Osmanlı'da neden Meal çalışması yapılmadı?
Follow @dusuncemektebi2
Sevgili mealciler! Osmanlı’da okur-yazar kesimin meale ihtiyacı yoktu. Mürekkep yalamış her kişi, her diplomalı, meale ihtiyaç duymadan Kur’ân’ı okur ve anlardı. Kur’ân’ın âyetlerini anlayan okura, ne kadar edebî olursa olsun, hiçbir meal yeterli gelmezdi. Zira Osmanlı okuru, Kur’ân’ı her okuduğunda âyetlerden yeni yeni anlamlar çıkarırdı. Öyle bir okuru elbette hiçbir mealci tatmin edemezdi.
Daha önce Açık GörüÅŸ’te çıkan yazılarımızda (8 Mart 2015 ve 3 Mayıs 2015) ülkemizde edebî bir üslûpla, mükemmel ÅŸekilde yapılmış tek bir mealimizin dahi bulunmadığını belirtmiÅŸ ve ne yapılması gerektiÄŸini anlatmıştık. ÇeÅŸitli çevrelerden ve mealcilerden bir biri ardınca hayli tepki geldi. Kendi meallerini kusursuz bulan mealcilerimiz tenkitlerimizden hoÅŸlanmadılar. Hatta bir kısmı da kendisini mazur göstermek için, suçu Osmanlı’ya attı.
EÄŸer Osmanlılar “edebî” mealler ortaya koysalarmış, bizim de bir meal geleneÄŸimiz olurmuÅŸ ve elbette o zaman çok daha güzel mealler ortaya çıkarmış! Böyle bir savunmanın, yetersizliÄŸin mazereti olamayacağı açıktır. Meal yazacak kadar kendini donanımlı kabul eden bir insanın Türkçenin imkânları ve edebî üslûbun ne olduÄŸu konusunda da yetkin olması gerekir.
Soralım: Almanya’nın “Bir meal geleneÄŸi, bir Kur’ân tercüme geleneÄŸi” mi vardı? Faust’un ve Genç Werther’in Acıları’nın yazarı, Müslüman Åžark ÅŸairlerinin hayranı o dev Alman ÅŸairi çıktı, kendi zamanında yapılan bir Kur’ân tercümesini çok ağır bir dille yerden yere vurdu (lütfen 8 Mart 2015 tarihli yazımıza bakınız). Derken Alman dilinin inceliklerine yeterince vâkıf, güçlü bilgin ve dev oryantalist Friedrich Rückert, Der Koran adlı yeni bir Kur’ân tercümesi yayımladı ve o tercüme uzun süre bir yıldız gibi parladı. Hâlâ da parlıyor. Türkiye’deyken okuduÄŸu Türkçe meallerden hiç ilâhî ürperti alamayan merhum Cem Karaca’ya “Ä°ÅŸte bu Allah kelâmıdır!” dedirten ve kendisini hidayete erdiren de o Kur’ân tercümesidir.
Demek ki asıl mesele neymiÅŸ? Ä°lle de bir “tercüme veya meal geleneÄŸi”nin olması deÄŸil, sadece ve sadece edebî bir dil zevkine ve yüksek bir ifade gücüne sahip olmakmış.
Meale ihtiyaç yoktu!
Gelelim Osmanlı’nın neden meal yapmadığı konusuna... Osmanlı’da okur-yazar kesimin meale ihtiyacı yoktu. Mürekkep yalamış her kiÅŸi, her diplomalı, meale ihtiyaç duymadan Kur’ân’ı okur ve anlardı.
Osmanlı’ya bühtan edenler, Osmanlı mekteplerinin de ÅŸimdiki okullar gibi olduÄŸunu sanıyorlar. Oysa Osmanlı okulları öÄŸretmediÄŸini hiç öÄŸretmez, ama öÄŸrettiÄŸini tam öÄŸretir, mükemmel öÄŸretirdi.
Nasıl mı? Åžöyle: Yavuz Sultan Selim Mısır’ı alıp da EÅŸ’ari uleması yavaÅŸ yavaÅŸ medreseleri iÅŸgal edinceye kadar, o medreselerde müspet denilen matematik, fizik gibi bilimler en ileri düzeyde öÄŸretilirdi. Osmanlı, yükseliÅŸ döneminde çağının bir numaralı bilim ve tekniÄŸine sahipti. Rumeli Hisarı’nın insanın dudağını uçuklatacak kadar kısa bir zamanda inÅŸa ediliÅŸinin asıl sebebi, Osmanlı’nın bilim ve teknikte kendi döneminin çok, hem de pek çok ilerisinde olmasındandır. Tarih kitaplarında illâ gâvuru üstün ve kendimizi küçük göstermek için ortaya atılan Macar Urban’ın topu, tam bir maskaralıktır. Zira Urban’ın topu daha ilk atışında hem hedefi vuramamış, hem de paramparça olup dağılmıştır. Ä°stanbul surlarında gedik açan toplar, bizzat Fatih’in ve mühendislerinin çizimlerini yapıp döktürdüÄŸü toplardır. Fatih ve döneminin bilim adamları iÅŸte böylesine yüksek bir eÄŸitime sahiptiler!
Hem dînî, hem de dünyevî ilimleri eÅŸit derecede gören bizim Mâtürîdî bilim adamlarımıza karşı, Müslüman için aslolanın dînî ilimler olduÄŸunu savunan ve dünyevî ilimlere Mâtürîdî kadar önem atfetmeyen EÅŸ’arî uleması Osmanlı medreselerinde ağır basınca, maalesef müspet bilimler giderek ilim irfan yuvalarından kovuldu. Osmanlı’nın çöküÅŸe doÄŸru gitmesinin asıl sebeplerinden biri iÅŸte budur!
Evet, Osmanlı öÄŸretmediÄŸini hiç öÄŸretmez, ama öÄŸrettiÄŸini tam öÄŸretir, adam gibi öÄŸretirdi.
Üç dil bilirlerdi!
Cumhuriyet dönemi eÄŸitim sisteminde yabancı dil öÄŸretilmeye daha ortaokulda baÅŸlanır, buna karşılık öÄŸrenci liseyi ve hatta üniversiteyi bitirdiÄŸinde yine de doÄŸru dürüst bir yabancı dil bilmez! Hâlbuki Osmanlı döneminde liseyi bitiren biri, iki yabancı dili, yani hem Arapça hem de Farsçayı, bu dillerde yazılmış ÅŸiirleri anlayacak kadar iyi öÄŸrenirdi. Dahası, Tanzimat’tan sonra bir üçüncü dil olarak Fransızca da eklenince, bir lise mezunu artık üç yabancı dili iyi derecede bilir, konuÅŸur ve yazardı.
Osmanlı diplomalısı, ana dilini de en edebî hâliyle bilirdi. Çünkü ana babalar çocuklarının ifadesi düzgün ve güzel olsun diye yavrularına daha konuÅŸmaya baÅŸlar baÅŸlamaz ÅŸiir ezberletirlerdi.
Osmanlı’da öÄŸrencilere yabancı dil de aynı ÅŸekilde ÅŸiirlerle sevdirilerek öÄŸretilirdi. Gidip araÅŸtırın kütüphaneleri! Arapça ve Farsçayı ÅŸiirle belleten, bazen de hem Arapça, hem de Farsça kelimeleri aynı mısrada öÄŸreten, içinde ÅŸunun gibi mısra ve beyitlerin bulunduÄŸu, kitaplar/sözlüklerle karşılaşırsınız: “Bezrker derler ekinciye, Arapça harrâs / TeÅŸnegî oldu susuzluk, hem o mânâ lühâs.”
Yine Fransızcayı ÅŸiirle zihinlere yerleÅŸtiren kitaplara rastlarsınız: “Allah Diyö (Dieu), gökler siyö (cieux), yer ter (terre) / Dâim tujur (toujours), bâkî eternel (éternel), enfini (infini) bîintihâ.”
ABD, nasıl Osmanlı vakıflarını inceleyerek modern vakıf müessesesini kurabilmiÅŸse, Batı Avrupa da, Osmanlı eÄŸitim sistemini oryantalistlere araÅŸtırtarak iki yabancı dili öÄŸretmenin metodunu atalarımızdan öÄŸrenmiÅŸtir. Fransa’nın da içinde yer aldığı günümüzün Batı Avrupa’sında liseyi bitiren bir genç iki yabancı dil bilir! Tıpkı bizim Osmanlı atalarımızda olduÄŸu gibi!
Osmanlı’nın en son döneminde bile sıradan bir roman okuru, evet sıradan bir “roman okuru”, Arapça, Farsça ve Fransızca olmak üzere üç yabancı dil bilirdi.
Roman okuru bile bilirdi
Ä°spat mı istiyorsunuz? Alın Namık Kemal’in Ä°ntibah romanını. Ä°lk paragrafının ikinci cümlesi ÅŸöyledir: “Bahar eriÅŸince toprağın her tarafı serâpâ tarâvet kesilerek ‘yuhyi’l-arda b’ade mevtihâ’ sırrı âÅŸikâr olur.” Buradaki Arapça kısmın ne demek olduÄŸunu Namık Kemal açıklamaz. Dipnot da düÅŸmez. Çünkü roman okuru, onun bir Kur’ân âyeti olduÄŸunu ve “cansız hâle gelen topraÄŸa yeniden can verir” (Hadîd, 57/17) anlamına geldiÄŸini bilir. Çünkü Osmanlı roman okurunun Arapçası, onu anlamaya müsaittir.
Gelelim Ahmed Midhat Efendi’ye... BilindiÄŸi gibi kendisi gerçek anlamda bir halk romancısıdır. Felâtun Bey ile Râkım Efendi romanında Râkım, Ä°ngiliz kızlarına Türkçe öÄŸretir. Bu arada Hâfız’ın gazellerinden örnekler de sunar. Hâfız ki, Ä°ranlılar ona “ÅŸiirin ilâhı” gözüyle bakarlar. Öyle bir ÅŸairin beyitlerini Râkım Efendi yabancılara izah ederken, Ahmed Midhat Efendi araya girer ve okura “Hâfız’ın bu gazelini bilenler anlarlar ki, Râkım birkaç beyti eksik okumuÅŸtur” der. O dönemin roman okuru böyle bir okurdur. Zaten Farsça ve Fransızcadan anlamayan birinin o romanı zevkle okuması imkânsızdır.
Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası’nı ise Fransızca bilmeyen biri, kesinlikle okuyup anlayamaz. Çünkü eserin çok yerindeki diyaloglar Fransızcadır ve asla Türkçeleri verilmez.
Evet, Osmanlı’nın roman okuru dahi üç yabancı dil bilirdi. Sıradan bir roman okuru bile! Çünkü bu diller okulda öÄŸretilirdi. Profesör düzeyindekiler ise, üç dilde eser verecek kadar bilirlerdi o lisanları. Cumhuriyet’ten sonra Afgan Üniversitesi’nin Farsça ders kitaplarını iÅŸte o Osmanlı’dan kalma müderrisler (profesörler) yazmıştı!
Osmanlı mekteplerinde öÄŸrencinin hayatında hiçbir iÅŸine yaramayacak “kurbaÄŸanın sindirim sistemi” gibi gençlerin dimaÄŸlarını köreltmeye yönelik saçma sapan bilgiler öÄŸretilmezdi!
Beyinler köreltiliyor!
Günümüz Milli EÄŸitiminde “Ä°nkılap veya Devrim Tarihi” ve benzeri dersler, bir dönemde okutulup geçilmesi gerekirken ilkokulundan üniversitesinin sonuna kadar aynı bilgiler defalarca tekrarlanıyor. Sanki o taptaze ve güçlü beyinler, dumura uÄŸrasın, kafaları çalışamaz hâle gelsin de, düÅŸünemesinler, kendi akıllarını kullanamayıp mankurtlaÅŸsınlar, iç ve dış propagandaların tutsakları durumuna düÅŸsünler diye...
Pratik hayattaki uygulamalar, ülkemiz insanlarının ne kadar zeki ve ne derece yüksek bir muhakeme gücüne sahip olduÄŸunu göstermektedir (Almanya’ya çalışmaya giden Yunan, Portekizli, Ä°spanyol ve Ä°talyan iÅŸçi gidip iÅŸçi dönerken, daha büyük ÅŸehir bile görmeden oraya aynı maksatla giden bizim köylülerimizin, hatta çobanlıktan baÅŸka meslek bilmeyen insanımızın nasıl kısa sürede iÅŸveren durumuna geldiklerini görüyoruz). Ne var ki bu eÄŸitim sisteminde o dipdiri beyinler öylesine köreltiliyor ki Milli EÄŸitim’in verdiÄŸi hasardan insanımızın çok azı yakasını kurtarabiliyor.
Gereksiz ve en fazla bir dönem veya birkaç hafta okutulması gereken dersler yüzünden yabancı dilin öÄŸretilmesine vakit bırakılmadığı gibi, kendi ana dili bile çocuklara ve gençlere hakkıyla kazandırılamıyor. Her türden yüksek lisans ve doktora tezlerine bakıyorum: Yürekler acısı, sefil ve kısır bir Türkçe! Hâlbuki bizim çocuklarımız da Batılılar gibi ve hatta onlardan daha fazla kendi edebî dillerine hâkim olabilir ve liseyi bitirinceye kadar iki yabancı dili rahatlıkla öÄŸrenebilirler. Yine Batılı çocuklar gibi tek dönemlik ve birkaç haftalık derslerle evlerinin elektrik ve su tesisatını onarmada, bahçe duvarı örmede ve bilmem daha hayatî pek çok gündelik ÅŸeyi yapmada ustalaÅŸabilirler. Bu tür bazı bilgiler topu topu birkaç derste onlara aktarılabilir!
Sevgili mealciler, Osmanlı iÅŸte bizim yukarıda anlattığımız çok güçlü lisan eÄŸitiminden ötürü meal yapmaya veya yaptırmaya ihtiyaç duymadı. Kur’ân’ın âyetlerini anlayan okura, ne kadar edebî olursa olsun, hiçbir meal yeterli gelmezdi (Tıpkı hem edebî bir dil zevki olan, hem de Arapçayı bilen birine sizin meallerinizin son derece yavan gelmesi gibi!). Yeterli gelmezdi, zira Osmanlı okuru Kur’ân’ı her okuduÄŸunda âyetlerden yeni yeni anlamlar çıkarırdı. Öyle bir okuru elbette hiçbir mealci tatmin edemezdi.
Yürüyen Kur’ânlar
Okur yazar olmayan kesime gelince... Onlarınsa karşısında ezici çoÄŸunluÄŸu Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış dersiamlar, müderrisler (ulema-profesörler), ÅŸeyhler, vâizler, hatipler ve imamlar vardı! Tekkede ve zaviyede, medresede ve minberde, kürsüde ve mihrapta yürüyen Kur’ânlar vardı! Paraya tenezzül etmeyen, haysiyetine düÅŸkün, lüksten kaçınan, bilgisiyle kibirlenmeyen, sade hayatı seçen ilim ve irfan erleri vardı. Halk da onları örnek alıyordu. Gerçek Ä°slâmî ahlâkla bezenmiÅŸ öylesi seçkin kimseleri baÅŸ tacı edinen insanımız da gösteriÅŸten, modadan, etrafa caka satacak tavırlardan uzak duruyordu. Tepeden tabana kadar bütün toplum kesimlerinde kanaat ve tevazu hâkimdi.
Son sözümüz ve uyarımız ÅŸudur: Arap edebiyatının eriÅŸilmez ve eriÅŸilmesi kesinlikle imkânsız olan Kur’ân’ın güzelliÄŸi, bir baÅŸka dile, ancak o dilin en zirve edebî diliyle aktarılmalıdır. O yüzden bir meal veya tefsirci, kendi dilinin seçkin edebiyatçılarının eserlerini bir deÄŸil, birkaç defa okuyarak dilini ve ifade gücünü iyice geliÅŸtirmek ve zenginleÅŸtirmek mecburiyetindedir. Bu olmadan meal yapmaya yeltenmek her ÅŸeyden önce haddini bilmezliktir. Dahası, Kur’ân’ın edebî güzelliÄŸine ihanettir! Edebî güç, edebî incelik ve zarafetten yoksun bir dille Kur’an meali veya tefsiri yapmaya cüret etmek, en baÅŸta Allah’a, sonra Kur’ân’a, nihayetinde de okura saygısızlıktır!
Müellif: Cemal Aydın
Henüz yorum yapılmamış.