Sosyal Medya

Medeniyet öyküsünde kadının anlamı

Dünyanın akıl hocalığını yapan Batı düşüncesi, kadın konusunda bizatihi kendi cephesinde var olan marazlarla ciddi bir hesaplaşma içine girmek yerine, kültür-endüstrisini günah keçisi yaparak “yansıtma” metoduna dayalı bir savunma mekanizması çalıştırıyor.



Terakki olgusu insanoğlunun varoluşsal bir tezahürü. Hatta daha öteye götürerek ontik bir gerçeklik, bir zorunluluk diyebiliriz. İsmet Özel’in medeniyetle ilgili eleştirisindeki zayıf nokta, bunun olumsal olmaktan öteye bir zorunluluk olduğunu dikkate almamak olmuştur. Gerek kullandığımız/ürettiğimiz teknoloji gerekse oluşturduğumuz kurumlar insanların iradesini aşan bir boyuta sahip. İsmet Özel de bunun farkında. Fakat konuyu “araçların kölesi olmak” gibi bir basitlik içinde ele almak, gerçekliğin ve insanın karmaşıklığını göz ardı etmeyi beraberinde getiriyor. Oysa gerçeklik dünyasında sebep-sonuç ilişkilerini kurmamız zannedildiğinden çok daha müşkül. Bugün bile aynı müşkülü yaşamaya devam ediyoruz. Teknoloji kendi anlam dünyasını ve insan ilişkilerini dayatıyor mu gerçekten? Sosyal ilişkilerin zayıflaması televizyonun veya cep telefonlarının zorunlu sonuçları mı, yoksa doğrudan bizim teknolojiyi kullanma yeteneğimiz veya irademizle mi alakalı? Konuyu bunun gibi çok daha sofistike bir şekilde ele almak mümkün; ama burada derdimiz teknolojiyi tartışmak değil. Sadece şu: Teknoloji, terakki ve medeniyet dediğimiz olguların tek yönlü bir süreç olarak ele alınması, tarihe bakışımızla ilgili bir problemden kaynaklanmaktadır. Tarihin olgusal olandan başka türlü seyretme ihtimalini hesaba katmamak, bizi determinist bir teknik ve medeniyet anlayışına hapsediyor. Dolayısıyla, insanoğlunun medeniyet alanındaki terakkisi, İsmet Özel’in vurguladığı haddi aşma veya sapmaları zorunlu kılmadan da başarılabilir miydi diye sormamız yanlış olmaz. Aynı soruyu esas itibariyle bugün de sormalıyız. Mesela devletin, terakki/medeniyet sürecinde ortaya çıkmış bir örgütlenme biçimi olarak şiddet ve sömürü işlevleriyle ilişkilendirilmesi ne kadar tarihsel bir hakikat olursa olsun, bunun kaçınılmazlığına hükmetmek ufkumuzun ve hayal gücümüzün yetersizliğine bir işaret sayılabilir. Demek istediğim; insanlığın sahip olduğu terakki veya medeniyet inşa etme potansiyeliyle tevhidi ve ahlaki değerler arasında daha sahih bir ilişki neden mümkün olmasın? Bunu imkansız ütopya anlamına gelen bir eleştiriyle karşılamak, statükocu reflekslerin bir ifadesi değil midir? Dahası, bu bizi yersiz bir medeniyet karşıtlığıyla tarihin etkisiz elemanı haline gelmeye düçar etmez mi?
 
Kadın sorununun tarihi
 
Medeniyet tarihinin izlediği seyri, kadının konumu üzerinden görmek ve değerlendirmek mümkün. Roger Garaudy, medeniyetin yaşadığı talihsizliği Batı dünyasının hastalıklı kökleriyle ilişkilendirmek isterken kadın konusunu somut bir örnek olarak dile getirir: “[A]ltı bin yıldan beri içinde yaşadığımız toplumlar sadece “erkekler” tarafından ve “erkekler” için düzenlenmektedir. Yani insanlığın ancak bir bölümünün eli ile… Bu topluluğun “Kadınları” unutulmuş yahut saf dışı edilmiştir. Yüzyıllardan bu yana, özellikle “Rönesans” denen şeyden beri; bir başka deyişle kapitalizm ve sömürgeciliğin birlikte geliştikleri devirden itibaren insanlığın tarihi onun küçük bir bölümü tarafından meydana getirilmiş”tir (İslamın Va’dettikleri, Pınar Y., 19). Ancak Garaudy’nin Batı medeniyetini merkeze koyarak yaptığı eleştiri bizi yanıltmamalı. Gerçekte erkek egemen yapının medeniyetlerin başlangıç tarihine kadar götürüldüğünü biliyoruz. Erkek ve kadın arasındaki işbölümünde cinsiyetin oynadığı rolü dikkate aldığımızda, bunun köklerinin daha eskilere gitmesi söz konusu. Fakat meselemiz burada erkek egemen yapının başlangıç tarihini araştırmak değil. Medeniyet sürecinin ve dinamiklerinin iki cins arasındaki işbölümünü ve dolayısıyla erkek egemen yapıyı hangi yönde etkilediği konusunda doğru bir yerden bakmayı sağlamaktır.
 
Muhakeme problemi
 
Buradan hareketle, medeniyetin ilerlemesiyle birlikte erkek egemen yapının daha da pekiştiği ve derinleştiğini kültür-medeniyet tarihi okumalarımıza istinaden çok rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Medeniyet tarihinin en temel karakteristik ve dinamiklerinden biri, iş bölümünün hayatın bütün alanlarında yaygınlaşması olmuştur. Köyle şehir, tarımla sanayi, yönetimle ordu gibi ayrışmalar terakkinin hem sonucu hem de vasıtası olarak kendisini gösterdi. Kadın-erkek arasındaki işbölümü de bu süreç içinde daha keskin hatlarla tebarüz etti. Kadın özel alanın, erkekse kamusal alanın aktörleri olarak cinsel kimliklerini kazandı ancak bu sadece basit bir işbölümünden ibaret kalmadı, aynı zamanda cinsiyet eşitsizliğinin sosyal, kültürel, ekonomik ve dolayısıyla siyasal temelleri de atılmış oldu.
 
Korumacı anlayış
 
Diğer ifadeyle medeniyet, kamusal alan adını verdiğimiz bir ilişkiler ve değerler alanını ortaya çıkarmıştır. Buysa erkeğin inhisarına verildiği nispette erkek egemen bir yapıyı tahkim eder. Kamusal alan gerçekte iktidar ilişkilerinin sergilenme ve inşa edilme mekanıdır. Erkeğin bu alandaki hakim rolü, kadını tamamen iktidarın nesnesi olarak konumlayan bir bakış açısıyla somutlaşır. Hatta belki bununla mukayyettir. Medeniyet süreci sadece kadın-erkek işbölümünü dayatmak veya kronikleştirmekle kalmamış, muhtemelen artzamanlı bir gelişme süreci içinde bunun ideolojik değerlerini de üretmiştir. Bu noktada mesela Sümer gibi ilk medeniyetlerde bile kadını korumaya yönelik yasaların çıkarılmış olması bizi yanıltmamalı. Korumacılık toplumsal ve bireysel huzur için bir ihtiyaç veya zorunluluk olarak ortaya çıkabilir, fakat adalet veya insaniyet meselesi hiçbir şekilde korumacı anlayışların değer kodları ve siyasetiyle ele alınamaz. Alındığı takdirde, kadına ilişkin egemen bakış açısıyla gerçek anlamda bir yüzleşme imkanı kalmaz.
 
Bugünkü kadın sorunu, medeniyet tarihi boyunca egemenliğini sürdüren söz konusu bakış açısından soyutlanarak analiz edilemez sanıyorum. Eflatun gibi evrensel nitelikteki filozofların bile kadına bakış açısında kabul edilemez bir gayriinsanilik olduğunu düşüyorsak, bunun sadece bir muhakeme problemi olmadığını fark etmemiz gerekir. Medeniyetin oluşturduğu yanılsamalar yani ideoloji akılsallaşmıştır çünkü. Kadının doğasıyla kültürel şartlanmalar arasındaki ince ayrım, ne Eflatun gibi klasikler, ne de Hegel, Schopenhauer, Nietzsche gibi modern filozoflar tarafından fark edilebiliyor. Kadının zayıflığı, neredeyse bütün kültür ve inanç biçimlerinde doğal bir veri olarak alınmıştır. Ancak bunun tam olarak böyle olmadığı, biyolojik gerekirciliğin medeniyet öncesi çağlara ait verilerle de yanlışlanabileceğinin anlaşılması ise 20. yüzyıla sarkan antropoloji çalışmalarıyla ortaya konmuştur. “Mead’in incelediği Arapesh kültüründe kadınlar ve erkekler Batı toplumlarındaki gibi; Mundugumor kültüründeki kadınlar ve erkekler ise, Batı’daki erkekler gibi davranıyorlardı. Tchmbuli kültürü daha da ilginç idi; çünkü orada, kültürel roller ve ilişkiler, Batı geleneklerine göre cinsel yönden ters kişilere verilmişti: Kadınlar, Batı’daki erkekler; erkekler ise, Batı’daki kadınlar gibi hareket ediyorlardı” (Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, Remzi Y., 259). Bu bulgular bilinmediği veya göz ardı edildiği takdirde, cinsiyete dayalı işbölümünün doğallaştırılması kısmen daha anlaşılır hale gelir. Dolayısıyla kültürel şartlanmalar kolaylıkla insan düşüncesini kör edebilmektedir. Batı’nın olduğu kadar Doğu kültür ve medeniyetlerinin de aynı körleşmeye maruz kaldıklarını görüyoruz. Buna karşılık Batı düşüncesi, kılı kırk yaran geleneğinin ve gücünün etkisiyle, her alanda yaptığı gibi kadın konusunda da kültür-medeniyet temelli bakış açısını en uç sınırlarına kadar götürmüştür. Her yönden aşırıcı ve/veya saflaştırıcı özellikleriyle karakterize olan Batı düşüncesi, modern dönemlere gelindiğinde kadın-erkek ayrımını abartmakta beis görmemiş, zahiri varlığa tözel anlamlar vermekten geri durmamıştır. “Kadınlar sağlam ilkelere sahip değildirler; çünkü usları zayıftır. Bu nedenle de kendilerine sağlam bir yön çizmekten acizdirler” (Schopenhauer, Merhamet, Dergah Y., 82). Schopenhauer’ün bu yargısı Hegel’de neredeyse Doğu-Batı kültürleri ve medeniyetlerinin bütün şifrelerini serimler bir düzeye vardırılıyor: “Hegel de yalnızca kadınlara tikellik, sezgisellik ve pasifliği, erkeklere tümellik, kavramsal düşünce ve “güçlülük ve aktif”liği atfetmekle kalmaz, aynı zamanda insan türünü insan olarak tanımlayan karakteristikleri erkeklerde bulur… Kadınlar birliği alt edemediklerinden ve aile hayatından çıkıp tümellik/genellik dünyasına geçemedikleri için, tarih-oluşturucu faaliyetlerden dışlanırlar” (Şeyla Benhabib, Modernizm, Evrensellik ve Birey, Ayrıntı Y., 323). Nietzcshe’ye göre de kadın, nesnellikten ve adaletten uzak, korumacı içgüdüsüyle özgürlüğe kapalı, iktidara karşı teslimiyetçi yapısıyla güvenilmez bir varlıktır.
 
Rasyonelleştirme
 
Dolayısıyla Batı düşüncesi, kamusal alanı tamamen erkeğin doğası ve kimliğiyle özdeşleştirmiş, kadını büsbütün özel alanla sınırlamıştır. Bunu yaparken de kamusal alanın gerekleriyle kadının doğası arasındaki varsayımsal nitelikteki tezadı evrensel bir sabite gibi ibraz etmeye çalışmıştır. Buna karşılık şöyle demek de mümkün: Batı düşüncesi, hakim nitelikteki bütün kültürlerde verili olan kadın-erkek ayrışmasını en açık ve en nihai haliyle rasyonelleştirerek felsefi/ideolojik sonuçlarına götürmüştür. Kadın-erkek rollerinin “olumsal” mahiyetteki işbu realitesine denebilir ki “tözsel” bir nitelik vererek zaman-mekandan münezzeh bir anlam yüklemiştir. Erkek-egemen bakışın asıl sakatlığı da tam buradadır: Bu minvalde, kadın ve erkeğin doğası ve rolleri arasına ördüğü büyük “duvar” sebebiyle potansiyel özellikteki eşitlik-adalet alanlarını daha baştan ortadan kaldırdığı için erkek tahakkümünü zorunlu ve yapısal hale getirmektedir.
 
Kırılma süreci
 
Ancak medeniyet dünyası bilindiği üzere bu hususta bugün çok başka bir süreci, bir kırılmayı yaşıyor. Modernitenin her şeyi yerinden eden dinamikleri, Alain Touraine’in ifadesiyle us ve özgürlük arasındaki gerilim hattı üzerinde tezahür eden değişim süreci, söz konusu erkek-egemen yapıyı ciddi şekilde örselemiş durumda. Medeniyet dünyası, modernite marifetiyle şimdi adeta günah çıkarmak için büyük uğraş veriyor. Ne ki oryantalist yaklaşımlarda olduğu gibi burada günah keçisi yapacağı veya aşağılayacağı bir “öteki” yok. Kadınlara cadı avı altında layık gördüğü yüz karası uygulamalar da, daha düne kadar oy verme hakkı tanımayarak yaptığı ikinci sınıf vatandaş muamelesi de bütün açıklığıyla karşısında buz gibi bir gerçek olarak duruyor. Batı yine de “her şeyi ben bilirim” kibrinden vazgeçmiyor. Kendisini merkeze koyarak dünyayı inşa etme (küreselleşme) isterlerini kadına bakış açısında da göstermeye devam ediyor.
 
Kadını ve erkeği cinsiyetiyle tanımlamaktan vazgeçmemiz insanlık düşüncesi ve kültürü adına elbette önemli bir aşama. Ancak bu, Batı’nın bir bakıma genetik davranışı haline gelen ifrat-tefrit ikilemine düşürecek bir sapmaya (Sapkınlık anlamında değil) bizi düçar etmemeli. Cinsiyeti handiyse yok sayarak kadınla erkeği aynılaştırmaya çalışmak başka, erkek tahakkümünün reddedilmesi başka şeydir. Kadının özgürleşmesinden kadınla erkeğin her alanda eşitlenmesini anlayacak olursak, bunun kadına yönelik bir zulüm şeklinde karşımıza çıkabileceğini unutmamak gerekir. Zira burada, cinsiyetin, kadın ve erkek rolleri açısından hiçbir anlam ve ehemmiyetinin olmadığını varsayma söz konusu. Oysa aslolan, kamusal alanda bütünüyle ve sayısal anlamda bir eşitliği sağlamak değil, öncelikle rollere yönelik engelleri ortadan kaldırmaktır. Bunun için kadının kamusal alanda var olma ve kendini gerçekleştirme imkanlarını fiili bir gerçekliğe kavuşturacak adımları atmak önemli. En az bunun kadar önemli işlerden biri de, kadın ve erkek rollerinin yapısallaşmış bir adaletsizliğe sebep olmasını engellemek, sebepleri ortadan kaldırmaktır. Kültürel kodlardan (şartlanmalardan) mütevellit olarak adaletsizliğin kanıksanması veya bilincine varılmaması, sorunu sorun olmaktan çıkarmayacaktır. Başka deyişle, kadının eziliyor ama durumundan memnun olması, yaşanan adaletsizliği ortadan kaldırmaz.
 
Medeniyetin labirenti
 
Diğer taraftan, kadını cinsel objeye dönüştürerek nesneleştiren kültürün de erkek-egemen anlayışla yoğrulduğunu ve kadını cinselliğin cenderesine aldığı çok aşikar. Dünyanın akıl hocalığını yapan Batı düşüncesi, bu konuda bizatihi kendi cephesinde var olan marazlarla ciddi bir hesaplaşma içine girmek yerine, kültür-endüstrisini günah keçisi yaparak “yansıtma” metoduna dayalı bir savunma mekanizması çalıştırıyor denebilir. Buysa Batı medeniyetinin -dolayısıyla düşüncesinin- samimiyetini kuşkulu hale getiren iki yüzlü karakterini burada bir kere daha karşımıza çıkarmakta. Gerçekleştirdiği bütün devrimlere rağmen, Batı medeniyeti kendi labirentinde saf gerçekle bir türlü barışık hale gelemiyor. Kadına bakış açısında olduğu gibi kah aşırılık kah tutarsızlık şeklinde ortaya çıkan marazlarıyla bunun semptomlarını verip durmaktadır.
 
Ancak, Batı medeniyetinin kadın sorunuyla olan imtihanında “çok başarılı” olamadığı yargısı ne bizim başarısızlığımızı örtebilir ne de buna bir mazeret teşkil eder. Olsa olsa özgürlük, adalet, eşitlik meselelerinde daha sahih ve tutarlı bir düşünce perspektifi geliştirmemiz için bize sorgulayıcı bir ayna tutabilir. Bunun içinse yapılması gereken iş, Batı’yı takip/taklit etmek değil, doğru ve derinlikli bir eleştiriyle kendi düşünsel-kültürel terkibimizi meydana getirmektir.
 
 
Müellif: Ali K. Metin / Şair-Yazar  /  Kaynak: Star-Açık Görüş

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.