İhsan Fazlıoğlu: Anlamak (fehm etmek) mefhumu idraktir
Follow @dusuncemektebi2
Bilgi bir şeyin bilgisidir; yorum bir şeyin yorumudur; lafız da bir şeyin lafzı olmalıdır; işte o şeyin kendi o lafzın mefhumudur, kavramıdır. Bir şeyi anlamak (fehm etmek) o şeyin anlamını idraktir (mefhûm); kavramak da bir şeyi kavramaktır (kavram).
Åžimdiye deÄŸin pek çok yazımızda “Sadık bir tabiat tasavvuru ve sahih bir hayat görüÅŸü için en asgarî ÅŸart dakik bir dildir.” yargısını kullandık ve çaÄŸdaÅŸ düÅŸünce dünyamızda dil çerçevesinde bazı kritik noktalara iÅŸaret ettik: i. Günlük dille düÅŸünülmesi, dolayısıyla kavramsal içerik dikkate alınmadan sözcüklerle yetinilmesi; ii. pek çok kavramın geçmiÅŸ gerçeklik küresinden ayıklama ve soyutlama yoluyla elde edilmiÅŸ olmakla birlikte çaÄŸdaÅŸ durumu ifade için geliÅŸigüzel kullanılması; tersi bir biçimde, iii. çaÄŸdaÅŸ gerçeklik küresindeki olgu ve olaylara iliÅŸkin üretilmiÅŸ pek çok kavramın geçmiÅŸ gerçeklik küresini idrak için istihdam edilmesi... Burada serimlenen kritik noktalara hiç ÅŸüphesiz baÅŸkaları da eklenebilir; ancak bu yazıda, yine çaÄŸdaÅŸ düÅŸünce dünyamızda gözlemlediÄŸimiz önemli bir dilsel kullanıma dikkat kesileceÄŸiz ve bu kullanımın düÅŸünce uzayımızda ne tür sorunlara neden olduÄŸu üzerinde duracağız.
Bu sorunu ÅŸöyle çerçeveleyebiliriz: Klasik Türkçeye ait nazarî dilin kavramlarını mevcut düÅŸünce sorunlarını idrak etmek yani yakalamak, kavramak, tutmak, dolayısıyla düÅŸünmek için deÄŸil, tersine dağıtmak, belirsizleÅŸtirmek, müphemleÅŸtirmek, dolayısıyla rahatlamak için kullanmak... Dilin bu tür kullanımı bütünü itibarıyla bir tür mistifikasyon üretir; sözcüklerin delalet ettiÄŸi olgu ve olaylar belirgin olmadığından içerikleri nazar edilemez, çünkü mistifikasyonun yarattığı sisli ve puslu hava tanımlanabilir bir manzara oluÅŸturmaz. Nasıl ki, karanlık bir sokağın derinliÄŸine bakan bir kiÅŸinin sokağın ucunda belli belirsiz bir gölgeyi hissetmesi, sezmesi sonucunda hasıl olan izlenim, tanımlanabilir bir açık-seçiklik göstermediÄŸi sürece insan tarafından adlandırılamazsa dilin mistik kullanımı da sözcüklerin ma-sadaklarını, mısdaklarını tebarüz ettiremeyeceÄŸinden, üzerine konuÅŸulan olgu ve olayların hiçbir zaman kavramsal bir idrakini veremez. Burada, pek çok yazımızda ele aldığımız, logos, terminus, had gibi kadim kavramların sınırla olan iliÅŸkisi ile kavramanın, düÅŸünmenin ve bilmenin ancak ve ancak sınırlamak, belirlemek, çitlemek, kısaca tanımlamak ile mümkün olduÄŸu ya da ıstılah sözcüÄŸünün sulh yani barış sözcüÄŸünden türetilmesinin tefekkürde lafzın deÄŸil manânın öncelenmesini zorunlu kıldığı gibi konular üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmayacak; ancak ÅŸu noktayı vurgulamakla yetineceÄŸiz: Ä°sim, sınır demektir ve ad vermek, adlandırmak ancak ve ancak belirli bir istikameti olan bir zihnin becerebileceÄŸi bir iÅŸtir. Bu nedenle, “Ad koyan yasayı da -yani sınırı da- koyar.” denmiÅŸtir. Basit bir örnek: Ä°slam’a karşı uygulanan kültürel terörün bir üretimi ve politik bir terim olarak Islamophobia sözcüÄŸünü hâla Ä°slam korkusu diye tercüme ediyor; bu sözcüÄŸün mefhumunun, ayrıntılarda ne tür ince oyunlar sergilense sergilensin, Ä°slam düÅŸmanlığı olduÄŸunu, iÅŸaret edilen ad koymadaki zihnî beceriksizlik ve ürkeklik nedeniyle dile getiremiyoruz.
BaÅŸta Nurullah Ataç olmak üzere Türkçenin Arapça ve Farsça sözcüklerden temizlenmesi gerektiÄŸi iddiasını savunanların üzerinde durdukları bir nokta, yukarıda iÅŸaret ettiÄŸimiz sorunla iliÅŸkilendirilebilir: Nasıl ki, klasik Türkçede kullanılan Arapça ve Farsça sözcüklerin mefhumî içeriklerini idrak etmek bizatihi bu iki dilin öÄŸrenilmesini zorunlu kıldıysa çaÄŸdaÅŸ Türkçede, özellikle bilim ve düÅŸünce alanlarında kullanılan Yunanca ve Latince sözcüklerin yine kavramsal içeriÄŸini anlamak da bu iki dilin öÄŸretilmesini gerektirir. Bu iddia ilk elde deÄŸerlere dayalı nefsî bir refleksle eleÅŸtirilebilir; ancak kanımca iddianın içerdiÄŸi yargı, özellikle günümüzdeki mevcut durumun ÅŸehadetiyle, doÄŸrudur. Çünkü, bahusus manevî bilimlerdeki yabancı kelimelerin sözcük ve terim anlamlarının karşılık geldiÄŸi nesnel-durum bilinmiyorsa yukarıda iÅŸaret edilen dilin mistik kullanımı ortaya çıkar; içeriksiz lafzî bir düÅŸünce ortalığı kaplar; retorik çoÄŸalır. Günlük dilde güzel ama boÅŸ konuÅŸan bir kiÅŸinin söyleminin lafazanlık ya da laf salatası gibi alçaltıcı (pejoratif) bir sözcükle nitelenmesi, lafzî düÅŸüncenin ortalama tahsilli bir insan nezdindeki itibarını göstermesi bakımından da dikkate ÅŸayandır. Hemen iÅŸaret edilmelidir ki, bir toplum ve kültürün kanonik kurallığına dayalı ve eÄŸitim-öÄŸretim yoluyla aktarılan ortak-aklı ve ortak-vicdanı ifadesini ortak-dilin söz konusu mefhûmî içeriÄŸinde bulur; bu nedenle Nurullah Ataç ve hempalarının kavramsallığın idraki vurgusu son derece hayatî bir durumdur.
Åžimdiye deÄŸin nazarî çerçevesi verilen gözlemimizin çaÄŸdaÅŸ düÅŸünce dünyamızdaki temsili yüksek örneklerine bakılabilir. Elbette bu konuda pek çok örnek vermek mümkündür: Ä°lim ile bilim, hakîkat ile gerçek, hikmet ile felsefe, ışk ile bilgi, irfân ile burhân... AÅŸağıda bu sözcük çiftlerinden özellikle hakîkat ile gerçek üzerinde belirli oranlarda duracağız; ancak sorunu baÅŸka bir açıdan, günlük seviyede ihsas için, bizim de bizzat tecrübe ettiÄŸimiz çok daha basit bir misalle baÅŸlayabiliriz: Football kelimesinin sözlük anlamı Türkiye’deki pek çok kullanıcısı tarafından dahi bilinmez; daha çok bir bütün olarak zihinde tasavvur edilen bir resme karşılık gelir. Kelimeyi ayak-topu olarak çevirdiÄŸinizde pek çok kiÅŸi için ciddi bir karşılık bile bulmaz. Ancak, aynı kelimeyi Arapça kuretu’l-kadem olarak karşıladığınızda, Arapçayı öÄŸrenen bir Türk için herhangi bir sorun yaratmaz. Bizatihi tecrübe ettiÄŸimiz bu durumun nedenleri üzerinde ciddi bir biçimde düÅŸünmek zorundayız; çünkü radyo, telefon ya da televizyon için teklif edilen Türkçe karşılıkları -amiyane deyiÅŸle- tiye alan gençler, aynı nesneler için çaÄŸdaÅŸ Arapçada teklif edilen ve hemen hemen Türkçesine eÅŸ deÄŸer anlama sahip kelimeleri kullanmakta bir beis görmezler. Bu örneklerde görüldüÄŸü üzere sözlük anlamı bilinmeyen Ä°ngilizce bir kelimenin Türkçe çevirisini garipseyen bir zihnin, aynı kelimenin Türkçesiyle eÅŸ deÄŸer Arapça çevirisini (kuretu’l-kadem: ayak-topu) hiçbir tepki vermeden kullanmasını, ana-dilde soyutlama/kavramsallaÅŸtırma yetisinin zayıflığı, dolayısıyla ad verme ürkekliÄŸi, hatta korkaklığı olarak görüyorum. Yukarıda da iÅŸaret edildiÄŸi üzere, öz-güveni zayıf kültürler, adlandıramazlar; adlandırılırlar. Adlandırma bir tür algoritmadır; bu nedenle adlandırma yetenekleri güçlü kültürlerin, zayıf kültürleri kuÅŸatacak ve belirleyecek daha karmaşık adsal örgüler kurabildikleri, baÅŸka bir deyiÅŸle karşı kültürün algoritmasını içerecek daha iÅŸlevsel sayısal/kavramsal örgütlenmeleri formüle edebildikleri için, ötekini hem idrak etme hem de tayin etme becerileri yüksektir.
Ä°lim ile bilim, hakîkat ile gerçek, hikmet ile felsefe gibi kelime çiftlerinde ise farklı bir durum söz konusudur. Klasik Türkçe’nin nazarî diline ait Arapça kökenli sözcüklerin kendileri, hem deÄŸer hem de içerik açısından daha üst bir anlam uzayına ait kılınırken, Türkçe karşılıkları hem deÄŸer hem de içerik açısından daha alt/düÅŸük bir uzayın elemanları gibi muamele görürler. Örnek olarak ÅŸu tür ifadeleri duymak oldukça olaÄŸandır: “Ä°limden bilime...”, “Ä°lim baÅŸka bilim baÅŸka...”, “Ä°lim, bilgi olarak çevrilebilir; ama bilim olarak çevrilemez...” Bu tür tasnifleri yapanlar, her ÅŸeyden önce, kendi klasik kültürlerinin dili ile içindeki soluklandıkları çaÄŸdaÅŸ kültürlerinin dili arasındaki ayrımı derinleÅŸtirdiklerinin farkında bile deÄŸildirler. Ä°kinci olarak, çaÄŸdaÅŸ dünyadaki Arapların, baÅŸka bir dille iÅŸ göremeyeceklerinden, örnek olarak bilim için yine ilimden baÅŸka bir kelime kullanamayacaklarını hiç düÅŸünmezler... Ä°lim kelimesini üst bir deÄŸer uzayına ait olarak kullananlara sorulsa bu kelimenin kadim gerçeklik küresine ait anlamları konusunda da ciddi bir bilgi birikimi sorunu oldukları görülür. Farklı zaman dilimlerinde, deÄŸiÅŸik coÄŸrafyalarda ve muhtelif düÅŸünce okullarında ilim kelimesinin mefhumu deÄŸiÅŸebileceÄŸi gibi, düÅŸünürlere göre de farklı farklı tanımlara sahip olabilir. Bu nedenle sözcüÄŸü tarih-üstü mistik bir uzaya taşımak, içeriksizleÅŸtirmek, dolayısıyla belirsizleÅŸtirmek düÅŸünce için hiçbir anlam ifade etmez; ama muhataplarına sözde-çözüm sunmada iÅŸe yarar.
Her bir terim, bir canlı gibi doÄŸar(neÅŸet), oluÅŸur(tekvin), sınırlanır(tahdid), yayılır(intiÅŸar) ve belirli bir kullanım zamanı yakalar(istikrar), anlamı daralır ya da geniÅŸler, lafzını muhafaza etmekle birlikte içeriÄŸi, mefhumu deÄŸiÅŸir... Bir kavramın sûreti ile sîreti arasındaki iliÅŸki iyi tespit edilmeden o kavramın mısdakının hakkıyla idraki söz konusu olamaz. Bu duruma en iyi örnek son zamanlarda sıkça kullanılan hakîkat ile gerçek arasındaki ayrımdır. Örnek olarak, “Ä°slam düÅŸüncesi hakîkati amaçlar; Batı bilimi gibi gerçeÄŸi/gerçekliÄŸi deÄŸil.”, “Biz hakikatin peÅŸindeyiz; gerçek/lik sizin olsun.” gibi deyiÅŸleri dikkate alalım. Bu deyiÅŸler basit birer vecize olarak kalmamakta, hakikat ile gerçeklik arasında üretilen çataldan hareketle modern/çaÄŸdaÅŸ bilimin eleÅŸtirisi dahi yapılmaktadır. Yukarıda da ihsas ettirildiÄŸi üzere Arapçanın din dili olmasının yarattığı kutsiyetten de beslenen bu tür sözcüklerin kullanımı düÅŸüncede ve söylemde ciddi bir mistifikasyona neden olmakta; dinleyici kitle de mevcudun ötesinde baÅŸka bir ÅŸeyi varsayarak huzur bulmaktadır. Bu deyiÅŸleri dile getirenlere “Hakikat nedir?” ya da “Gerçek/Gerçeklik nedir?”, “Ä°kisi arasındaki fark/farklar nedir/nelerdir?” diye sorulduÄŸunda belirsizliÄŸe ve müphemiyete iÅŸaret etmekten baÅŸka bir yol bulamamaktadırlar. Kısaca hem Arapçanın sahip olduÄŸu varsayılan gizli-derin deÄŸiÅŸkenlerin varlığını imlemek hem de bizatihi kullanılan sözcüklerin iÅŸaret ettiÄŸi belirsizlikten beslenmek nesnel-olanı, mısdakı ıskalamaya neden olmaktadır. Halbuki dil tarihsel bir olgu ve olaydır; ne tekvinî ne de keyfîdir; ama vazîdir; sabiteleri kadar deÄŸiÅŸkenleri de mevcuttur; kendinden çok muhtevî olduÄŸu insan iradesinin kasdını içerir*
Hakîkat sözcüÄŸünün anlamını ve mefhumunu belirlemeye geçmeden önce ÅŸu noktayı vurgulayalım: Elbette her düÅŸünür kendi terim daÄŸarcığını inÅŸa edebilir. Kadim düÅŸüncemizde “ıstılahlar üzerinde tartışma olmaz” ilkesi ancak ve ancak bu ıstılahı üreten düÅŸünürün mefhumunu, dolayısıyla tanımını açık-seçik belirlemesi kaydıyla iÅŸlevseldir. Tersi durumda gerçeklik küresi ile bu gerçeklik küresinde karşılık geldiÄŸi nesnel alanı tayin edilmeyen bir sözcük ıstılah deÄŸeri taşımaz. Öte yandan, bir terimin anlamının tespiti sadedinde yukarıda iÅŸaret edilen ilkeler dışında, ıstılahın hangi felsefe-bilim okuluna ait olduÄŸu, hangi düÅŸünürce tanımlandığı, anlam katmanları, tarihî süreç içindeki deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸümleri gibi durumlar yanında dikkat edilmesi gereken en önemli nokta o ıstılahın, düÅŸünce okulunun varlık ÅŸemasındaki yerini belirlemektir. Bir düÅŸünce okulunun hatta bazen bir düÅŸünürün varlık ÅŸeması içindeki diagramatik iliÅŸkileri doÄŸru bir biçimde belirlenmemiÅŸ bir sözcüÄŸünün kavramsal anlamını hakîkati-ile tespit etmek mümkün deÄŸildir. Bir örnek verelim: Yine günümüzde çok çeÅŸitli nedenlerle beyân, burhân ve irfân sözcükleri arasında delâleti belli olmayan, bu nedenle de insanları o konu çerçevesinde dalâlete sürükleyen pek çok tartışma sürdürülmektedir. Bu tartışmalar yalnızca kadim düÅŸünce okullarının sorun-alanları çerçevesinde deÄŸil, günümüzdeki çaÄŸdaÅŸ sorunları çözüme kavuÅŸturma iddiasıyla da yapılmaktadır. Burhânın kadim felsefe-bilim dizgesi içindeki anlamı kısaca ÅŸudur: Bir nesnenin özselliÄŸinden kaynaklanan varlık ÅŸemasındaki(kategorik diziliÅŸteki) âm-hâs ve küllî-cüzî iliÅŸkilerini illet-malûl baÄŸlantısı içinde tanımlayarak göstermek(hadd) ve kıyasî yargıda temsîl etmek(tasdîk)... Bu tanım, belirli bir felsefe-bilim dizgesi içinde ortaya çıkmış ve iÅŸlevsellik kazanmıştır; ne tarih-üstüdür ne de tarih-ötesidir; sözcüÄŸe müphem bir mistifikasyon yükleyerek kullanmak sorunları çözmez; bulandırır...
Günümüzde, ister farkında olunsun ister olunmasın, hatta ister kabul edilsin ister edilmesin, tefekkür dünyamızda ortalama tahsilli bir kiÅŸinin düÅŸünce uzayındaki kadim sözcüklerin terim anlamları büyük oranda medrese ders kitapları tarafından belirlenmiÅŸtir. Çünkü bir kültürde ortak-akıl, ortak-vicdan ve ortak dil eÄŸitim-öÄŸretim kurumları tarafından, özellikle bu kurumlarda okutulan ders-kitaplarından üretilir. BaÅŸka bir deyiÅŸle bir kültürün kanonik yapıları kökenlerini o kültürün eÄŸitim-öÄŸretim kurumlarındaki ders kitaplarında bulurlar. Bu çerçevede çaÄŸdaÅŸ düÅŸünce dünyamızda hak ve hakîkat sözcükleri baÅŸta olmak üzere kullanılan pek çok sözcüÄŸün mısdakını layıkıyla tespit için söz konusu ders kitaplarına geri gitmek elzemdir; bu iÅŸlemde bir tespitten bahsedilmektedir, bir tercihten deÄŸil; çünkü tespit nesnel bir iÅŸlemdir, tercih ise kiÅŸisel deÄŸiÅŸkenleri de dikkate alır. Unutulmamalıdır ki, Mustafa Sabri örneÄŸinde görüldüÄŸü üzere, kullandığı dilin semantiÄŸine(anlambilim) hakim bir düÅŸünür, hem kadîm hem de cedîd olanı birlikte idrak etme becerisi gösterebilir; tersi durumda ileri sürülen düÅŸünceler, kaleme alınan metinler kadim ile cedidin bir amalgamı halini alır ve bu amalgamdan kiÅŸilere istikamet verici fikirler hasıl olmaz; kendi içinde dönüp duran ve söz konusu içi boÅŸ hareketin saÄŸladığı tatminle yetinen bireyler ortaya çıkar.
Åžimdi, öncelikle hakkın sözlük anlamına, fazla teknik ayrıntıya girmeden bir bakalım: Hakka el-ÅŸey'u ifadesinde görüldüÄŸü üzere hakka, sebete yani sâbit olmak demektir; ancak bu sâbitin bir niteliÄŸi vardır: Ä°nkâr edilemeyecek derecede olmaklık... Buna baÄŸlı olarak ihkâk sözcüÄŸü de isbât anlamına gelir. Hakîk sıfat iken ‘tâ’ ile isim hâline getirilir yani hakîkat. Hakk, büyük ‘H’ ile yazıldığında Tanrı’ya nisbet edilir ve Teâlâ yani AÅŸkın, Yüce niteliÄŸiyle maddî subûtiyeti aÅŸan bir anlam yüklenir; bununla Hakk’ın Mutlak olduÄŸu yani her türlü maddî, cismî kayıttan azade olduÄŸu vurgulanır. Hakîkat medreselerde temel metinlerden biri olan Taftâzânî’nin Åžerh el-akâid el-Nesefîyye ve ÅŸerhlerinde ayrıntılı bir biçimde incelenir ve kıvrımlarına deÄŸin tartışılır. Buna göre hakîkat, insan ile vâkıa arasındaki nisbete göre tanımlanır; nisbetin uygunluÄŸu(mutâbakat) insandan vakıaya doÄŸru ise, bu nisbet bir yargıda ifade edileceÄŸinden sıdk yani doÄŸruluk (truth) adını alır; nisbetin uygunluÄŸu vakıadan insana doÄŸru ise hakîkat ismi verilir; yani gerçeklik (reality)... Daha veciz bir ifadeyle, yargının doÄŸruluÄŸu(sıdkiyyet) vakıaya uygunluÄŸu; gerçekliÄŸi(hakkiyyet) ise vakıanın ona uygunluÄŸu demektir. Tam da burada iÅŸaret edilmesi gereken en önemli nokta bir ÅŸeyin subûtiyeti bakımından gerçek-olmasına, gerçeklik kazanmasına, gerçekleÅŸmesine de hakîkat adı verilir. Ä°lginç olan söz konusu nisbetin mutâbakatı, meÅŸruiyetini en nihayetinde insanda bulduÄŸundan bir tür itikâd yani inançtır. Bu tanımlara baÄŸlı olarak, sıdkın zıddı kizb yani yargının, itikadın vakıaya; hakkınki ise butlân yani vakıanın yargıya, itikada uygun olmamaması demektir; isim halleriyle ise sâdık ve kâzib ile hakk ve bâtıl... Bu anlamıyla hakikatin hissî, vehmî, aklî, örfî, lisânî/luÄŸavî, ÅŸer‘î/dinî gibi pek çok çeÅŸidi vardır; kısaca hakîkat hem varlık hem düÅŸünce hem inanç hem eylem hem de söz için kullanılabilir.
Bu noktada ÅŸu nükteye deÄŸinmeliyiz: Kadim düÅŸünce geleneÄŸimizde itikâdî konularda hak ve bâtıl, ictihâdî konularda hata ve sevab kelime çiftleri kullanılırdı. Mesela, ictihâdî bir eylem olan mezheb söz konusuyken kiÅŸi, “Benim mezhebim(görüÅŸüm) sevabtır; hatalı olması muhtemeldir.”; muhâlifi için “Senin mezhebin hatalıdır; sevab olması muhtemeldir.”; itikâdda ise “Benim inandığım hak, senin inandığın ise batıldır.” derdi... Bu nedenle ictihâdî konulardaki farklılıkları ihtilâf; itikâdî konulardaki farklılıkları ise hilâf mesabesinde sayarlardı ve ihtilafı rahmet hilafı ise fitne olarak görürlerdi. GörüldüÄŸü üzere her bir hâl için dakîk bir terim daÄŸarcığı geliÅŸtirmek, insanların hemhâl olması için ÅŸarttır. Çünkü iletiÅŸim ve bildiriÅŸim sözsüz bile olsa ifade, haber ve yargı seviyesinde sözlü olması, söze dökülmesi kaçınılmazdır.
Yazı boyunca dile getirilen düÅŸünceler pek çok açıdan tartışılabilir; ancak her yazıda olduÄŸu gibi demek istediÄŸimize odaklanıldığında öne çıkartmayı arzuladığımız tespit ÅŸudur: Bilgi bir ÅŸeyin bilgisidir; yorum bir ÅŸeyin yorumudur; lafız da bir ÅŸeyin lafzı olmalıdır; iÅŸte o ÅŸeyin kendi o lafzın mefhumudur, kavramıdır. Bir ÅŸeyi anlamak (fehm etmek) o ÅŸeyin anlamını idraktir (mefhûm); kavramak da bir ÅŸeyi kavramaktır (kavram). Özellikle günümüzde klasik Türkçenin nazarî diline ait Arapça kökenli kelimelerin sözlük anlamlarını bilmeden mefhumları üzerinde keyfî olarak oynamak; ıstılahları tarihsel dokusundan habersiz geliÅŸigüzel kullanmak; dilsel bir mistifikasyon yaratıp düÅŸünme yerine insanları nefsî/psikolojik bir rehabilitasyona icbar etmek demektir. Elbette bizim dikkat çektiÄŸimiz durum, dilin hakîkat düzlemindeki kullanımıdır; mecâz ve kinâye düzlemi kasdımızın dışındadır. Bilgi(ilim) söz konusu olduÄŸunda hakikati dile getirdiÄŸini iddia etmemek ÅŸartıyla mecâz ve kinâye meÅŸrudur... Yine de tekrar etmekte yarar var: Bir kültür gibi bir zihnin de tanımlanmış bir varlık ÅŸeması yok ise kullandığı sözcüklerin diagramatik iliÅŸkilerini doÄŸru bir biçimde belirleyemeceÄŸinden, kavramsal anlamlarını da hakîkati-ile tespit etmesi mümkün deÄŸildir. Åžimdiye deÄŸin derdimizi hakîkat sözcüÄŸü üzerinden dile getirmeye çalıştık; kadim kültürümüzdeki hakîkî ıstılahının mefhumu ve hakîkat ile iliÅŸkisi üzerinde durmak ise çaÄŸdaÅŸ düÅŸünce dünyamızın katetmesi gereken derinliÄŸi ihsas ettirmesi adına son derece kritiktir. Öyleyse “Biz hakikati önemseriz gerçeÄŸi deÄŸil!” diyenlere ÅŸöyle bir soru sorarak bitirelim: Bir ÅŸeyin hakîkat olması ile hakîkî olması arasındaki fark nedir? Yoksa siz hakîkî olanı önemseyip gerçeksel olanı önemsemez misiniz?
Kaynakça
*Bu konuda bkz. “Osmanlı Felsefe-Bilim Tarihi’nde Dilin Kökeni Sorunu”, Türkiye GünlüÄŸü, üç aylık fikir ve kültür dergisi, Sayı 118, s. 117-133, Ankara 2014.
Henüz yorum yapılmamış.