Bu yıl 56'ncısı gerçekleştirilen Münih Güvenlik Konferansı, küresel jeopolitik fay hatlarındaki kırılmaların derinlik kazandığı bir iklimde düzenlendi. Bu buluşmanın, on yıllar sonra 21. yüzyılın ilk çeyreğindeki küresel siyaseti değerlendirecek olanlar için, içerdiği çelişkiler, yan yana gelen ve gelmeyen isimlerle zengin bir malzeme temin edeceği muhakkak. Konferans, sorunların çözümüne hizmet edecek olumlu formüller üretmekten ziyade, çatışmaların derinliğini ortaya koyması ve gelecekte doğacak gerilim alanlarına işaret etmesiyle önemli bir görevi de yerine getirdi. Bu açılardan bakıldığında konferansın faydasız olduğunu söylemek mümkün değil. Organizasyonun uluslararası ilişkiler alanına yaptığı en büyük katkı ise hiç şüphesiz konferansın başlamasından önce hazırlanan “Munich Security Report 2020” belgesiyle gündeme getirilen “Westlessness” kavramının dolaşıma girmesi oldu. Henüz ülkemizde enine boyuna tartışılma zemini bulamayan bu kavramı Türkçeye tek bir kelime ile tercüme etmek kolay değil. Şimdilik “Batısızlık“ ya da “Batı’nın Yalıtılması” olarak mümkün olan en kısa şekilde ifade edebileceğimiz bu kavramda, Kuzey Atlantik İttifakının yaşadığı derin ayrılıklar yatıyor.
Munich Security Report 2020'de Türkiye açısından dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus ise belgenin 15. sayfasında 2020 yılı için izlenmesi gereken kriz bölgelerine dair hazırlanan liste. Bu listede bizim açımızdan üzerinde durulması gereken nokta, Suriye’nin 10 ülkeyi kapsayan sıralamada yer almamış olması. En basit yorumla, Suriye’nin, içerdiği karmaşık problemler ve göçmen sorunu nedeniyle bir tabu haline geldiğini ifade edebiliriz. Suriye’deki sürecin gidişatı, bu rapordaki sıralamaya girmemesi nedeniyle, artık uluslararası toplumun değil, ABD ile Rusya arasındaki pazarlıkların alanına bırakılmış görünüyor. Münih Güvenlik Konferansı için çalışan uzmanlara göre, Uluslararası Kriz Grubu’nun (International Crisis Group) değerlendirmeleri doğrultusunda 2020’de yakından izlenmesi gereken 10 ülke ve bölge ise şu şekilde sıralanıyor:
1- Afganistan
2- Yemen
3- Etiyopya
4- Burkina Faso
5- Libya
6- ABD, İran, İsrail, İran Körfezi Bölgesi
7- ABD ve Kuzey Kore
8- Keşmir
9- Venezuela
10- Ukrayna
Bu listeye, içerdiği yüksek insani ve siyasi kriz potansiyeline rağmen Suriye’nin dahil edilmemiş olması, konferansın ardından üzerinde düşünülmesi gerekecek bir husus olacaktır. Şimdi dönelim Münih’teki konferansa ve bugünden sonra uluslararası ilişkilere damgasını vuracak “Westlessness - Batısızlık“ kavramının ne olduğuna.
ABD ile AB arasındaki uçurum 'Batı dünyasını' zayıflattı
“Batı Dünyası” olarak tanımlayabileceğimiz ve bugüne kadar ekseriyetle Kuzey Atlantik İttifakı - NATO organizasyonunda vücut bulan siyasi ve askeri yapının bugün küresel düzeydeki konumunu sorguluyor “Westlessness” kavramı. Kavramın içeriğine ilişkin ilk açılım Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’den geldi. Steinmeier Batı’nın küresel ölçekte azalan etkisini temsil eden bu kavramın doğuşunu iki sebebe bağladı. Almanya Cumhurbaşkanı bu sebeplerden ilki olarak ABD’nin Trump’ın Başkan olmasıyla yöneldiği politikalara işaret etti. Steinmeier’e göre, Trump yönetimindeki ABD artık barış yapıcı ve barışı koruyucu rolünden uzaklaşmıştır. Bu tavır değişikliği yalnızca ABD’nin değil “Batı dünyasının” küresel ölçekte gücünü azaltmakta, imajını zedelemekte.
Yine Almanya Cumhurbaşkanına göre “Westlessness-Batısızlık”ı doğuran ikinci sebep Avrupa'nın fazlasıyla kendi iç problemlerine boğulmuş durumda olması. Hatta kendisi dışında gelişen birtakım küresel problemler de pek yakın gelecekte Avrupa’nın problemi haline gelmek üzere, fakat yaşlı kıta henüz bunlara karşı da yeterince hazırlıklı değil. Avrupa’nın temsil ettiği “Batı dünyasının” gerek kendi topraklarındaki gerekse dünya üzerinde doğal nüfuz alanı olarak gördüğü bölgelerdeki sorunları çözme kapasitesini yitirmesi, Batının gerilemesinin emareleri olarak değerlendiriliyor. Steinmeier’in “Westlessness-Batısızlık”ı tanımlarken yaptığı uyarı da kulak arkası edilmeyecek türden. Almanya Cumhurbaşkanı, İran’ın nükleer programını kontrol altına almaya yönelik imzalanan anlaşmadan ABD’nin çekilmesini eleştirerek, “uluslararası anlaşmaların delindiği günlerden” geçildiğine işaret etti. Birleşmiş Milletler’in hükmünü giderek yitirdiğini vurgulayan Almanya Cumhurbaşkanı, küresel politikada yıkıcı dinamiklerin yürürlükte olduğunun altını çizerek, “Büyük Güçler Mücadelesinin” geri döndüğü uyarısında bulundu.
Steinmeier’in verdiği örneğe ABD’nin “Yüzyılın Barış Planı” adı altında gündeme getirdiği ve BM’nin Filistin’e dair aldığı tüm kararları hükümsüz kılan, kaos doğuracak girişimini de eklemek yerinde olacaktır. Almanya Cumhurbaşkanının “uluslararası anlaşmaların delindiği günlerden geçiyoruz” ifadesini kullanması ise iki büyük dünya savaşının öncesinde yaşanan süreçleri anımsatıyor.
Steinmeier’in ABD ile Avrupa arasında bir uçurum oluştuğuna işaret eden “Westlessness-Batısızlık” kavramını ele alırken Türkiye’den bakan bizlerin de “Hangi Batı?” sorusunu sorması gerekiyor. “Batı” ya da “Batı dünyası” artık tam olarak neyi ifade ediyor? Görünen o ki bugün ABD ve Avrupa’dan oluşan iki ayrı Batı kavramı netleşmiş durumda. Peki Avrupa’nın temsil ettiği Batı kim? İngiltere’yi bu Batı’nın içinde değerlendirmeli miyiz? Çin ile ilişkilerinde yaşadıkları çelişkiler, İngiltere ile ABD’yi de çıkar çatışmalarına sürüklüyor; Avrupa Birliği’nden de ayrılan İngiltere üçüncü bir Batı mı? “Westlessness-Batısızlık” kavramının Münih’te yani Almanya’da doğduğunu göz önüne alırsak, acaba Batı’nın gerilediği ve küresel gücünü yitirdiği fikri Almanya’nın yaşadığı bir hezeyandan mı ibaret? AB içindeki lokomotif güç olma pozisyonunu yitiren Almanya, kendi gücündeki düşüşü, Batı dünyasının tamamına mı teşmil etmekte?
Bu son sorunun cevabını ararken Almanya’da Hristiyan Demokrat Parti’nin aşırı sağın temsilcisi AfD ile Türingen’de yaptığı ittifaktan sonra içine yuvarlandığı krizi de değerlendirmek gerekiyor. Bu kriz Merkel’in halef olarak belirlediği Annegret Kramp-Karrenbauer’in 2021 yılında Başbakanlığa aday olmayacağını açıklamasına yol açtı. Fakat kriz burada kalmayacak gibi görünüyor. ABD’nin Berlin Büyükelçisi Richard Grenell’in, 2018 yılının Mayıs ayında henüz güven mektubunu sunmadan, “Almanya’daki sağ siyaseti yeniden tanzim edeceklerine” dair kullandığı ifadelerin hayata geçtiği bu süreçte, Berlin yönetiminin kendisini ve Batı dünyasını yeni bir eksende tanımlama çabası içinde olduğu anlaşılıyor. AB’nin diğer başat gücü Fransa’nın, Macron liderliğinde bugün ülke içinde ve uluslararası platformlarda geldiği nokta da, “bu terazinin bu sıkleti çekmeyeceğinin” bir başka delili.
Münih’te doğan ve Steinmeier’in ayrıntılandırdığı “Westlessness-Batısızlık”kavramına yanıt, konferansın ikinci gününde ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’dan geldi. Pompeo, gerek Steinmeier gerek Macron’un “Batı dünyasının gerilediğine dair görüşlerinin gerçeği yansıtmadığını savundu. Konuşmasında “Batı kazanıyor, özgürlük ve demokrasi kazanıyor, hep beraber kazanıyoruz” diyen ABD Dışişleri Bakanı, elde edilmekte olduğunu iddia ettiği başarının Avrupalı müttefikler tarafından “satın alınmamasına-paylaşılmamasına” sitem etti. “Transatlantik ittifak ölmüştür argümanı abartılı bir söylemdir” diyen Pompeo’nun, Batı dünyası için “üç endişe kaynağı” olarak sırasıyla: Rusya, İran ve Çin’i işaret etmesi ise taraflar arasındaki çelişkilerin bir kez daha ilanı oldu. 5G teknolojisi için Çin teknoloji firması Huawei ile işbirliği yapılmaması konusunda Avrupa ülkelerini bir kez daha uyaran Pompeo, Pekin yönetiminin kontrolündeki teknoloji markalarının bir tür “Truva Atı” rolü oynadığını vurguladı. Rusya’yı dezenformasyon operasyonlarıyla Batılı müttefikleri birbirine düşürmekle suçlayan ABD Dışişleri Bakanı, İran’ın da siber saldırılar yoluyla Orta Doğu’daki istikrarı tehdit ettiğini iddia etti.
Üç Deniz İnisiyatifi
ABD Dışişleri Bakanının Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında gündeme getirdiği “Üç Deniz İnisiyatifi” ise Türkiye’nin de kısa vadede ele alması gereken konulardan biri. Türk Akım ve Kuzey Akım 2 boru hatları nedeniyle Türkiye ile Almanya’yı yaptırımla tehdit eden ABD, Rusya’nın Avrupa’daki enerji işbirliği projelerini akamete uğratmak için harekete geçti. Adriyatik, Baltık ve Karadeniz’i kapsayan “Üç Deniz İnisiyatifi”, 12 AB üyesi ülkeyi kapsayan bir proje olarak ilk kez 2015 yılında gündeme geldi. Söz konusu 12 ülkenin 11’inin NATO üyesi olması ise Trump yönetiminin beklentisi doğrultusunda ivme kazanacağı anlaşılan bu inisiyatife daha da önem yüklüyor (Bu 12 ülke: Avusturya, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Litvanya, Letonya, Polonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya). Pompeo, bu ülkelerin Rus petrol ve doğalgazına bağımlılıklarına son vermek için 1 milyar dolarlık altyapı yatırımına hazırlandıklarını ilan etti. Yani bir nevi “Enerjide Marshall Planı” yola çıkmış durumda.
Washington yönetiminin, kıta Avrupasını teknoloji alanında Çin’den, enerji alanında ise Rusya’dan uzak tutmak için kararlı adımlar atmaya hazır olduğu anlaşılıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un bu baskı karşısında “Stratejik bir siyasal güce dönüşmek için Avrupa’nın kendi stratejilerine ihtiyacı var” söylemi de cılız kalıyor. Dahası Macron’un konferansta Kırım’ı ilhakı dolayısıyla Rusya’ya uygulanan ambargoların etkisiz kaldığını savunarak Moskova ile stratejik diyalogun yeniden başlatılması için yaptığı çağrının da Washington tarafından dikkate alınmayacağı anlaşılıyor. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in ittifakı bir arada tutmak için “Yalnız bir Avrupa’ya inanmıyorum. Yalnız bir ABD’ye de inanmıyorum. Avrupa ve ABD ancak beraber var olabilirler” şeklindeki çağrısı da artık tarafların makas değiştirdiği açık-seçik ortaya konmuş olan ekonomik çıkarları nezdinde bir iyi niyet ifadesinden öteye geçemiyor.
Böylece Münih Güvenlik Konferansı da 3-4 Aralık 2019’da Londra’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde olduğu gibi ABD’nin Rusya, İran ve Çin’den kaynaklandığını savunduğu tehditleri bir kez daha kayda geçirdiği bir platforma dönüştü. Konferans, verilen mesajlar kadar sorunlu tarafların yoğun ikili görüşme trafiğiyle de kayda geçti. Suriye, Libya ve Ukrayna gibi başlıca çatışma alanlarını kapsayan bu görüşmelerden birini not etmeden geçmeyelim. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ile Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov arasında konferansın ilk günü olan 15 Şubat’ta, organizasyonun da düzenlendiği Bayerischer Hof Oteli’nde, Rusya Dışişleri Bakanının kullanımına ayrılmış olan toplantı odasında gerçekleşti bu ilginç görüşme. Buluşmayı ilginç kılan noktalardan biri, Amerikan basınının bu görüşmenin gerçekleşeceğinden habersiz bırakılıp, izlemesine de müsaade edilmezken, Rus basınının, görüşmenin gerçekleşeceğinden haberdar edilmesiydi. Dahası Amerikan basını bu görüşmeden Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova’nın Facebook paylaşımı sayesinde haberdar oldu. Sözcü Zakharova, yazılı açıklamasını Pompeo’nun Lavrov’un odasından çıktığı anda çekilen fotoğrafıyla da desteklemeyi ihmal etmedi. Rus kaynaklarına göre, Amerikan tarafının talebiyle görüşmenin ardından her iki tarafın açıklama yapmaması, dahası Pompeo ve Lavrov’un el sıkışma anının görüntülenmemesi konularında da uzlaşmaya varılmıştı. Basının görüşmeden haberdar olması üzerine ABD diplomatik kaynakları, ülkelerinin basın kuruluşlarını, bunun “ayak üstü (pull-aside meeting) bir görüşme olduğu konusunda ikna etmek için çaba harcadı. Bayerischer Hof Oteli’ndeki bu görüşmenin içeriği şimdilik bir muamma. Herhalde Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier de “Westlessness” kavramını izah ederken, uluslararası anlaşmaların delindiği bir dönemde yaşandığını hatırlatmayı bu gibi gizli kapaklı görüşmeleri kast ederek gerekli görmüştü.
Münih Güvenlik Konferansı, Almanya odaklı olarak “Batı dünyası” ve Avrupa’nın varoluşsal problemlerinin tartışılmasına kapı aralarken, Avrupa’nın yol açtığı problemlere sıra gelmedi. Organizasyon öncesi yayımlanan “Munich Security Report 2020” belgesinde yer alan Akdeniz’deki yoğun göç hareketi, Kuzey Afrika ülkelerinde giderek artan toplumsal olaylar, iklim güvenliği, Avrupa’da aşırı sağın yükselişi konuları basına yansıyacak düzeyde gündeme gelemedi. Münih’ten geriye kalan ve 2020 yılının kalan günlerine damga vuracak olan “Westlessness-Batısızlık” kavramının Türkiye-NATO ve Türkiye-AB ilişkilerine nasıl bir etkisi olacağını, bunun yanı sıra ABD’nin ivme kazandıracağı anlaşılan “Üç Deniz İnisiyatifi’nin” Türkiye’nin uluslararası enerji pazarındaki konumuna yapacağı etkileri yakından izlememiz gerekecek.
Müellif: Mehmet A. Kancı (Dış politika analisti ve gazeteci) / Kaynak: Anadolu Ajansı-Analiz
Henüz yorum yapılmamış.