Fransız doktorun gözünden Cezayirli bir şeyhin hastalığa bakışı
Follow @dusuncemektebi2
Onun için yemek yemek bir zorunluluktu ve elinden geldiğince az yemeye çalışıyordu. Eğer yeteri kadar yemek yemezse gittikçe daha da zayıflayacağını ve gelecekteki hastalıklara karşı direncinin azalacağını işaret ettim. Hafifçe gülümseyerek nazik bir şekilde: “Allah yardım eder” dedi
Şeyh Ahmed el-Alavi ile ilk kez 1920’nin ilkbaharında görüştüm. Tesadüfi bir karşılaşma değildi bu, Müstaganem’de muayenehane açtıktan birkaç ay sonra, onu muayene etmek için çağrılmıştım.
Bedenin ufak talihsizliklerine çok az önem veren Şeyh’in bir doktora danışmasına ne sebep olmuş olabilirdi? Ve neden diğer birçok alternatif varken yeni gelen birini, beni seçmişti?
Nihayetinde, bu soruların cevaplarını Şeyh’in kendisinden öğrendim: Müstaganem’e geldikten kısa süre sonra sadece Müslümanlar için, Arapların kasabası Tigitt’te bir muayenehane açmıştım ve haftada üç kez cüzi bir ücret karşılığı hastalara bakıyordum. Müslümanların devlet tarafından kurulmuş dispanserlere karşı içgüdüsel bir nefretleri olduğundan tam ortalarında kurulmuş, zevk ve adetlerine göre düzenlenmiş kliniğim başarılı olmuştu. Bu başarının akisleri Şeyh’in kulağına da gitmişti.
Çoğu Avrupalının aksine, besbelli Müslümanlara küçümseyici bir gururla yukarıdan bakmayan, ülkeye yeni gelmiş Fransız doktorun bu teşebbüsü Şeyh’in ilgisini çekmişti. Bilgim haricinde ve onun tarafından da hiçbir soruşturma gayreti olmadan, müritleri tarafından nasıl göründüğüm, neler yaptığım, hareketlerim, hastaları tedavi yöntemlerim ve Müslümanlara karşı cana yakın tavrım hakkında etraflıca bilgilendirilmişti. Bu sebeple ben onun varlığından bile habersizken Şeyh Ahmed el-Alavi, beni çok iyi tanıyordu. 1920 baharında geçirdiği çok şiddetli grip de Şeyh’in beni çağırmaya karar vermesine vesile olmuştu.
Onunla ilk temasımdan itibaren sıradan bir şahsiyetin huzurunda olmadığım intibaı edindim. Misafir edildiğim oda, Müslümanların evlerindeki bütün odalar gibi mobilyasızdı. Odada sadece -daha sonra içlerinin kitap ve yazmalarla dolu olduğunu öğreneceğim- iki sandık vardı. Fakat zemin bir uçtan diğerine halılar ve hasırlarla kaplıydı. Bir köşede, kilim kaplı bir döşek vardı ve bu döşeğin üstünde, sırtına yastıklar konulmuş, elleri dizlerinde bağdaş kurarak dimdik oturmuş Şeyh duruyordu.
Beni ilk çarpan şey, Şeyh’in, İsa Mesih’i tasvirleriyle benzerliğiydi. İsa’nınkilerle neredeyse tamamen aynı olan kıyafetleri, yüzünü çevreleyen ince ketenden sarığı, tüm hali tavrı, her şey bu benzerliği pekiştiriyordu. Bana öyle geldi ki Martha ve Meryem’le beraber kaldığı zaman havarilerini yanına kabul eden, Mesih’in görünüşü de aynen böyleydi.
Şaşkınlıktan bir an eşikte kaldım. O da gözlerini benim yüzüme yöneltmişti fakat uzaklara bakıyor gibiydi. Sonra her zamanki karşılama ifadeleriyle içeri gelmemi söyleyerek sessizliği bozdu. Yeğeni Sidi Muhammed, tercümanı rolündeydi çünkü Şeyh Fransızcayı anlasa da, konuşmakta güçlük çekiyordu ve bir yabancının yanındayken sanki hiç Fransızca bilmiyormuş gibi davranıyordu.
Halıları ve hasırları kirletmemek için ayakkabılarımın üstüne giymeye terlik istedim ama Şeyh buna hiç gerek olmadığını söyledi. Benim için bir sandalye getirilse de böyle bir ortamda sandalyeye oturmak saçma geldiğinden, mindere oturmayı tercih edeceğimi söyleyerek reddettim. Şeyh belli belirsiz gülümsedi ve bu basit jestle şimdiden onun yakınlığını kazandığımı hissettim. Yumuşak ve alçak bir sesi vardı.
Kısa cümlelerle ve az konuşuyordu. Etrafındakiler, en ufak bir hareketi yahut kelimesiyle harekete geçerek emirlerini sessizce yerine getiriyorlardı. Ona duyulan derin bir ihtiramı hissediyordunuz.
Müslümanların adetlerinden bir kısmını şimdiden bildiğimden ve muhatabımın sıradan birisi olmadığının farkına vardığımdan, çağrılma sebebim olan mevzuya birdenbire girmemeye dikkat gösterdim. Şeyh’in, Sidi Muhammed vasıtasıyla bana Müstaganem’de oluşum, buraya ne sebeple geldiğim, karşılaştığım zorluklar ve memnun olup olmadığım hakkında sorular sormasına müsaade ettim.
Bu sohbet esnasında genç bir mürid büyük pirinç bir tepsiyle çay ve çörek getirdi. Şeyh bir şey yemedi ama çay servisi yapıldığında bana çay ikram etti ve çay bardağını ağzıma götürdüğümde benim için besmele çekti.
Ancak bu mutad teşrifat bittikten sonra Şeyh benimle sağlığını konuşmaya karar verdi. Beni ona ilaçlar yazmam için çağırmadığını, tabii eğer kesinlikle gerekli olduğunu ve ona iyi geleceğini düşünüyorsam ilaçlarını alacağını ama bunu yapmak için en ufak isteği bulunmadığını ifade etti. Sadece, birkaç gün önce geçirdiği hastalığın ciddiyetini öğrenmek istiyordu. Hiçbir şey saklamadan, durumu hakkında ne düşündüğümü ona açıkça söylemem hususunda bana güveniyordu. Gerisinin hemen hemen hiç önemi yoktu.
Merakım ve ilgim gittikçe artıyordu: ilaçlara rağbet etmeyen hasta bir adam oldukça ender görünürdü ama iyileşmek için özel bir isteği olmayan ve sadece hastalığının derecesini bilmek isteyen hasta bir adama daha da ender rastlanırdı.
Baştan ayağa ayrıntılı bir muayeneye başladım, hastam sesini çıkartmadan kendini bana bıraktı. Ben muayene esnasında ne kadar titizlik gösterirsem o da bana o kadar güvenerek dediklerimi yapıyordu. İnanılmayacak kadar zayıftı, o kadar ki insan onun hayatın, içinden yavaşlatılmış bir hızda aktığı bir canlı olduğu intibaına kapılıyordu. Ama ciddi bir rahatsızlığı yoktu. Bu muayene esnasında yanımızda sadece Sidi Muhammed bulunuyordu, arkası bize dönük ve gözleri yerde, odanın ortasında üzgün ve hürmetkâr bir biçimde oturuyor, soruları ve cevapları alçak bir sesle tercüme ediyor ama arkasında ne olup bittiğini görmüyordu.
Muayenemi bitirdiğimde, Şeyh oturduğu yere geri döndü, Sidi Muhammed ellerini çırptı ve aynı genç adam tekrar çay getirdi.
Şeyh’e, çok ağır bir grip geçirdiğini ama ciddi bir rahatsızlığının olmadığını, önemli organlarının gayet güzel çalıştığını ve ona rahatsızlık veren sıkıntılarının muhtemelen birkaç güne kendi kendilerine kaybolacaklarını söyledim. Herhangi bir komplikasyon çıkacakmış gibi gözükmese de, benzer durumlar her zaman belirli bir risk taşıdığından hastalığının yakından takip edilmesinin lüzumunu ve bir önlem olarak tekrar gelip onu göreceğimi belirterek bu kadar zayıf olmasını endişe verici bulduğumu ve biraz daha fazla yemesi gerektiğini düşündüğümü ifade ettim. Günlük diyetinin bir litre süt, birkaç kuru hurma, bir ya da iki muz ve biraz çaydan oluştuğunu da muayene esnasında sorduğum sorularla öğrenmiştim.
Şeyh, muayenemin sonucundan oldukça tatmin olmuş gözüküyordu. Bana vakur bir tavırla teşekkür etti, rahatsızlık verdiği için özür diledi ve ne zaman gerekli olduğunu düşünürsem gelip onu tekrar görebileceğimi söyledi. Yemek meselesinde ise görüşleri benim görüşlerimden biraz farklıydı: onun için yemek yemek bir zorunluluktu ve elinden geldiğince az yemeye çalışıyordu.
Eğer yeteri kadar yemek yemezse gittikçe daha da zayıflayacağını ve gelecekteki hastalıklara karşı direncinin azalacağını işaret ettim. Bunun onun için hiç önemli olmadığını çok iyi anladığımı ama öte yandan eğer hayatını sürdürmek istiyorsa yahut sadece hayatta kalmak istiyorsa, ne kadar rahatsız edici olursa olsun tabiatın gereklerine uymasının kaçınılmaz olduğunu dile getirdim.
Bu görüşten belli ki etkilenmişti, çünkü uzun bir süre sessiz kaldı. Sonra, elini belli belirsiz sallayıp hafifçe gülümseyerek nazik bir şekilde: “Allah yardım eder” dedi.
Şeyh Ahmet el-Alavi ile ilk karşılaşmamızı ayrıntılarıyla anlattım çünkü şahsiyetini anlatmanın en iyi yolunun ilk karşılaşmamızda bende bıraktığı intibayı aktararak başlamak olduğunu düşündüm. Bu intiba, onu görmeden önce hakkında hiçbir şey bilmememden dolayı güvenilirdir.
Bu alışılagelmedik şahıs hakkında bir şeyler öğrenmeye çalıştım ama kimse bana önemli bir şey söyleyemedi. Kuzey Afrikalı Avrupalılar İslam’ın batıni meseleleri hakkında o kadar cehalet içinde yaşarlar ki onlara göre bir şeyh yahut murabıt bir tür büyücüdür, politik gücü dışında bir önemi yoktur. Şeyh’in böyle bir gücü olmadığından onun hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı.
Dahası, üzerinde düşününce, kendi hayal gücümün kurbanı olup olmadığımı merak etmeye başladım. O İsa’ya benzeyen yüz, o huzur dolu yumuşak ses, o asil tavırlar aslında var olmayan bir maneviyatı vehmetmemde etkili olmuş olabilirdi. Davranışları önceden hesaplanmış pozlar olabilirdi ve belki de bu umut vaat eden suretin altında hiçbir şey yoktu.
Yine de o kadar sade ve tabii gözüküyordu ki ilk intibam devam etti ve daha sonra olanlar da bu intibayı pekiştirdi. Ertesi gün ve sonraki günlerde, tamamen iyileşinceye kadar tekrar tekrar onu kontrole gittim. Her gittiğimde onu aynı halde gördüm; hareketsiz, aynı pozisyonda, aynı yerde, gözleri uzaklara dalmış ve dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle, sanki önceki günden bu yana tek milim kımıldamamış gibi, sanki zamanın kendisi için geçerli olmadığı bir heykelmiş gibi.
Her ziyaretimde bana karşı daha da samimileşiyor ve bana daha da çok güveniyordu. Sohbetlerimiz sınırlı olsa da ve tıbbi sorular haricinde genel geçer mevzulardan bahsetsek de karşımdaki adamın bir sahtekâr olmadığına dair inancım gittikçe güçleniyordu. Kısa zamanda arkadaş olduk ve Şeyh’e bir doktor olarak onu ziyaret etmemin artık gerekmediğini söylediğimde, benimle tanışmaktan dolayı çok memnun olduğunu ve arada sırada vakit bulduğumda onu ziyaret etmemin çok hoşuna gideceğini ifade etti.
Aktaran: Martin Lings, Yirminci Yüzyılda Bir Veli: Şeyh Ahmet el-Alavi (ks). Çev. Betül Özel Çiçek, İstanbul: Sufi Kitap, 2009.
Müellif: Dr. Marcel Carret. Kaynak: Nihayet Dergi-Sayı: 26
Henüz yorum yapılmamış.