Halil Turhanlı: Mutlakiyetçi devlet ve dinsel çatışma
Follow @dusuncemektebi2
“Aydınlanma mutlakiyetçi düzenlerin eleştirisi olarak doğdu ve Fransız Devriminin oluşum koşullarını hazırladı” İlerleme düşüncesine kapılan, giderek daha fazla makineleşen bir dünyada yaşayan modern insan kendine geleceği bütünüyle ve her yönüyle belirleyebilme gücünü vehmetmişti.
Reinhart Koselleck ampirik temelde cevaplandırılamayacak sorunlarla ilgilenen bir disiplin olan tarih felsefesinin Hıristiyanlıkla, teoloji ile bağlantılı olduğunu düşünmüştü. Modernitenin karakterini ve tarihsel köklerini teşhis etmeye çalışan Alman tarihçiye göre teolojik bir öz taşıyan selamet (salvation) kavramı on sekizinci yüzyılda devrimci düşünce ve hareketler içinde rasyonel nitelik kazanmış, insan da tarih yapan, tarihe hâkim olan, tarihte nihai bir hedefe doğru kararlılıkla ilerleyen ‘dünyevi tanrı’ olarak algılanır olmuştu. İlerleme düşüncesine kapılan, giderek daha fazla makineleşen bir dünyada yaşayan modern insan kendine geleceği bütünüyle ve her yönüyle belirleyebilme gücünü vehmetmişti. Modern insana bu aşırı özgüveni aşılayan, onu bir ‘yeryüzü tanrısı’ haline getiren, Rousseau başta olmak üzere Aydınlanma düşünürleriydi. Bununla bağlantılı olarak Rousseau ve Raynal gibi düşünürler insanlık ve adalet adına devletin ahlaki olmayan politikalarına karşı çıkmayı, devrimleri ve iç savaşı meşru görüyorlardı Koselleck’e göre bu aynı zamanda modern çağın krizinin de asli kaynağını oluşturmaktadır. O krizin doğuşunu ve gelişme sürecini anlayabilmek açısından on yedinci yüzyıla egemen olan mutlakiyetçi düzenin hangi koşullarda ortaya çıktığının ve hangi güçler tarafından nasıl sona erdirildiğinin bilinmesinin önemini vurgular.
*
Reformasyon sonucunda Kilise’nin birliğindeki bölünme eski bağlılıkların çözülmesine, tüm Avrupa’da geleneksel toplumsal düzenin parçalanıp dağılmasına neden olmuştu. Mutlakiyetçi devlet bu bölünme ve çözülmeye, sonuçta baş gösteren dinsel savaşlara bir tepki ve monarkın dinin önceliğine meydan okumasıdır. Böylelikle din devletin otoritesine tabi kılınmış, monark mezheplerin üstünde konumlanmış, devlet mutlakiyetçi biçimine kavuşmuştur. Koselleck’e göre Aydınlanma dini iç savaşların sona ermesinin kendi eseri olduğunu, kendinin getirdiği dini hoşgörünün sonucu olduğunu ileri sürsede gerçekte bunu başaran mutlakiyetçi rejimdi.
Koselleck mutlakiyetçi devletin teolojik temellerde meşruluk iddiasında bulunan taraflar arasındaki mezhep çatışmalarına, dinsel iç savaşlara son vererek ve kendini Kilise üstü, mezhepler ötesi bir kurum olarak takdim ederek on yedinci yüzyıl Avrupa’sına huzur ve istikrar getiren modern bir politik örgütlenme biçimi olduğunu savunur. Alman tarihçiye göre klasik mutlakiyetçiliğin başlangıç noktası dini savaşlardır, bu devlet mezhep çatışmalarının yarattığı kargaşaların arasında doğmuştur. Gerçekten, on altıncı yüzyılda Kilise’nin bölünmesi neticesinde Avrupa’da geleneksel düzel dağılmış, eski sadakatler çözülmüştü. Bu bölünme ve çözülme bütün kıta Avrupa’sında etkisini duyurdu. Mutlakiyetçi devlet söz konusu bölünmeyi bertaraf etme amacıyla örgütlenerek yeni bir dönemi başlattı. Öncelikle dini savaşların neden olduğu tahribatları giderdi, bu alanları onardı.
Monark dinin önceliğine meydan okudu, dini devletin otoritesine tabi kıldı. Her türlü dinsel otoritenin üstünde konumlandı. Mezhepler üstü bir hukuk düzeni inşa etti. Mezhep çatışmaları deneyiminden doğan, bu çatışmalara son veren yeni hukuk düzeni Avrupa’da uluslararası hukukun, Avrupa kamu hukukunun da doğumunun koşullarını hazırladı.
Dini ihtilafların politik biçimde etkisizleştirildiği, mezhep çatışmalarının bertaraf edildiği Avrupa’da Vestfalya Barış Anlaşması’yla yeni bir devletlerarası düzen getirildi, dini çatışmalar sonrası Avrupa’da devletler arasında bir denge kuruldu. Bir başka ifadeyle, devlet içi dini çekişmeler bertaraf edildi, savaş sadece mutlak anlamda egemen ve politik anlamda birbirinden bağımsız devletler arasında kabul edildi. İç savaşlar sona erdi, savaş dışa yöneldi. Savaş eşitler arası bir mesele oldu. Bundan böyle her bir egemen devletin diğerlerine karşı savaşma hakkı (jus ad bellum) vardı. İç çatışmaların önlenmesi düşmanı toplumun dışında aramak ve bulmakla, dış savaşın koşullarını yaratmakla mümkün. Antikite’de Yunanlılar düşman olarak dışarıdaki barbarları işaret ederek iç istikrarı sağlamışlardı. Avrupa devletleri iç barışı Avrupa uluslar hukukunun tesisi ile sağladılar, çünkü bu hukuk düzeninde birbirlerini hasım olarak tanımladılar. Bu tanım egemen devletler arasındaki savaşı onaylıyordu. Dini hizipçiliğin yol açtığı çatışmaların bertaraf edildiği Avrupa’da egemen devletler arasında savaş meşru sayılıyordu. Daha doğrusu, devletler birbirlerini meşru düşman (justus hostis) olarak kavrıyorlardı. Vestfalya Barışı ancak böylelikle inşa edilebiliyordu.
*
Mutlakiyetçi devlet içinde istikrar sağlanması yeni tabakalar için de bir alan yarattı. Koselleck’e göre “Dini ihtilaf politik bir biçimde etkisizleştirilmiş olmasaydı, savaşlar sadece devletler arası savaşlarla sınırlanmış olmasaydı yeni elitin içinde ortaya çıkabileceği toplumsal bir alan da olmayacaktı.” (Koselleck, a.g.e., s.66) Kısacası, burjuvazinin sivil alanı ancak dini savaşlar bertaraf edildiğinde açıldı. Koselleck dini despotizmin etkisizleştiği, dini ütopyacılığın bertaraf edildiği ortamın burjuvazinin ekonomik faaliyetlerini yürütüp gelişebilmesi açısından elverişli koşulları yarattığını belirtir. Ekonomide önemli rol oynayan ve giderek güçlenen bu kesim tüccar, banker ve işadamlarından oluşuyordu. Ancak mutlak hükümdar tarafından temsil edilen ve yönetilen devlet karşısında politik güçleri yoktu, devlet politikalarında hiç etkili değillerdi. Politik güce sahip olmadıkları halde ekonomik durumlarından dolayı özgüveni olan bir kesimdi. İçinde büyüdükleri mutlakiyetçi düzene muhalefet etmelerinde maddi güçleri ve bunun verdiği özgüvenleri de etkili oluyordu.
Reinhart Koselleck
Ekonomide ağırlığı artan burjuvazi bu ağırlığını politik düzeye yansıtamıyor, kendini politik olarak ifade edemiyordu. Bu kesim devlete kredi ve borç veriyordu. Mutlak hükümdar devletin komuta mekanizmasını elinde tutuyor ancak devletin mali yükünü burjuvazi üstleniyordu. Fakat politik güçten yoksun oldukları, devlet idaresinin dışında bırakıldıkları için çalışarak, biriktirerek elde ettikleri servetleri risk altındaydı. Mutlak hükümdarın keyfi tasarruflarıyla ellerinden alınabiliyor, servetlerinden yoksun bırakılabiliyorlardı. Koselleck burjuvazinin politik güçten ve mutlakiyetçi devlet karşısında güvenceden yoksun oluşunun Fransa’da devrimin zeminini hazırladığını belirtir.
Mutlakiyetçi devlete farklı nedenlerle muhalefet eden başka tabakalar da vardı. Zamanın ‘öncü ruhları’ Aydınlanma filozofları sert ve ödünsüz kritikleriyle krizi derinleştiriyor, devleti hırpalıyorlardı. Bir diğer muhalif tabaka yargıçlardan, devlet işlerinde görev alan ve çalışan bürokratlardan oluşuyordu. Mutlakiyetçi rejimin içinde çalışmalarına rağmen kendilerini sistemden ayırabilmişlerdi. Açık ya da örtülü olarak monarşiye muhalefet eden tabakalar arasındaydılar. Bu tabakalar farklı çıkarların peşinde olmakla birlikte monarşi karşıtlığı yeri geldiğinde onları biraraya getirebiliyordu.
*
Muhalif toplumsal tabakaların monarşiye yönelttikleri kritikle başlayan süreç devrimle sonuçlandı. Dinsel çatışmaların, iç savaşın içinde doğan mutlakiyetçi devlet bir başka iç savaşla, devrimci iç savaşla noktalandı. Mutlakiyetçi devlet burjuva sınıfının politik tepkisinin, Aydınlanmanın getirdiği ‘ütopyacı modernizm’in ilk kurbanı oldu. Bir başka ifadeyle Aydınlanma mutlakiyetçi düzenlerin eleştirisi olarak doğdu ve Fransız Devriminin oluşum koşullarını hazırladı.
Koselleck bu noktada çok önemli bir hatırlatmada bulunur: Mutlakiyetçi düzen teorik ifadesini ‘devlet aklı’ (hikmet-i hükümet) öğretisinde bulmuştu. (Koselleck, a.g.y.,s.25) Peki ‘devlet aklı’ öğretisinin sonucu ve etkisi nedir? Ahlaki kaygıların silinmesi, devlet yönetiminde bu tür kaygılara yer verilmemesi. Koselleck devlet aklı öğretisinin açıkça ahlakı politikaya tabi kıldığını, monarşinin politikalarında ahlak ve erdemin önemli olmadığını, buna ihtiyaç da bulunmadığını belirtir. Gerçekten dönemin politik tarzı buydu, erdeme ihtiyaç duymadan yönetmek... Nitekim mutlakiyetçi devletin en yetkin kuramcısı Thomas Hobbes mutlak egemenliği akılla özdeşleştirmişti. O, Koselleck’in de belirttiği gibi ‘Geleneksel ahlaki öğretilerin karşısına, asıl konusu politik akıl olan bir ahlak’ koyuyordu. (Koselleck, a.g.y. 42)
Kaynak: Karar-Görüş
Henüz yorum yapılmamış.