Sosyal Medya

Rasim Özdenören: İslam Protestanlaştırılabilir mi?

Son yıllarda İslam’ın “Protestanlaştıniması” diye bir sorundan bahsedilmektedir. Bu konunun Türkiye bağlamında sorun olarak geçerliği nedir? Konunun aydınlatılabilmesi için ilkin “Protestanla§tırma”dan ne anlamak gerektiği üzerinde durmanın yerinde olacağını düşünüyorum.



Protestanlık, dini bir hareket olarak reformasyon ile aynı anlama geliyor. Reform, merkezi kilise otoritesine karşı, milli kiliseleri öne çıkartmak ve bu arada da dinin hükümlerinde değişiklik yapmak isteyen bir telakki tarzının adı olarak ortaya çıkmıştır. Protestocular (Protestanlar) ortaya çıkıncaya kadar Katolik Kilisesi (Papalık) bütün Hıristiyanların dini merkezi olarak misyonunu sürdürmüştür. Kilise, devlet otoritesinin dışında (yer yer ve zaman zaman da karşısında) bağımsız bir otorite olarak tezahür etmiştir. Bütün Ortaçağ boyunca ve Yeniçağa kadar, Kilise, feodal düzende, gerek feodal aristokratların, gerekse Katolik aristokratların temsilciliğini yürütmüştür. Papa, en büyük feodal senyör sayılıyordu. Katoliklik, feodal iktisadi uygulamanın ve o dönemin toplumsal ve siyasal/düzeninin ihtiyaçlarını karşdamada uygun bir yapı arzediyordu. Ancak 15. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak yeni ticaret yollarının keşfedilmesi, Amerika kıtasının bulunması, Afrika’nın tanınması ve oranın zenginliklerinin Avrupa’ya taşınması, Avrupa’nın iktisadi veçhesini eski uygulama ile karşılaştırılamayacak ölçüde değişikliğe uğrattı. Avrupa kıtası yeni servet kaynaklarına kavuştukça servet sahiplerinin kompozisyonunda da değişiklikler oluşmaya başlamıştır. Burjuva sınıfı bu süreç esnasında doğmuştur. Katoliklik, feodal düzelanmasıyla örtüşmekteydi. Bir Alman papazı olan Martin Luther (1483-1576)’in 1517’de Wittenberg kilisesinin kapısına astığı ve Katolik kilisesine karşı protestoyu içeren doksanbeş maddelik tezi, bu koşullarda Hıristiyan dünyasında büyük yankı uyandırdı ve benimsenmeyle karşılandı. 
 
Protestanlığın temel iletisini merkezi otoriteye (Papalık) karşı çıkmak, bu otoritenin merkeziliğini ve biricikliğini parçalamaya matuf bir hareket olarak yorumlamak mümkündür. Gerçekten de, hareketin ardından ulusal kiliselerin kurulması, ulusal dillerin kullanılmaya başlanması, ulusal edebiyatların doğması, kısacası ulusalcılığın (milliyetçilik: nationalism) ortaya çıkması için fazla beklemek gerekmemiştir. Böylece hayatın her alanında çoğulcu telakki tarzları gelişmeye başlamıştır. Ulusalcılığın gelişmesi, belli bir görüngüden bakıldığında ve paradoksal olarak mutlak monarşilerin de yolunu açmıştır. Ülkeler bir yandan Papalıkla ilişkilerini kopartırken, yani merkezi otorite ile bağlarını keserken, bir yandan da kendi iç bağlamları açısından güçlü (fakat yerel) merkezi otoriteler ihdas ediyorlardı. Feodalitenin çözülmeye başlaması monarşilerin ortaya çıkmasını zorluyordu. 
 
Böylece, sanıyorum, Protestanlığın (veya eşanlamda olmak üzere reformasyonun) yalnızca dini bir hareket olarak kalmadığı anlatılmış olmaktadır. Hareket her ne kadar dini bir kökenden kaynaklanmış olsa da, sonuçları toplumsa/siyasal alanın her katmanına yayılma ve onu etkileme istidadı göstermiştir. Nitekim kapitalizmin, onun bir sonucu ve uzantısı olarak sömürgeciliğin (emperyalizmin) başlaması da nin ihtiyaçları için uygunken, yeni sınıfın (burjuvanın) ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyordu. Protestanlığın doğuşu, tam da bu ihtiyaçların karşıaynı sürecin ürünüdür. Mutlak monarşilere karşı tepkilerin yükselmesi de, keza, bu sürecin sonuçlarından biridir. Özgürlük, eşitlik talepleri, kapitalizmin deyim yerindeyse toplumsal/siyasal alandaki yansıması olan liberalizmin doğuşu, hep aynı sürecin ürünüdür.
 
İmdi, reformasyon kavramının başlangıcından iti' baren süreçteki gelişmelerini göz önüne aldığımızda, bu hareketin İslam dini ile ve onun tecdit anlayışı ile nasıl bir ilgisi kurulabilir? Veya böyle bir ilgi kurmak mümkün müdür ve akla ve uygulamaya uygun düşmekte midir? Öncelikle Hıristiyan dünyasında vuku bulan reform hareketi ile İslam’ın tecdit anlayışı arasındaki temel nitelik farkının altı çizilmelidir. Böylece Hıristiyanlıktaki reformasyon ile İslam’ın tecdit kavramı arasındaki fark ortaya konulabilirse, birinin ötekine dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği hususu da açığa çıkartılmış olur.
Yukardaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere re/ormun asal özellikleri arasında sonradan oluşmuş olan şartların din tarafından kabulünün sağlanması ön almaktadır. Gerçekten de, 15. yüzyıldan başlayarak gelişen dünya ticareti muvacehesinde Hıristiyan tüccarların faizle iştigali söz konusu olmaya başlamıştır. Faiz Hıristiyanlığın haram kıldığı bir ticari muamele biçimidir. Her ne kadar tacirler yaygın biçimde faizli 'işlemlerin içine batmış olsalar da, yaptıkları bu işlemi gönül rahatlığıyla içlerine sindirdiklerini ileri sürmek mümkün görünmüyor. İşte, Luther, işlerin tam da böylesine kızıştığı bir ortamda ortaya çıkarak faizin mubah olduğunu beyan ediyor. Olaya İslam’ın terminolojisiyle bakıldığında, durumun, bidat olanın dince kabul edilmesi diye görüleceği açıktır. Oysa İslam’daki tecdit kavramı bunun tam da tersi yönde işlemekte ve dinin bidatten arındırılmasını öngörmektedir. İslam’da her yüz yılda bir, bir yenileyicinin çıkacağı bildirilmektedir. Bu yenileyiciler (müceddit) dine bulaşmış olan veya insanların belki farkına bile varmadan alışkanlık haline getirdikleri ve bidat niteliğinde olan uygulamalara dikkat çekerek onların kaldırılmasına teşebbüs eder. Bu husus, İslam ile Hıristiyanlık arasındaki başat farklılıklardan biridir ve yalnızca bu fark bile İslam’da reform olamayacağının göstergesi sayılabilir.
 
 
İkinci olarak Hıristiyan dünyada reform hareketinin merkezi kiliseye karşı dermeyan edilen bir hak ve düzeltme talebi olarak ortaya çıkma gibi bir özelliği de bulunmaktadır. İslam dünyasındaysa kiliseye tekabül eden bir merci baştan beri varbulunmamıştır. Çünkü İslam, kuruluşundan başlayarak kendi devletiyle birlikte zuhur etmiştir. Oysa Hıristiyanlığın, Roma devletine kendini kabul ettirebilmesi için üçyüz yılın geçmesini beklemek gerekmiştir.
İmdi bu genel mülahazalardan sonra Türkiye özelinde adı doğrudan reform olarak konulmamış bile olsa reform anlamını taşıyabilecek talepler muvacehesinde görünen manzara nedir? Durumu irdeleyebilmek için iddiaların gözden geçirilmesi gerekiyor:
 
1. Açıkça dile getirilmese bile dinin devlet marfetiyle manipülasyonunun önü açılmak isteniyor. Mevcut yapılanma içinde bu sonucun elde edilmesi de mümkün görünüyor. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı, bir devlet organı olarak bu maksada uygun bir konum arz ediyor. Fakat aslında doğrudan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laik yapılanma içindeki yeri sorgulanmaya müsaittir. “Devlet işleri”ni “dinin işleri”nden ayırmak isteyen bir siyasal yapılanmada, dine ait hizmetlerin yürütülmesi için bir devlet kuruluşu ihdas etmenin mantığı, yürürlükteki laiklik anlayışıyla ne ölçüde bağdaştınlabilir? Bu durum, bizce bir soru olarak önümüzde durmalıdır.
 
2. Bazıları, İslam hukuku (Kur’an hükümleri) ile laik (secular) hukukun bağdaşabilir olduğunu ileri sürüyor. İmdi bu konunun irdelenmesi iki farklı düzlemde ele alınmalıdır. Bu görüşü ileri sürenlerin asal maksadı nedir? İslam hukukunun secular hukukla bağdaştığını söyleyenler, acaba bu iddia ile mevcut laik hukukun İslam hukuku tarafından tecviz edilebileceğini mi ileri sürmek istiyor, yoksa bizzat İslam hukukunun akli (rasyonel) ölçütlere göre düzenlenebileceğini mi belirtmek istiyor? Bu iki konu birbirinden farklı düzlemlerde ele alınmak gerekir. Konuya laik hukuk düzleminde yer alıp oradan mı bakıyoruz, yoksa İslam hukukunun uygulandığı farzedilen bir düzlemde mi yer alıyoruz? Üzerinde yer aldığımız hukuki zeminin niteliğini bilmeden, söz konusu iddiaya sağlıklı bir cevap vermenin imkanı bulunamaz.
 
3. Bazıları da, demokrasinin tüm kurum ve kurutuşlarda “oturtulabilmesi” için Çağdaş îslam'dan yararlanılması gerektiği görüşünü ileri sürüyor. Burada da, 2 nolu mülahazada ileri sürdüğümüz görüş geçerlidir: İslam’ın, Islamdışı uygulamanın aleti olarak kullanılmak mı istendiği sorusu öne çıkıyor. Bu id' dia, ancak, üzerinde yer alınan hukuk zemininin niteliği belirlendikten sonra anlamlı bir cevaba kavuştutulabilir.
 
4. Bazıları, Kuran’da akılla çelişen hiçbir ilkenin yer almadığını ileri sürüyor. Ancak bu doğru sözün ne maksatla ileri sürüldüğünü bilmek gerekiyor. Çünkü Kuran’da akılla çelişen bir ilkenin yer almadığına ilişkin bir tespit, ona, akla uygun başka hükümlerin dercedilebileceğine ilişkin bir mülahazayı getirebilir. Binaenaleyh maksadın açıkça belirlenmeden, zahiren doğru görünen böyle bir iddiadan batıl bir sonuca ulaşmanın kapısının açılabileceği ihtimali ortaya çıkabilir.
 
5. Hakimiyet milletindir ifadesinin, hakimiyetin bir ferdin, sınıfın, zümrenin tekelinde bulunmadığı anlamına geldiği dermeyan ediliyor. Bu iddia da doğrudur. Ancak gene üzerinde yer alınan hukuki zeminin mahiyetini bilmek gerekiyor. Çünkü İslam terminolojisinde kullanılan “millet” kelimesi ile çağdaş siyasal telakki tarzında kullanılan millet (nation) kelimesi arasındaki farkın altı çizilmelidir. İslam terminolojisinde millet kelimesinin aynı zamanda hem din hem de îslam milleti (ümmet) anlamlarını içerdiği, dolayısıyla haldmiyetin de onlara ait olduğu akıldan çıkartılmamalıdır. Modem terminolojinin millet (nation) kavramı ile İslam terminolojisinin millet kavramı birbirinin yerine kullanıldığında, halen olduğu gibi, içinden çıkılmaz karışıklıklarla karşılaşılır.
 
6. Hakimiyet kavramının metafizik niteliği Allah’ın iradesinin mutlak geçerliği ile ilintilidir. -0nun bu niteliği bütünüyle ayrı bir konu oluştun Bizim şimdi üzerinde durduğumuz konu sorun’un siyasal niteliği ile ilgilidir ve Allah’ın insanlar için vazetmiş olduğu hükümlerin insanlar marifetiyle kullanılmasını tazammun etmektedir. Daha somut söylendikte, Kuran hükümlerini kim, ne (veya kim) adına uygulayacaktır? Bu soru önem taşıyor. Çünkü bu somdan hareket edilmediği takdirde uygulama boşlukta kalır. İslam’a ait hükümlerin veya İslam hukukunun İslamdışı toplumlarda, oranın hakim zihniyetine göre uygulanması da mümkündüi'. Bu durumda, İslami hükümler üzerinde yapılabilecek her türlü tasarruf İslam’ı ve Müslümanları ilzam edecek midir?
 
7. Bu son mülahazadan sonra can alıcı bir noktaya geliyoruz. İslam hukuku üzerinde yapılabilecek tasarrufların belirli meşruiyet şartları varbulunmaktadır. îslam hukuku üzerinde öngörülebilecek tasarrufların bilimsel niteliği de farklı bir konudur, o da önem taşır; ancak öngörülen tasarrufların (ki buna isterseniz reform bile diyebilirsiniz) yürürlüğe konulması, bu hükümler yürürlükteyken onların üzerinde yeniden hukuki tasarruflara girişilmesi, bütünüyle İslami bir zeminde ve meşru yönetimlerce gerçekleştirilmek gerekir. Aksi takdirde, bu tür tasarruflar batıl hükmünde kalır. Bütün bu mülahazalardan anlaşılmış olacağı gibi, İslam’m hükümlerinde reform talebinde bulunanlann üzerinde yer aldıkları hukuki zemin kritik önem taşıyor. Çünkü ileri sürülen talep, ancak meşm bir zeminde yer aldığı takdirde geçerli sayılır. Ve bu mülahazanın mefhumu muhalifinden, meşm zeminde dermeyan edilmeyen talebin geçerli olamayacağı sonucuna vanlır.
 
İslami hukuk düzeninde demokrasiye yer olup olmadığı konusu da, bu sorunun bir parçasıdır ve sonınun tartışılması da ancak İslam hükümlerinin geçerli olduğu bir zeminde anlamlı olur. Aksi takdirde, İslam’da demokrasi olduğunu söyleyenlerin de, aksi iddiada bulunanlarm da dermeyan ettikleri mülahazalar geçerli sayılmaz. Burada, belki de göz önünde bulundumlabilecek önemli hususlarm başında, somn olarak ele alman konunun İslami uygulamıanın sonucu olarak mı ortaya çıktığı, yoksa olaya yalnızca soIslamdışı uygulamanın ortaya çıkardığı soruna İslam’dan cevap istemek, bir daha söylemiş olalım, geçerli sayılmaz.
 
Kaynak: Umran Dergisi-Ağustos 2002, Sayı: 96, Sayfa: 37

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.