin bugün diri tuttuğu nefesi taşıyan insanların yurdu Türkiye’den gelmektedir. Türkiye, gerçek bir mülteciler ülkesidir. Mülteci kim midir? Onu tanımak için Yunus Emre’ye, Hz. Mevlânâ’ya, Nâbî’ye, Şeyh Galib’e, Âkif’e, Cahit Zarifoğlu’na bakmak gerekir. Dünyada bir “garip” gibi olması kendisine emredilen Müslümanlar, gerçek mültecilerdir. Yoksa Avrupa’da, oldukları yerdekinden daha konforlu bir hayatı yaşayacaklarını düşünenlerin mülteciliği, o istedikleri konforlu hayata kavuşuncaya kadardır. Kavuştuktan sonra cellatlarının aşığına dönüşmeleri sıkça görünen şeydir. Nitekim yukarıda resmini çizdiğim, mülteci karşıtı hedonist kitle de bu bağlamda aynı özellikleri taşımaktadır. Kendilerine söylenilmesinden utanacaklardır ama söyleyelim: Konformist bir kof ömür için Batı’ya ezikçe tapınan birer mültecilerdir kendileri. Oysa sıraladığım isimlere eklenebilecek idrakteki Müslümanlar, sadece Allah’a iltica ettikleri için çocukların omurgalarındaki hassasiyeti uzun, koca bir ömür taşıyabilirler. Bu yüzden de bugün dünyada yaşayan en büyük iki şairin Türkiye’de olmasında şaşıracak hiçbir yan yoktur. Türkiye işte böyle bir değişimin yol ayrımındadır: Türkiye’de insanlar, ya dedeleri gibi dünyada bir garip mülteci olmakla muhteşem bir kudreti idare eden fertler ya da küresel kapitalizmin seveceği, korkacağı şeyleri belirlediği zavallı hedonist bir sürü olacaklardır. İnsanımızın meyli, bir devlet olarak Türkiye’yi inşa edecektir ve bir devlet olarak Türkiye’nin meyli, insanımıza şekil verecektir. Değişecek olan budur. Değişmeyecek olansa Batı’nın çocukları geçmişte olduğu gibi birer “baca temizleyicisi” olarak gördüğü gerçeğidir. Bu yüzden de olmayan bir sorunu cevabı değildir bu söylediklerimiz.
Müellif: Dr. Celal Fedai / Kaynak: Star Gazetesi
Henüz yorum yapılmamış.