Kara vebadan koronavirüse insanlık tarihinin salgınlarla imtihanı
Follow @dusuncemektebi2
Salgın hastalıklar tarihini amatör bir ruhla da olsa birçok kez ayrıntılarıyla mercek altına alma fırsatım oldu.
Hekim deÄŸilim ve herhangi bir tıp eÄŸitimi de almadım. Ne var ki kiÅŸisel (ve ailevî) sebeplerden dolayı tıp tarihine çocukluk yıllarımdan beridir ilgi duyarım.
Salgın hastalıklar tarihini amatör bir ruhla da olsa birçok kez ayrıntılarıyla mercek altına alma fırsatım oldu.
Bahsi geçen levhaya dair okumalarımı siyaset bilimci kimliÄŸimde harmanlamaya çalıştım ve insanlığın çeÅŸitli dönemlerde duçar olduÄŸu salgınların siyasî tarihimizi nasıl ÅŸekillendirdiÄŸini anlamaya gayret ettim.
Gerçekten de virütik-bakteryel salgınların ÅŸeceresi en az insanlık tarihi kadar eskidir hatta bazen insanlık tarihinden de öncelerine dayanmaktadır.
ÖrneÄŸin veba neredeyse 50 bin yıllık bir olgudur. Cüzzamın 100 bin yıllık, veremin ise bazı varsayımlara göre 3 milyon yıllık bir geçmiÅŸi mevcuttur.
Sıtma ile çiçek hastalığının 55 bin yıl öncesinde tespit edilebilen kalıntıları olduÄŸu bugün bilinen bir gerçek.
Dahası, her kış mevsiminde birçoÄŸumuzu yataÄŸa düÅŸüren ancak pek çok insanın önemsemediÄŸi gribin dahi 5 bin yıldır doÄŸrudan veya dolaylı ölümlerden sabıkalı olduÄŸu not edilmelidir.
Ancak tarihteki salgınlar yalnızca medikal sınırlar dahilinde sonuçlar meydana getirmedi. Bilakis, pek çok salgın sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî iÅŸlevler gördü ve halihazırda görmeye de devam ediyor.
Neolitik çaÄŸlardan bu yana kaydedilen irili-ufaklı salgınlar kimi devletlere savaÅŸlar kazandırırken, kimilerine de ağır bozgunların kapılarını aralamıştır.
Yine muhtelif romanlara (burada Giovanni Boccaccio’nun 14'ncü yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavuran Kara Veba esnasında kaleme aldığı Decameron adlı baÅŸyapıtı mutlaka tavsiye ederim), sanat eserlerine, keÅŸiflere, ekonomik paradigma dönüÅŸümlerine, kültürel tepetaklak oluÅŸlara, yeni toplumsal organizasyon ÅŸablonlarına ve topyekûn rejim deÄŸiÅŸikliklerine doÄŸrudan etki etmiÅŸtir.
Nasıl mı?
Evvela tarihten kısa ve çarpıcı örnekler üzerinden ilerleyelim.
Sonrasında 1300’lü yılların ortalarından itibaren dünyayı ama özellikle de Avrupa’yı kasıp kavuran Kara Veba’nın tetiklediÄŸi radikal deÄŸiÅŸikliklere hususen deÄŸinmek istiyorum.
Peloponez Savaşı, Roma’nın çöküÅŸü, Amerika’nın “keÅŸfi” ve Haiti’nin bağımsızlığı: Salgınlardan devÅŸirilen zafer ve yenilgilerin kısa tarihi
Ünlü Atinalı tarihçi Tukididis MÖ. 431 ile 404 yılları arasında Atina ile Sparta arasındaki “Peloponez Savaşı”nda yaÅŸanan muharebeleri tasvir ederken, savaşın henüz birinci yıldönümünde geliÅŸen bir nevî “veba”dan konu açar.
Ünlü tarihçi “kötülük” olarak adlandırdığı hastalığı ÅŸöyle tarif eder:
Kötülük aniden Atina’da belirdi. Yoluna çıkan her ÅŸeyi silip süpürdü.
Tukididis’e göre toplamda 5 bin savaÅŸçı hastalık sebebiyle telef olmuÅŸtur.
2001 yılında Ä°ngiltere’de epidemiyolojist Susan Scott ve Christopher J. Duncan’ın imzalarıyla yayınlanan araÅŸtırmaya göre ise 13 bin civarındaki Atina ordusunun yaklaşık üçte biri veba salgınından dolayı hayatını kaybetmiÅŸtir.
Atina’nın yenilgisini salt vebaya baÄŸlamak ÅŸüphesiz ki eksik bir tahlil olacaktır. Fakat her ÅŸeye raÄŸmen ciddi ve menfi bir ağırlığı olduÄŸunu yadsımamak gerekir.
Dahası, askerî plandaki bozgununun yanı sıra Atina bir de siyasî bedel ödemiÅŸtir.
Deneyimlenen yenilgi ve salgınla birlikte azalan nüfus, Atina yöneticilerini “vatandaÅŸlık” yasalarında radikal deÄŸiÅŸikliklere gitmeye zorlamıştır ki, bu Atina açısından aslında yıllar boyunca bilfiil tükürdüÄŸünü yalamakla eÅŸanlamlıdır.
SavaÅŸtan önce Atina vatandaÅŸlığı için koÅŸulan ÅŸartlardan en önemlisi ve belki de en sembol yüklü olanı Atina vatandaşı olabilmek için kiÅŸinin ebeveynlerin her ikisinin de Atina vatandaşı olmaları ÅŸartıydı.
Oysa savaÅŸtan sonra ama özellikle de salgının kırıcı niteliÄŸinin gerçekçi bir temelde ve bütünüyle anlaşılmasıyla birlikte vatandaÅŸlık politikası alabildiÄŸine esnetilmiÅŸ ve bu ÅŸart kaldırılmıştır.
Salgınların belini büktüÄŸü ve türlü siyasî bedeller (buna çöküÅŸ dâhildir) ödemeye maruz bıraktığı bir baÅŸka devlet de Roma Ä°mparatorluÄŸu’dur (bundan sonra “Roma”).
165 yılında Romalılar tam 15 yıl boyunca çiçek hastalığıyla mücadele etmek zorunda kaldılar.
Fransız tarihçi Patrice Bourdelais’ye göre söz konusu salgın daha sonraları Marcus Aurelius’un Germenlere karşı baÅŸlattığı savaşın seyrini de tayin etmiÅŸtir.
BilindiÄŸi üzere, Aurelius’un orduları savaÅŸtan muzaffer ayrılmıştır ancak ilk bakışta nispeten “zahmetsiz” görünen bir sefer, hastalık sebebiyle beklentilerin aksine epeyce meÅŸakkatli geçmiÅŸtir.
250 yılında bu defa bir kızamık salgını Roma’yı istila ediyor. Tıpkı çiçek hastalığı gibi, kızamık salgını da yaklaşık olarak 15-20 yıl boyunca kesintisiz olarak sürüyor.
Modern hesaplama tekniklerinden hareketle o günlerde Roma’da her gün binlerce kiÅŸinin öldüÄŸü paylaşılıyor. Yetmiyor, salgın iki imparatorun (Hostilianus ve Claudius) da canına mal oluyor.
ÇoÄŸunlukla taÅŸra bölgelerinde saptanan kızamık vakaları, insanların kitlesel bir tarzda ÅŸehirlere göç etmesine neden oluyor. BoÅŸalan taÅŸralar tarım üretimini sıfırlıyor ve böylelikle kıtlığa davetiye çıkarılıyor.
“Her kriz beraberinde fırsatlar da getirir” kliÅŸesi Roma örneÄŸinde fevkalade isabetlidir. Zira 250-270 yılları arasındaki cümbüÅŸten bir grup ziyadesiyle istifade etmiÅŸtir ki, o da Hristiyan misyonerlerdir.
Gerçekten de Pagan çoÄŸunluk olayları “anlamlandırmak” noktasında eksik kalmış, hasta bakımı noktasında adeta felce uÄŸramıştır.
Öte yandan Hristiyanlar gerek salgına “aÅŸkın” bir mana kazandırmak babında, gerekse de hastalığa yakalananların bakımıyla ilintili faaliyetlerde öncü bir rol üstlenmiÅŸlerdir.
Hristiyanî akaitte geniÅŸ bir yer tutan Caritas (iyilikseverlik) kavramının ilk yaygın ve somut çınlamaları da, ne tesadüftür ki, iÅŸte bu zaman aralığına tekabül eder.
Hâl böyle olunca, salgın esnasında ve dahi sonrasında Hristiyanlığı seçenlerde istatistiksel bir artış olmuÅŸtur.
Unutulmamalıdır ki, Roma Ä°mparatorluÄŸu o dönemlerde eÅŸzamanlı olarak Hun Ä°mparatorluÄŸu’nun, Ostrogotların ve Vizigotların da yayılmacı politikalarına karşı bir set teÅŸkil etmek amacındaydı.
Bu politika istikametinde artık kuruluÅŸundan beri alışageldiÄŸi gibi “taarruz” mantığıyla deÄŸil, “direniÅŸ” refleksleriyle manevra yapmaktaydı ve bu baÄŸlamda her zamankinden daha kalabalık bir insan gücüne ve daha saÄŸlam deÄŸerlere ihtiyaç duyuyordu.
Oysa bir taraftan yayılan korku ve eriyen nüfus, diÄŸer taraftan ise kadim Roma düzeninin mihenk taşı addedilebilecek paganizmin kademeli güç kaybı idrâk edilen çöküÅŸü daha da berraklaÅŸtırmış ve nihayetinde Roma’yı tarihe karıştırmıştır.
“Jüstinyen Vebası”, diÄŸer muhtelif salgınlar ve “Kara Veba” derken (ki bu baÅŸlığı ileride ayrıca irdeleyeceÄŸiz) 15'nci yüzyılda Amerika’nın “keÅŸfi” sırasında iÅŸgalcilerin Avrupa’dan kendileriyle birlikte getirdikleri mikroplar yığını yerli halkların kırılmasında sergilenen vahÅŸi ÅŸiddete eÅŸlik etmiÅŸ ve korkunç sonuçlara vesile olmuÅŸtur.
Gerçekten de 15'nci yüzyıl itibariyle Avrupalıların bünyesi çeÅŸitli mikroplara alışmıştır. Ancak söz konusu organizmalar yerlilerin bünyesi için bambaÅŸka bir ölçektedir.
Kristof Kolombus 1492 yılında Amerika kıtasındaki Hispaniola adasına ayak bastığında beraberindeki “kâÅŸifler” adanın Portekiz yüzölçümü kadar büyük olduÄŸunu ancak nüfusun Portekiz’in iki katı kadar kalabalık olduÄŸunu yazıyorlar.
Son tahlilde “kâÅŸifler” olaÄŸanüstü gaddarlıklarının yanı sıra adaya kızamığı, gribi ve çiçek hastalığını da getiriyorlar.
Kabul gören genel tahminlere göre 1508 yılında 60 bin nüfuslu olan adada 35 yıl sonra yalnızca 2 bin kiÅŸi kalıyor.
1518 yılında baÅŸlayan geniÅŸ çaplı çiçek hastalığı ise sırasıyla Karayipler’deki bütün beldeleri deyim yerindeyse adeta rendeliyor.
Öte yandan yerlilerin de “kâÅŸiflere” bir “hediyesi” olmuÅŸtur. Toplu tecavüzlerin bir bedeli vardır. Bu anlamda özellikle 1920’li ve 1930’lu yıllarda Avrupa’yı kemirecek olan frengi hastalığını Avrupa’ya ilk elden taşıyanlar Kolombus’un yol arkadaÅŸlarıdır.
Öyle ki, daha 1503 yılında Joseph Grunpeck adındaki bir Alman hekim gözlerini, ellerini, burnunu ve ayaklarını yitiren hastaların hâlini resmederken ÅŸöyle diyor:
Frengi öylesine yabanî, öylesine kahredici, öylesine bulaşıcı bir hastalıktır ki, daha önce yeryüzünde bir benzerine rastlanılmamıştır.
Aynı frengi hastalığı 19'ncu yüzyılda meÅŸhur Fransız ÅŸair Charles Baudelaire’e “KötülüÄŸün Çiçekleri” adlı muazzam ÅŸiir eserini yazdıracak ve 1867 yılında ise onun canını alacaktı.
1802 yılındaki San Domingo Ä°syanı veya “Kara Spartalılar” / Görsel: Warfare History Network
Ne var ki salgınlar – Roma’daki Hristiyanî gruplar örneÄŸinde olduÄŸu gibi – herkes için her zaman gerileme, yılma yahut yıkılma anlamı taşımıyor.
Karayipler’deki Haiti adası da bu baÄŸlamda fevkalade özgün bir örnek teÅŸkil ediyor.
Günümüz Haiti’sinde 18'nci yüzyılda baÅŸlayan sarı humma salgını pek çok insanı yerinden yurdundan ediyor ve öldürüyor.
Ancak Haiti’nin yerlileri zamanla hastalığa karşı bağışıklık kazanıyorlar ve süreci iyi-kötü atlatabiliyorlar.
1794 yılında adaya çıkartma yapan Ä°ngiliz askerleri açısından ise sarı humma yepyeni bir kapalı kutudur.
Takvimler 1795 yılını iÅŸaret ettiÄŸinde Ä°ngilizler sayıları onlar ve yüzlerle ifade edilebilecek bir tarzca birer birer hastalığın pençesine düÅŸüyorlar.
Salgının ve aynı yılda patlak veren köle isyanının da rüzgârlarıyla Ä°ngilizler geri çekilmek zorunda kalıyorlar.
Bitmiyor. 1802 yılında bu defa Napolyon 35 bin askerden müteÅŸekkil bir orduyu Haiti’ye gönderiyor. Oysa aynı dönemde adanın üstünü örten sarı humma salgını hâlâ diridir.
1804 yılına gelindiÄŸinde Napolyon’un görkemli ordusunun üçte ikisi imha olmuÅŸ, toprağın altına girmiÅŸtir. Aynı yıl Napolyon adada kalan askerlerinin tamamını geri çekme kararı alıyor.
Hülasa; Ä°ngilizlerin ve Fransızların tabiat ana karşısındaki aczi ve cereyan eden isyanların da verdiÄŸi ilhamla birlikte Haitililer Karayipler’de bağımsızlığını elde ve ilan eden ilk ulus olmuÅŸtur.
Kara Veba: Tarihi baştan yazan salgın
Kara Veba belki de 1918 yılında Ä°spanyol Gribi’yle birlikte insanlık tarihinin en ölümcül salgınıdır.
Ne var ki veba, diÄŸer salgınların aksine, siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel izdüÅŸümleri baÄŸlamında diÄŸer salgınlara oranla çok daha “devrimci” bir dizi vasıfla donanmıştır.
Bu anlamda örneÄŸin bir cüzzam hastalığı gibi insanların merhamet duygularını kışkırtmamıştır. Gerçekten de cüzzama bakış çok farklıydı. Ä°nsanlar, özellikle Avrupa’da, cüzzama bir yandan “günahkârlığın karşılığı” ÅŸeklinde yaklaşırlarken, diÄŸer yandan ise Hz. Ä°sa’nın (as) çilesine ayna tuttuÄŸu gerekçesiyle daha insancıl ve dahi “ulvî” bir nazarla yönelmiÅŸlerdir.
Keza verem hastalığına nispetle de benzer bir ayrımdan bahis açılabilir. Sanayi devrimiyle birlikte ivme kazanan verem salgını çoÄŸunlukla “kaçılan” bir olguyu mühürlemiÅŸse de edebî yankıları dikkate deÄŸerdir.
ÖrneÄŸin George Sand verem için “benim kıymetli kadavram” nitelemesini uygun görmüÅŸtür.
Fransız edebiyatçı George Sand​​​​​​​ / Görsel: Wikipedia
Pek çok romantik edebiyatçı veremin insan bedeni üzerinde yarattığı acıklı izleri bir esin kaynağı telakki etmiÅŸtir.
Öyle ki, veremlilerin yavaÅŸ hareketleri, ateÅŸli hâlleri, solgunluÄŸu ve genel zayıflığı dönemin eserlerindeki romantik kahramanların fiziÄŸinin ve dahi hâlet-i ruhiyesinin betimlemesinde bir “pınar” fonksiyonu mahiyetinde olmuÅŸtur.
1330’lu yıllarda – bugünkü “Kovid-19” misâli – yine Çin’de baÅŸlayan ve 1346-1347 aralığında Avrupa kıyılarına ulaÅŸan veba örneÄŸinde ise durum çok farklıdır.
Kara Veba’nın diÄŸer salgınlarla mukayese edildiÄŸinde birinci ayırıcı hususiyeti müthiÅŸ ölüm oranında gizlidir.
1347-1351 yılları arasında veba Avrupa’da 24 milyon insanı öldürmüÅŸtür ki, bu, dönemin Avrupa nüfusu dikkate alındığında genel toplamın tamı tamına yarısını simgelemektedir.
Dünyada ise bu sayının 150 milyon civarında gezdiÄŸi paylaşılıyor. Dolayısıyla söz konusu salgından yalnızca Avrupa deÄŸil, OrtadoÄŸu, Kuzey Afrika ve Asya devletleri de payını almıştır.
Bir “büyük eÅŸitleyici” olarak Kara Veba, önüne çıkan bütün engelleri aÅŸmıştır. Zengin-fakir, genç-yaÅŸlı, inanan-inanmayan ve kadın-erkek hiçbir ayrım gözetmemiÅŸtir.
Dahası, o çaÄŸda insanlar kurtulup kurtulamayacaklarını deÄŸil, daha ziyade ne zaman öleceklerini sorgulamaktadırlar.
Ä°rlandalı bir tarihçi ve kronikçi olan John Clyn’in, zamanın ruhunu özetlerken kiÅŸisel defterine düÅŸtüÄŸü ÅŸu dramatik satırlar fevkalade aydınlatıcıdır:
Ölüler ortasında ölümü beklerken yazıyorum.
Hâkim demografiyi alt-üst eden söz konusu salgın, sosyolojiyi ve kültürel referans noktalarını da içeriden çökertmiÅŸtir. Bilhassa Avrupa tarihi bu açıdan son derece kritik veriler sunuyor.
Kara Veba’nın ilk etkisi toplumun “çekirdeÄŸi” kabul edilen aile kurumunu tahrip etmesi olmuÅŸtur.
Salgın, aileleri dağıtmış ve parçalamıştır. Çocuklar ebeveynlerine, ebeveynler çocuklarına karşı tavır aldılar, hatta düÅŸmanlaÅŸtılar.
Bazıları evlerini ve dolayısıyla da ailelerini terk etmek suretiyle yaÅŸadıkları ÅŸehirden iltica ettiler ve bambaÅŸka ÅŸehirlere, köylere ve kasabalara doÄŸru yolculuÄŸa çıktılar.
HoÅŸ, çoÄŸu bu vesileyle ölümden kaçarken ölüme doÄŸru koÅŸtular ancak ÅŸüphesiz ki bunu bilmelerine imkan-ihtimal yoktu.
Aynı dönemde hane içi ÅŸiddet vakalarında ve dahi cinayetlerde de ciddi bir tırmanış saptanıyor. Bu ÅŸaşırtıcı deÄŸildir zira salgının boyutları yerel ve “ulusal” yönetimler tarafından idrak edildikten sonra önleyici bir tedbir olarak hasta kiÅŸiler “ev hapsine” alınmaya baÅŸladılar.
Oysa hasta kiÅŸi bu vesileyle hane içindeki diÄŸer bireyleri de enfekte ediyordu ve bu toplu ölüm riskini büyütüyordu. Hâl böyle olunca, hastalıktan kaçış yolu olarak cinayetler de sayıca arttı.
Bazı aileler kendiliÄŸinden bir ÅŸekilde kendilerini evlerine hapsediyorlardı. Kapıyı kendi üzerlerine kapatmadan evvel ise dış kapının üzerine kırmızı renkli boyayla bir haç iÅŸareti koyuyor, altına da “Tanrı bize merhamet etsin” diye yazarak kendilerini ölümün soÄŸuk kollarına bırakıyorlardı.
Aile kurumu içten topyekûn iflas ederken, aileler de bir bir buharlaÅŸmaya baÅŸlamıştı ki, bu durum Avrupa’daki yerleÅŸik ekonomik hayatın da savrulmasına ve kendi içinde dönüÅŸmesine neden oldu.
Floransa’da veba / Görsel: DeAgostin
Yukarıda da vurguladığım üzere, vebadan saklanmanın bir yöntemi bulunmuyordu. Dolayısıyla salgın aileleri yok ederken herhangi bir kategorizasyona meyletmedi.
Soylulara ve soyluluÄŸa bir ağıt yakarmışçasına, Kara Veba Avrupa’daki büyük aileleri ve bu vesileyle ekonominin dizginlerini ellerinde tutanları da, tıpkı fukara halka reva gördüÄŸü davranış gibi, ezip geçti.
Veba, Avrupa’nın üretim gücünü toza dumana karıştırdı. Talep yükselirken, yokluk sebebiyle fiyatlar artıyor ve nihayetinde ortaya baÅŸa çıkılamaz bir tablo oluÅŸuyordu.
Dahası, sermaye/mülk dağılımı hayatta kalanların lehine olacak ÅŸekilde yeniden ÅŸekilleniyordu.
Aslına bakarsanız veba sırasında ve dahi sonrasında vücuda gelen burjuvazinin oluÅŸum tarihi çok açıkça bir “gasp” tarihidir.
Nasıl mı? Açıklayalım.
Orta ÇaÄŸ’da soyluları, derebeyleri ve büyük tüccar aileleri kapsayan klasik ekonomik seçkinler sınıfına mensup olan fertlerin büyük bir bölümü hayatta kalmakta muvaffak olamadılar.
Bu sınıf mensuplarıyla kan bağı bulunan ve bir şekilde hayatta kalmayı başaranlar ise miras haklarından istifade edemediler.
Mirasları uçup gitti. Nedeni ise basittir. O devirde noterlik vazifesini ifa edenler yalnızca din adamlarıydı.
Oysa aynı salgına muhatap olan din adamları da ölümle burun buruna gelmiÅŸler, sonunda yitip gitmiÅŸlerdi. Hâl böyle olunca miras devrini yapacak/yapabilecek insan kaynağı da kurumuÅŸtu.
DoÄŸan bu otorite boÅŸluÄŸu ışığında ise miras koÅŸulları çoÄŸu zaman bilerek yahut bilmeyerek görmezden gelinmiÅŸ, dikkate alınmamıştır.
BoÅŸluk aynı zamanda fırsatçılar için paha biçilemez bir avantaja dönüÅŸmüÅŸtür. Bazı aileler ama esasen de tarikatlar mevzubahis vakumdan istifade ederek tabiri caizse muhtelif mal ve mülklerin “üzerine konmuÅŸtur”.
BaÅŸka bir deyiÅŸle, servet el deÄŸiÅŸtirmiÅŸtir. Öyle ki, Floransa’da daha sonraları Rönesans dönemine damgasını vuracak olan meÅŸhur Medici ailesi iÅŸte böylesi bir ortamda güçlenmiÅŸ ve egemenliÄŸini ilmek ilmek örerek inÅŸa edebilmiÅŸtir.
Metanın önemsizliÄŸi ve deÄŸersizliÄŸi iÅŸte bu kadar sarihtir.
Orta ÇaÄŸ’da yüzyıllara dayanan bir birikim ve bu birikimi idare eden aileler göz açıp kapayana dek yeryüzüne veda ettiler.
Ardından yeni bir aristokrasi ve yeni bir burjuvazi meÅŸaleyi çok ÅŸüpheli bir biçimde devraldı.
Gelin görün ki onlar da neticede ceplerinde bir kuruÅŸ dahi kalmadan bu dünyadan göç ettiler ve bugün esamileri okunmuyor.
Stanley Kubrick’in yönettiÄŸi “Barry Lyndon” filminin epilog bölümünde ifade edildiÄŸi gibi:
Ä°yi ya da kötü, alımlı ya da çirkin, zengin ya da fakir, ÅŸimdi hepsi eÅŸitler.
Konstantinopolis’te veba / Görsel: Walters Art Museum
Muktedirlerin tahtlarını hırpalayan Kara Veba’nın Avrupa ekonomik elitini tasfiye edip dinî kurumlara dokunmaması elbette beklenemezdi.
O yıllara deÄŸin Avrupa’da neredeyse totaliter bir güce eriÅŸmiÅŸ olan Katolik Kilisesi, salgının yayılmasıyla birlikte büyük bir istikrarsızlığa düÅŸüyor.
Normal ÅŸartlar altında böylesi bir felaketin önünde inancın daha da katılaÅŸması beklenirken tam tersi oluyor. Åžüphesiz ki bu tenakuzun da haklı sebepleri var.
Birincisi, Kilise inananlara bir umut ışığı vaat edemiyor. Vaat etse bile, her köÅŸe başında hazır bekleyen ölüm gerçeÄŸi bu vaatleri boÅŸa çıkarıyor.
Ä°nananlar Kilise’ye ve din adamlarına nispetle bir güven bunalımına giriyorlar. Bu bunalım, bir ara öylesine ÅŸiddetleniyor ki Papa VI. Clemens bazıları tarafından Deccal olarak tanımlanıyor.
Ä°kincisi, din adamları hastaların baÅŸuçlarına çaÄŸrıldıklarından salgına kolayca kurban gidebiliyorlardı.
Bu anlamda belirtilmelidir ki, Kara Veba sırasında din adamları hekimlerin ardından hastalığa en çok yakalanan ikinci meslek grubuydu.
Din adamları sayıca azalınca iki senaryo hızla ete kemiÄŸe büründü: Ä°lk olarak Latince günlük hayattan (dolayısıyla da din dairesinden) çekildi.
Ä°kinci olarak ise Kilise yeni din adamlarını hiçbir teolojik eÄŸitim vermeksizin alelacele göreve getirdi.
Cahil din adamları ne hastaların ne de hasta yakınlarının dertlerine bir nebze de olsa derman olacak doÄŸru sözleri, doÄŸru metotlarla iletemediler.
Hâl böyle olunca, insanlar inançtan daha çok ve daha süratli bir biçimde uzaklaÅŸtılar.
Tam bu noktada baÅŸta Flagellant’lar (“kırbaçlayan”/“kırbaçlayanlar” demek) olmak üzere pek çok alternatif inanç grubunun zuhur ettiÄŸini görüyoruz.
Flagellant’lar Katolik Kilisesi’ne karşı bulundukları ÅŸehirlerde küçük ayaklanmalar baÅŸlatıyorlar ve kendi ritüellerini pratiÄŸe dökmeye baÅŸlıyorlar.
Caddelerde ve sokaklarda kendisini kırbaçlayan insanlar bir ayin yönetirmiÅŸçesine yürüyüÅŸler düzenliyorlar.
Oto-kırbaçlama eyleminin iÅŸlenen günahlara kefaret sayılacağına inanan Flagellant’lar cüsseli bir dinî akım olarak sahneye çıkmış, çok uzun yıllar bu sahada varlık belirtmiÅŸlerdir.
Dahası, Flagellant hareketinin ileride Martin Luther öncülüÄŸünde örgütlenecek olan “reform” atılımının da iÅŸaret fiÅŸeÄŸini attığı çeÅŸitli araÅŸtırmacıların tezlerinde sabittir.
Dolayısıyla Protestanlığın aslında veba kabusunun bir nevî “çocuÄŸu” olduÄŸu bile söylenebilir.
Üçüncü ve son olarak ise, insanlar Kara Veba’yla birlikte muazzam bir haz düÅŸkünlüÄŸüne raÄŸbet etmeye baÅŸladılar.
Ölümün her an gelebileceÄŸi varsayımından hareketle insanların bir kısmı kendilerini içkiye, kumara ve serbest sekse verdiler.
YaÅŸam ihtimali düÅŸtükçe dünyevî zevkler coÅŸtu. Ahlâkî deÄŸerlerde erozyon ve yozlaÅŸma vuku buldu. Korkuya kapılanlarda intiharlar, ÅŸarlatanlara, sapkınlara ve hatiplere ilgi arttı.
Flagellant’lar / Görsel: Wikimedia Commons​​​​​​​
Son kertede Kara Veba ırkçı ve cinsiyet-kırımcı davranışları da körüklemiÅŸtir.
ÖrneÄŸin salgında Yahudilere karşı yürütülen saldırılar sıklaÅŸmış ve antisemitizm çok yakıcı bir biçimde su yüzüne çıkmıştır.
Çaresiz bir uçuruma doÄŸru sürüklenen kitleler salgının duyurulmasının üzerinden çok fazla zaman geçmeden bir günah keçisi arayışına girdiler.
Yahudiler o yıllarda eczacılığa, fırıncılığa ve tıbba hükmediyorlardı. Hâl böyle olunca, umumî kuyuları zehirledikleri ve bu vesileyle rant devÅŸirmek istedikleri kulaktan kulaÄŸa dolaşır olmuÅŸtu.
Yahudilerin büyücülük yaptıkları, özel zehirler üzerinde çalıştıkları ve dahi Hristiyan ahaliye kendilerine mahkûm etmeyi hedefledikleri her yerde konuÅŸuluyordu.
Derken bütün Avrupa sathında Yahudilere karşı pogromlar, ayaklanmalar baÅŸladı. Yahudiler cayır cayır yakılıyorlar, infaz ediliyorlardı.
Öyle ki, bazı Yahudiler öfkeli bir linçe uÄŸramamak adına intiharı göze alabiliyorlardı.
“Kara Veba” esnasında ateÅŸe verilen Yahudiler / Görsel: Wikimedia Commons​​​​​​​​​​​​​​
Yahudilerle birlikte kadınlar üzerinden de bir dizi manipülasyon gerçekleÅŸmiÅŸtir.
Gerçekten de 15'nci yüzyılda zirve noktasına tırmanan “cadı avlarının” fideliklerini Kara Veba’nın oluÅŸturduÄŸunu söylersek yanılmış olmayız.
Salgınla birlikte özellikle köylerde cadılık dedikoduları aniden filizlenmiÅŸ ve bu dedikodular hem kadınların ÅŸeytanlaÅŸtırılarak mahvedilmelerine hem de toplu tecavüzlere uÄŸramalarına zemin hazırlamıştır.
“Kovid-19”: Ne beklemeliyiz?
1300’lü yıllardaki “Kara Veba” salgını milyonlarca insanı öldürmenin ötesinde onlarca toplumu atomize etmiÅŸ, topyekûn bir iktisadî düzeni bütün kalıntılarıyla birlikte radikal bir deÄŸiÅŸime tabi tutmuÅŸ ve büyük bir kültürel geçiÅŸ döneminin “kuluçka evresi” iÅŸlevini görmüÅŸtür.
Kara Veba örneÄŸi zannımca önemlidir zira bugün itibariyle Kovid-19 virüsü yürekleri hoplatan bir yayılma hızı ve ölüm oranıyla hayat buluyor, hayat alıyor.
Elbette durum henüz 1300’lü yıllardaki seviyelerde deÄŸildir. Umar ve dua ederiz ki asla olmasın.
Ne var ki Dünya SaÄŸlık Örgütü yetkililerinin de altını çizdikleri gibi, “küresel bir salgın” ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor.
Åžayet bir aşısı bulunmaz ve devletler gerekli tedbirler ivedilikle uygulamaya koymazsa, virüsün canımızı çokça acıtabileceÄŸi gerçeÄŸiyle de yüzleÅŸmek zorundayız.
Aslında ÅŸimdilik her ÅŸey Çin’in virüsü sınırlandırma kapasitesine baÄŸlıdır. Åžayet sınırlandırabilirse, ne âlâ.
Ancak eÄŸer bunu baÅŸaramazsa Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler BirliÄŸi’nde (SSCB) Mihail Gorbaçov’un Çernobil’de yaÅŸadığını evvelâ Çin’de Åži Cinping misliyle deneyimler.
Uluslararası ticaret ağır bir yara alır ve dünya ekonomisi onarılması çok güç bir gerileme safhasına girer.
Siyasî dengeler altüst olur ve çok keskin kültürel büzülmelere, bambaÅŸka ideolojilerin doÄŸuÅŸuna tanıklık edebiliriz.
Mevcut devletler yıkılabilir, yenileri sahneye çıkabilir. Dünyadaki servet dağılımı el deÄŸiÅŸtirebilir ve güncellenmiÅŸ sosyal teÅŸkilâtlanma ÅŸemaları pekiÅŸebilir.
Salgınlar tarihi yukarıda arz ettiÄŸim üzere bu planda bize fevkalâde zengin ipuçları sunuyor.
Ancak en önemlisi, böylesi bir senaryoda 1300’lü yılların Kara Veba salgını ve dahi 1918 yılının Ä°spanyol Gribi yaÅŸayacaklarımıza kıyasla ancak devede kulak kalır.
Bu deÄŸiÅŸimlerin eninde sonunda bir ÅŸekilde gerçekleÅŸeceÄŸini söylemek aceleci çıkarımlar yapmakla eÅŸanlamlı olmayacaktır. Zira en baÅŸta da deÄŸindiÄŸimiz üzere, salgınlar insanlık tarihi kadar eskidir.
Dolayısıyla bunu bugün Kovid-19 yapmasa bile, yarın bambaÅŸka bir salgın yapacaktır.
Müellif: Sinan Baykent / Kaynak: The Independent Türkçe
Henüz yorum yapılmamış.