Sosyal Medya

Gökhan Özcan: Dışarıdan izole, evde tek yapayalnız

Hayat, evin dışındaki bir şeydi, yaşamak evin dışında olmayı gerektiriyordu diye inandırmaya çalışıyordu bizi medya.. “Bir süre evinden çıkamayınca” dedi beyaz saçlı adam, “aslında gidecek yeri olmadığını anlamaktan korkuyor insan!”



“Duvar, çatı, pencere ve kapıdan oluşan sağlam ev günümüzde zaten maddi ve gayrı maddi kablolarla delik deşik edilmiş, çatlaklarından iletişim rüzgarlarının estiği bir harabeye dönüşmüştür” diyor Byung-Chul Han, ‘Şeffaflık Toplumu’ kitabında.
 
Rivayete göre, Çinliler eskiden birbirlerine kızdıklarında “Tuhaf zamanlarda yaşayasın!” diye beddua edermiş. Sanki bugünlerde dünyada bu bedduaya bir korkutucu bir klip çekiliyor. Bu bedduayla neyin kastedildiğine, ‘tuhaf zamanlar’ ifadesinin sınırlarının nerelere kadar genişletilebileceğine dair bugünlerde gayet çarpıcı fikirler ediniyoruz. İnsanların evlerinin dört duvarı arasında yaşamaya mahkum hale gelmesi mesela, bu zamanın insanı için gerçekten olabilecek en tuhaf işlerden biri değil mi? Medya üzerinden sürekli ‘evinizde kalın’ çağrılarına muhatap olmak kadar ne afallatabilir bugünün insanını. Çünkü on yıllardır tersine inandırmaya, ikna etmeye çalışıyordu aynı medya unsurları onları. Hayat, evin dışındaki bir şeydi, yaşamak evin dışında olmayı gerektiriyordu. Evin içinde kaldığımız her an, dışarıda akıp giden şeylerden mahrum kalıyorduk. Evin içinde bizi yaşatacak bir şey yoktu, eğlence, ışıltı, mutluluk, heyecan hep dışarıdaydı.
 
Şimdi sadece korkulacak şeyler var dışarıda. Sadece yaşamaya değecek şeyleri değil, hayatın kendisini tehdit eden görünmez, bulaşıcı, yayılıcı, boğucu tehlikeler...
 
Deniyor ki, belirsiz bir süre evlerinizde yaşayın, buna mecbursunuz, buna mahkumsunuz. İyi ama hayatlarını evlerine sığdırmayı çoktan unutmadı mı insanlar? Ne yapacaklar? Nasıl vakit geçirecekler? Duvarlara çarpa çarpa nasıl yaşayacaklar? Ne düşünecekler? Düşünmekten kaçtıkları şeyleri düşünmekten nasıl kaçabilecekler? Minik minik kurtlar gibi mütemadiyen kafalarını kemirmekte olan ürkütücü sorulardan kendilerini nasıl kurtaracaklar?
 
Tamam, bir sürü dijital oyuncağımız var elimizin altında. İnternet bağlantımızda da bir sıkıntı yok şimdilik. Orada yaşayalım, parmaklarımızın ucunda, ekranların içinde... Peki, nereye kadar? Orada alış verişi yapılan da sokaklardaki hayat değil mi? Değil miydi? Üç beş gün sonra orada da tükenmeyecek mi hayat? Dışarıda hiçbir şey akmazken, tükenmeyecek mi içeride de mevzu? Hele de içine bakmayı bu kadar ihmal etmiş, bu kadar unutmuşken!
 
“Gündelik hayattaki hiperkinezi, aşırı hareketlilik, insanın yaşantısındaki tefekkür unsurunu, durma becerisini ortadan kaldırıyor. Dünyanın ve zamanın kaybına yol açıyor. Hızlanma stratejileri de bu zaman krizini bertaraf edemiyor. Dahası, esas sorunun da üzerini örtüyor” diye yazmış Byung-Chul Han, ‘Zamanın Kokusu’ kitabında.
 
Bir şeyler bizi yapmamız gereken şeylere geciktirdiğinde zaman kaybettiğimizi düşünüp sıkılıyoruz. Vaktinden önce tamamladığımız her şeyin de bize zaman kazandırdığına inanıyoruz. Ne kazandığımızı ya da ne kaybettiğimizi kavrayabilmek için ‘yapmamız gereken şeyler’ ifadesinin içini neyle doldurduğumuza bakmamız gerekiyor önce. Eğer bu ifadenin içini ‘yapmaya değer şeyler’ ile doldurabiliyor isek ne ala; kazanılmış ya da kaybedilmiş zamanlardan gerçekten de söz edebiliriz bu durumda. Peki ama yaşamaya değer şeyler mi gerçekten yaşadıklarımız? Sabun köpüğü gibi patlayıp gidiyor mu etkileri kısa bir süre sonra; yoksa, hayatımızın dokunaklı parçaları olarak bizimle birlikte yaşayıp gidiyorlar mı?
 
“Bir süre evinden çıkamayınca” dedi beyaz saçlı adam, “aslında gidecek yeri olmadığını anlamaktan korkuyor insan!”
 
 
Yenişafak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.