İhsan Fazlıoğlu'nun kaleminden: Kendin olma farkındalığı üzerine
Follow @dusuncemektebi2
Kulluk, yaratılanın, yaratıldığı hâl üzere olması demek ise, insan için akl etmek, kul olmaktır. Kul olmak ise ancak ve ancak kendini idrâk etme, kısaca, idrâk-i taayyün-i şahsî, yani, kendilik-bilinci ile başlar hareket-i manevî yani daim tefekkürle devam eder; bu nedenle urefâ, Hayat?a seyr-i şuûrî yani ayık/şuûrlu yolculuk adını vermişlerdir.
Âmen-tu demenin ve bu eylemin hakkını vermenin asgarî koÅŸulu nedir? Öyle bir koÅŸul ki, daha sonra, bi- harf-i ceriyle sıralanacak, tüm öteki öÄŸelerin mısdâklarını lâyıkıyla idrâk etmeyi temin etsin. Bu koÅŸul, idrâk-i taayyün-i ÅŸahsî?dir; idrâk, bilgi; taayyün, göze-konu olma, somutlaÅŸma; ÅŸahsî, ferde/bireye, o-olmalığa âit biçiminde çevrilebilir; sözcüklere baÄŸlı kalarak, bireyselliÄŸinin somutluÄŸunun bilgisi gibi yaklaşık bir karşılık verilebilirse de, mefhûm/kavram olarak kendilik-bilinci denebilir (ki bilinç, bir tür farkındalık olarak, hem somutluÄŸu hem de bilgiyi aynı anda içerir). Âmen-tu?daki -tu ya da imân etti-m?deki -m, dikkat edilirse, ben gibi bağımsız bir yazılış deÄŸildir; tersine, eylemin içinde erimiÅŸ bir ben-dir(-ki eylem içre idrâk edilen ben, kendiliktir). Öyleyse, âmen-tu demenin ve bu eylemin hakkını vermenin asgarî koÅŸulu, kendilik-bilinci ise, kendilik bilinci?nin ne olduÄŸu sorusunu sorabiliriz.
Åžüphesiz, madde ile manânın terkibi olan insanın (-ki madde, beÅŸerî; hilâfet, dolayısıyla akıl, manâ yönümüzü oluÅŸturur) tüm manevî tezâhürlerine maddî bir aÅŸama eÅŸlik eder. Bu çerçevede, bâliÄŸ olmak, bulûÄŸa ermek, beÅŸerî/maddî yönümüzün, içkin manevî gücümüzün/aklımızın kendini ifâde edebileceÄŸi anatomik-fizyolojik aÅŸamaya ulaÅŸması(beleÄŸa) demektir; bâliÄŸ olan, âkil olmaya baÅŸlar; baÅŸka bir deyiÅŸle, akıl, akl etmeye (-ki aklı da, akl etmek eylemi içinde tanırız)... Ancak her bâliÄŸ-âkil kiÅŸi, kendilik bilincine sahip demek deÄŸildir. Bu noktada da, ikinci sorumuzu sorabiliriz; bâliÄŸ-âkil aÅŸamasında kendilik-bilincinin uyanması ne demektir?; baÅŸka bir deyiÅŸle, akl eylemi, kendilik-bilincine nasıl yönelir? Elbette, bu sorunun yanıtlanması için, sırasıyla, kendi-lik yanında, ben-lik, kiÅŸi-lik ve kim-lik gibi kavramların da hesâbının verilmesi gerekir; ancak, ÅŸimdilik, hesâbı verilmiÅŸ kabul edilip doÄŸrudan, yukarıda çizilen çerçevede, kendilik-bilincinin meta-fizik çözümlemesine giriÅŸ yapabiliriz...
Kendilik-bilincinin meta-fizik zemini, muhâtab alınmadır; insanın, Tanrı, tarafından hitâba lâyık görülmesi; halîfesi olarak, muhâtab kabul edilmesidir; çünkü muhâtab olmak, hitâb edilmek için, hitâb edenin ?fiziksel anlamda bir yön söz konusu olmamakla birlikte- yönelimine(intentio) konu olmak gerekir. Tanrı?nın insana bu yönelimi, insan-olmaklığın anlamını verir; çünkü, hitâb, muhâtaba yapılır... Ä°nsan, hangi açıdan Tanrı?nın muhâtabı?dır; O?nun yönelimine muhâtap olmuÅŸtur? Muhâtab olmanın yönü, teklif?tir; baÅŸka bir deyiÅŸle, Tanrı?nın insana yaptığı teklif...; Tanrı?nın teklifi, insanı mükellef kılmıştır.
Teklif, bir ÅŸeyin teklifi?dir, mükellef de bir ÅŸeyle mükellef olmaktır; bu ÅŸey, insana tevdî edilen, yüklenen(haml) emânettir ki, emânet, en geniÅŸ anlamıyla Varlık, en özel anlamıyla kulluktur; bu nedenle, Varlık, tıpkı mantıktaki önerme gibi, mevzû olan insana, mahmûldür; zîra mevzû yok ise haml/yükleme olanaklı deÄŸildir. Bu hakikati tespit eden kudemâ, ?âm ve mutlak olmasına karşın, Varlık?ın bilgisinin, hâs ve mukayyet insana baÄŸlı olduÄŸunu, bu nedenle, insanın, Varlık?ı tümel bir biçimde idrâk etmek için, kendi zâtına ircâ ettiÄŸini ifâde ederler. Bu tespit, yukarıdaki açıklamalarla birlikte düÅŸünüldüÄŸünde, kendi-lik bilincinin, teemmülle baÅŸladığını, kiÅŸinin öncelikle kendi içine düÅŸtüÄŸünü, bireyselleÅŸtiÄŸini(teferrüd), kendini tanıdığını(?arefe), daha sonra vâkıaya dönerek tefekkür etmeye baÅŸladığını(?alime) gösterir. Bu ifâdelerde, dikkati en çok çeken, teemmül sözcüÄŸüdür; emel kökünden gelen sözcük, kavram olarak, kiÅŸinin, sırlarını fısıldaması ümidi-ile kendi iç-gerçekliÄŸini, sürekli mütalâa etmesidir; benzer biçimde tefekkür de yine sırlarını sunması ümidi-ile, dış-gerçekliÄŸi(a?yân) akıl-ile sürekli nazar etmesidir. Bu nedenle, idrâk cihetinden mukayyet, mutlaktan önce geldiÄŸinden, teemmül, tefekküre tekaddüm eder.
Emânet?in, Varlık haysiyetinden, kendilik bilincindeki yerine iÅŸâret ettikten sonra, kulluk haysiyetine bakabiliriz. HerÅŸeyden önce kulluk, yaratılanın, yaratıldığı hâl üzere olması; baÅŸka bir deyiÅŸle, bir ÅŸeyin ne üzere yaratıldıysa o ÅŸey üzere bulunmasıdır. Ä°ÅŸte emânet, bu çerçevede, insanın yaratıldığı hâle göndermede bulunur ki, o da, irfânî kültürümüzün de dile getirdiÄŸi üzere, akl etme, dolayısıyla bilmedir. Nitekim, bu ilke çerçevesinde, müfessirler, Kur'ân-ı Kerîm?de kullanılan ibâdet (Zâriyât 65) ve emânet (Ahzâb 72) kavramlarını, kendini tanımak ve bilmek olarak yorumlamış ve kendilik bilincinin, insana yüklenilen emâneti idrâk etmenin, dolayısıyla bizâtihî insan olmaklığın temelinde yer aldığını göstermiÅŸlerdir.
Teklif edilen emânet, insanı mükellef kılar; teklîfler, inÅŸâî olduÄŸudan emir ve nehiy cümlelerinden teÅŸekkül ederler. Bu nokta, son derece önemlidir; çünkü, Ramazan Efendi?nin dile getirdiÄŸi üzere, teklîfler inÅŸâî olduklarından, doÄŸrulanmaları ve yanlışlanmaları, ihbârî önermeler gibi, üzerlerinde konuÅŸmak ve yargıda bulunmakla deÄŸil, ancak ve ancak eylemekle olanaklıdır; baÅŸka bir deyiÅŸle inÅŸâî eylemlerin, dış-dünyada gerçekleÅŸmesi, eyleme iliÅŸkindir; itaat edilirlerse doÄŸrulanmış, isyân edilirlerse yanlışlanmış olurlar. Ä°bn Haldûn?un da iÅŸaret ettiÄŸi üzere, tüm dinî teklifler, muhâtabının kendilik-bilinci?nde, köklü bir tevhîd idrâkinin hâsıl olması içindir. Bu yargı ÅŸunu gösterir, tevhîd, aynı zamanda bir eylemdir; yalnızca bir söylem deÄŸil...
DoÄŸrulanma ve yanlışlanmalarını eylemde gerçekleÅŸtiren emir ve nehiyler, kendilik bilincinin oluÅŸmasında, sınır kavramını ortaya çıkarır. Sınır kavramı, Ä°slâm temeddününde, kendilik-bilincinin inÅŸâsında son derece önemli bir kavramdır; çünkü sınır, kendi-ni sınırlar; bu da bilincin içeriÄŸini belirler. Kendi-ni sınırlayan sınır, kendileÅŸir, katılaşır, iÅŸâret edilebilir kıvâma gelir; kendi-olmayandan ayrışır; iÅŸte bu ayrışma sonucunda hâsıl olan muÅŸârun ileyh[iÅŸâret edilen], bilincin içeriÄŸini oluÅŸturur. Sınır, bizâtihi idrâk eyleminin yarattığı bir vucûd-i tahassulîdir; çünkü her bilme eylemi, o bilme eylemine eÅŸlik eden idrâkın sınırı ile sınırlanır; bu da, Varlık?ta, müdrike sahibi her bir canlının idrâk eylemine baÄŸlı olarak ufkî bir sıra-düzeni yaratır. Ä°nsanda, idrâk eyleminin sınır noktası bir acziyettir; ancak ilginç olan, acziyetin, dolayısıyla sınırın idrâki de bir tür idrâk, yani sınır olduÄŸundan, insanın kendilik-bilincinin nihâi sınırı Tanrı kavramının bizâtihi kendidir.
Emir ve nehiy kavram çiftinin meydana çıkardığı sınır durumu, fıkıh edebiyatında kullanılan, haram ve helâl kavram çiftiyle temsil edilir. Haram, bizatihi sınır demektir; ve muÅŸârun ileyhten bir mahrûmiyeti ?ki h-r-m sözcüÄŸünden türemiÅŸtir- imler; öyleyse mahrûm olmak, nehy edilenin uzağına düÅŸmektir; yani sınırdan berî olmak... Helâl ise, mahrûmun tersi olarak, sınırdan içeri girmek(hulûl etmek) anlamına gelir. Bu çerçevede, haram ve helâl, kendilik-bilincinin içeriÄŸinde, hulûl edilebilen ile mahrûm kalınan, birbirinden farklı iki bağımsız deÄŸer alanı yaratır. Emir ve nehiy, dışarıdan, Tanrı?dan gelmekle birlikte, itaat ve isyân, insanın ihtiyârındadır. Bu noktada da, irâde ile ihtiyâr arasındaki ince ayrıma dikkat kesilmek gerekir: irâde, daha çok yapma isteÄŸi iken, ihtiyâr, yapmama, hatta yapmamayı seçebilmedir ki, özellikle nehye itaatın dayandığı temel eyleme biçimidir; baÅŸka bir deyiÅŸle, ?beÅŸer olarak yapmak istiyorum, ancak kendilik-bilincimdeki deÄŸer ayrımı nedeniyle yapmamayı tercih ediyorum, seçiyorum? demektir. Ä°htiyârî eylemlerdeki neden, irâdî olandaki gibi maddî olmadığından, bizâtihi kendilik bilincinin içeriÄŸinden kaynaklanan bir tercih olduÄŸundan, tercîh bi-lâ muraccah olarak adlandırılabilir.
Åžimdiye deÄŸin dile getirilen nazarî tahlilleri, müslüman ÅŸehrinde deneyimleyebiliriz; emir ve nehiy ile bu iki kavram çiftine baÄŸlı helâl ve haramın belirlediÄŸi alanların kesiÅŸtiÄŸi bir âhenktir müslüman ÅŸehri... Bu nedenle, bu ÅŸehirdeki kamuoyu da somutluÄŸunu ve sertliÄŸini, bu iki kavramın yarattığı sınırların cisimleÅŸmesinde bulur. Heremî/ufkî düÅŸünce tarzında, emir ve nehiy ile haram ve helâl, kamusal alandaki katılığını ve keskinliÄŸini, ufka, yukarıya doÄŸru kiÅŸinin ihtiyârına bırakacak bir özgürlük alanı açacak ÅŸekilde yükselir. Nihâî amacı, birey ve tür olarak insanı korumak olan din, kamusal alanda sınırları(helâl ve haram), itikâdî ilkelerin aksiyomatik özelliklerine ve hukukun biçimsel kurallarının keskinliÄŸine göre belirlerken, yukarıya doÄŸru kelâmın ve irfânın eÅŸliÄŸinde, insanın fikrine ve zikrine uygun vektörel hareketlerde bulunabileceÄŸi daha geniÅŸ uzaylar açar. Bu nedenle, tebliÄŸ; iyiyi, doÄŸruyu ve güzeli insanların idrâkine nezâket ile sunup edeb ile geri çekilmedir yani nihâi kararı, insanın ihtiyârına bırakma inceliÄŸidir.
Benzer biçimde, h-r-m kökünden gelen ?tersinden helâli de içeren- mahrem, harem ve mahremiyet kavramlarının, müslüman evini ve mimarisini nasıl belirlediÄŸini, nasıl sınırlar yarattığını dikkatli bir biçimde incelemek, ÅŸimdiye deÄŸin dediklerimizi daha iyi idrâk fırsatı verebilir. Her ÅŸeyden önce, emir ile nehiy, dolayısıyla helâl ile haram kavramlarının yarattığı sınır kavramı, müslüman evinin iç yapısını belirlemiÅŸ; ev içinde bu kavramlara karşılık gelecek deÄŸiÅŸik bölümlerin oluÅŸmasına neden olmuÅŸtur. Örnek olarak, oda, mahremiyet kavramının maddî bir ifâdesidir. Oda bizi sınırlar; dışarıdan, mahrem olandan (yani sınırlanandan) ayırır. Ä°lginçtir ki, XVIII. yüzyıla deÄŸin, Batı Avrupa?da, evlerde oda yoktur; büyük bir salonda yatılmakta ve yaÅŸanılmaktadır; salonda kullanılan eÅŸyaya Fransızca?da mobilya denilmesinin nedeni budur; mobilya, sabah-akÅŸam mobil hâlde yani hareketli hâlde olan ÅŸeyler... Odalarda ise temel eÅŸyalar sâbitti; bu nedenle mobilya da yoktu.
Åžimdiye deÄŸin dile getirilenlerin, emir ve nehiy kavramları ile helâl ve haram kavramlarının [burada, elbette, emr bi?l-marûf(helâl) ve nehy an el-munker(haram) ilkesi anımsanabilir] dolayısıyla teklîfin ve emânetin kendilik bilincinin teÅŸekkülündeki yerini yeterince tebârüz ettirdiÄŸi söylenebilir. Ancak, kendilik-bilincinin, Ä°slâm Hayat GörüÅŸü açısından, yalnızca yaÅŸama yönelik deÄŸil, ölüme dönük de bir yüzü mevcuttur. Çünkü, bizâtihi ihtiyâr, insanın mükellef olduÄŸu teklif ve mahmûl olduÄŸu emânet nedeniyle mesûliyetinden bahseder; bu nedenle insan, diÄŸer var-olanlardan farklı olarak, ihtiyârıyla, tercîh bi-lâ muraccah gücüne sahip olduÄŸundan, muhtâr yani müreccihtir; iÅŸte tam da bu haysiyetinden dolayı, sorumluluk, sorgulanabilirlik ve sorulabilirlikle, kısaca, hesap vermeyle muhâtabtır. Çünkü daha baÅŸta, Tanrı?nın emir ve nehyine muhâtab olduÄŸundan, sonda da hesabına muhâtap olacaktır; ihtiyârından sorulacaktır. Bu nedenle, Hayatın bir parçası ve yaÅŸamı tamamlayan ölüm ve ötesi ile dirilme ve hesap verme, sonucunda da ödüllendirilme ya da ceza verilme düÅŸünceleri, kendilik-bilincinin bütüncül yapısının inÅŸâsında önemli bir yer tutmuÅŸtur.
Buraya deÄŸin tasvir edilen, müslüman insanın kendilik bilincinin kurucu(mukavvim) öÄŸeleri, tarihte, muhâtab-mükellef-mesûl ferd tipini yaratmıştır, Bu tip, Ä°bn Arabî?nin, Hz. Ä°nsân?ın ÅŸahsında dile getirdiÄŸi, o-olmak diyebileceÄŸimiz, hüviyyet fikrinin zeminidir. Ä°nsanın o-olması, halîfe olarak seçildiÄŸi andan itibaren, O?ndan aldığı pâyedir. Ä°ÅŸte, yazının başında dile getirdiÄŸimiz, âmen-tu demenin ve bu eylemin hakkını vermenin asgarî koÅŸulu olan idrâk-i taayyün-i ÅŸahsî, bu tür bir o-olmaklıktır; kendilik-bilincine ermedir; bu da, kudemânın, kiÅŸinin kendini gerçekleÅŸtirmesi, somutlaması dedikleri tahkîk el-zât?tır.
Elbette, yazıda kullanılan sözcüklerin mefhûmları ile dile getirilen yargıların mısdâklarını, Ä°slâm tarih tecrübesinden bî-haber anlamak oldukça zordur. Öte yandan, denilenlerin mefhûm ve mısdâk düzeyinde idrâki için her ÅŸeyden önce söylemdeki din?i deÄŸil eylemdeki din?i dikkate almak gerekir. Kudemânın deyiÅŸiyle, f-i-k-i-r ile k-ü-f-ü-r, büyük kök uyumu gereÄŸi aynı kökten gelir; fikir, teemmülle gerçeÄŸin örtüsünü açmak; küfür, gerçeÄŸin üstünü örtmek demektir. Fikr edenler, gerçeÄŸi açığa çıkarır; küfr edenler saklarlar; çünkü aklında fikr olmayanın dilinde küfr olur; diliyle aklını örter... Halbuki, kulluk, yaratılanın, yaratıldığı hâl üzere olması demek ise, insan için akl etmek, kul olmaktır. Kul olmak ise ancak ve ancak kendini idrâk etme, kısaca, idrâk-i taayyün-i ÅŸahsî, yani, kendilik-bilinci ile baÅŸlar hareket-i manevî yani daim tefekkürle devam eder; bu nedenle urefâ, Hayat?a seyr-i ÅŸuûrî yani ayık/ÅŸuûrlu yolculuk adını vermiÅŸlerdir.
Henüz yorum yapılmamış.