Sosyal Medya

Kemal Sayar: Mazlumun gözlerine baktın mı hiç?

Yalnızca bizim yapıp ettiklerimizden değil, yapmadıklarımızdan ve başkalarının eylemlerinden, eylemsizliklerinden dolayı da hesaba çekiliriz orada. Sustuklarımızdan, görmediklerimizden, başımızı çevirip görmezden geldiğimizden. ‘Neyi daha iyi yapabilirdim?’ suali, vicdanlı benliği daima yoklar.



“Ä°lkokuldayken, bizim sınıfta hep şımarık zengin çocukları vardı. Müstahdemin oÄŸlu da bizim sınıftaydı. Onu hep iter kakardık. Çok ezik ve sessizdi. Bir gün iÅŸi iyice azıtıp onu köÅŸeye sıkıştırdık ve mataralarımızdaki suyu kafasından döktük. SoÄŸuktu. ÜÅŸümüÅŸtü ve titriyordu. Birden gözlerim onun kapkara, kocaman ve acı çeken gözleriyle karşılaÅŸtı. Afalladım ve kalakaldım. EÄŸer ÅŸairler birdenbire ÅŸair oluveriyorlarsa ve ben de eÄŸer bir ÅŸairsem, iÅŸte o gün ÅŸair olmuÅŸumdur kesin. Belki o kara ve kocaman acıdan özür dilemek için yazıp duruyorumdur.”
 
Didem Madak
 
Vicdan etrafımızda olup biten ÅŸeylere ÅŸahadet etmek, etkin bir ÅŸekilde yanıt vermektir. Haksızlığı, adaletsizliÄŸi, hakkaniyetsizliÄŸi umursamaktır. Gözünü yumup geçip gidememektir. AkÅŸamları başımızı huzur içinde yastığa koyabilme arzusudur. “BaÅŸka türlü yapamazdım” deme hasletidir. “BaÅŸka türlü davranamazdım” diyebilme erdemidir. Kant’ın çok bilinen bir sözü var, "Ne kadar sık ve uzun düÅŸündüysem, ÅŸu iki ÅŸey hep yeni ve artan bir hayranlık ve huÅŸuyla doldurdu ruhumu: Üstümde yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası. Yukarıda ve içimde bir Tanrı olduÄŸunun kanıtı bunlar.”  Vicdan, içimizde Allah’ın bizi ahlaka yönelten sesidir, gök kubbeden baÅŸlayan çınlaması  göÄŸsümüzde yankılanır durur, hayranlık uyandırıcı bir ÅŸeydir. Montaigne “Vicdanın zorlaması böylesine ÅŸaşırtıcı bir ÅŸeydir! Ele verdirir bizi, kendimizi suçlamaya, kendimizle savaÅŸmaya zorlar bizi; tanık yokluÄŸunda kendimize karşı tanıklık ettirir bize” dedikten sonra, kötülük yapan insanlar için Virgilius’un bir sözünü aktarır Denemeler’inde; “Açtıkları yarada canlarını bırakırlar.” Ä°nsanın kendi zihni… zindanları vardır onun, bu sebepten ilk cezamıza suçumuzla beraber hükmedilir. Belki tüm edebiyat evreninde bunu en iyi anlatan karakter Raskolnikov’dur; kimse kendi yargıçlığından halâs bulmaz.
 
Bizler, çoÄŸunlukla vicdanı ahlakiliÄŸin bir unsuru sayarız, vicdanlı olmamızı bize buyuran ahlak deÄŸildir oysa, bilakis ahlaklı olmamız için bizi dürtüp duran ÅŸeydir vicdan. Vicdan, ahlakın a priori’sidir, önce vicdanlı olmamız gerekir ki bir ahlaki buyruÄŸa muhatap olabilelim. Ä°nsana buyuran çok fazla dış ses var, toplum düzeni, görenek, iÅŸ hayatı, statü, makam mansıp, ekonomik çıkarlar, reel politik vs. Hatta yeri geldiÄŸinde hukuk ve din. Bunların hepsi en hafifinden başımızı çevirip geçmeyi ve bazen de kötülüÄŸü kendi elimizle icra etmeyi buyurabilir bizlere. Ä°ÅŸte,  insanın bu tür dış buyruklara göÄŸüs germe, yaralanma ve kanama gücüne vicdan diyoruz. Yaralanmayı göze almadığımız yerde vicdan mayalanmıyor. Horlansa, itilip kakılsa veya sarsılsa da bulunduÄŸu hak bildiÄŸinden geri adım atmayan ve mazlumun/masumun safını terk etmeyen insanlar vicdanlı insanlardır. Çünkü vicdan Tanrı’nın içimizdeki son sığınağıdır, bir tohumun özü gibi, iyiliÄŸin filizlenebileceÄŸi son yerdir. Yalnızca bizim yapıp ettiklerimizden deÄŸil, yapmadıklarımızdan ve baÅŸkalarının eylemlerinden, eylemsizliklerinden dolayı da hesaba çekiliriz orada. Sustuklarımızdan, görmediklerimizden, başımızı çevirip görmezden geldiÄŸimizden.  ‘Neyi daha iyi yapabilirdim?’ suali, vicdanlı benliÄŸi daima yoklar.
 
Peki nasıl oluyor da içimize adeta iÅŸlemiÅŸ, ruhsal donanımımızın adeta parçası olmuÅŸ,  fıtri bir mekanizma tekleyebiliyor? Problem, bir ahlak körlüÄŸü, bir varoluÅŸ baygınlığı yaÅŸaması insanlığın. Güney Afrikalı foto muhabir Kevin Carter’ın 1993 yılında Sudan’da çektiÄŸi, açlıktan tükenmiÅŸ bir küçük çocuÄŸun çökmüÅŸ, alnı topraÄŸa deÄŸen resmi ona Pulitzer ödülü kazandırdı. FotoÄŸraf karesindeki diÄŸer varlık bir akbabaydı; çocuÄŸun iÅŸinin bitmesini beklerken onu sabırla gözlüyordu. Carter, bu sarsıcı kareyi aldıktan sonra olay yerinden ayrıldı. Bu hadise ve verilen ödül kamuoyunda çok tartışıldı. BaÅŸkasının acısına uzaktan bakmak nasıl bu kadar kolay olabiliyordu? Kevin Carter o fotoÄŸrafı meslek iÅŸtihasıyla profesyonel bir foto muhabiri olarak çekti, mesleki açıdan uygun olanı yapsa da insan olarak yaptığı, onu insanlık dairesinin dışına fırlatan bir seçimdi. Zarar vermek, günah iÅŸlemek, bazen kötülüÄŸe hizmet eden enstrümanlar dahi olsalar illa ki insanı kendi cevherini imha etmek zorunda bırakmaz, bunu yapan, kesinlikle kayıtsızlıktır; hem baÅŸkasının acısına karşı hem de kendi eyleminin kötücüllüÄŸüne dair kayıtsızlık. Ä°nsanın kendi edimlerine körlüÄŸü bazen en büyük kötülüklerin fideliÄŸidir. O halde vicdan bir nefis muhasebesiyle kaimdir ancak. Batı’da yaÅŸanan çok çarpıcı bir hadise var; iki polis görevlisi boÄŸulan bir çocuk görüyorlar ve atlayıp o çocuÄŸu kurtarmak yerine, sadece izliyorlar. ÇocuÄŸun babası bu kayıtsızlığın hesabını sorduÄŸunda cevapları ÅŸu oluyor: “Biz boÄŸulmakta olan bir çocuÄŸu kurtarma konusunda eÄŸitim almadık.” Bu, buz gibi soÄŸuk bir profesyonel bakışı. Aslında bu bakış dünyada pek çoÄŸumuza sirayet ediyor; mülteciler teknelerde, insanlar fosfor bombalarının altında can veriyor ve bizim buna takatimiz yetmez, bizim elimiz oraya uzanmıyor, o bizim kapsama alanımızın dışında diyerek oraları görmemeyi yeÄŸleyebiliyoruz. Kevin Carter olayı münferit bir göz kararması deÄŸil, baÅŸka organize boyutları da var. Bu tarz, özellikle bazı dergiler üzerinden yaygınlaÅŸtırılan sefalet fotoÄŸrafçılığı alttan alta ÅŸu sömürgeci mesajı da veriyor, “Bu insanlar kendilerine bakmaktan aciz, buraya mutlaka bir Batılı gücün gelip müdahale etmesi ve bu sefaleti gidermesi lazım.” O kıtlığın, sefaletin ekonomi-politik nedenleri görmezden geliniyor. Durumu bireylerin yaÅŸadığı, kendi ülkelerine münhasır, belki yöneticilerinin beceriksizliÄŸinin neticesi oluÅŸmuÅŸ bir toplumsal sefalet gibi gösteriyor. Ancak böyle yıkımların arkasında bazen, bu kıtlığı yaratan Batılı ÅŸirketlerin ekonomik çıkarlar için o bölgeye müdahaleleri de bulunur. FotoÄŸraf ve kamera kendi kurgusuyla hakikatin önemli bir kısmını karanlıkta bırakabilir ve böylece, asıl sebepleri gözden kaçırır.
 
Bugün adaletin kollarının çok daha uzun olmasını gerektiren yeni bir etik icat etmemiz gerekiyor. KomÅŸumuzu sevmek, son teknolojilerle donanmış yüksek güvenlikli sitelerimizde artık bir erdem deÄŸil. Birey olarak, aile olarak harcanan insanlar, kendi takatleriyle altından kalkamayacakları sorunlara, küresel politikaların tali hasarı olarak maruz kalıyor. Sorunların giriftliÄŸi ve uzak odaklara kadar devam eden ayak izleri kadar, hayatları kararan insanlar da seyyal haldeler. Bugün, durum her ne kadar Batılı ülkelerin çenesini yorsa da,  esas itibariyle bizim kucağımızda eÄŸlediÄŸimiz dünyayı endiÅŸelendiren bir mülteci sorunu var. Yersiz yurtsuzlaÅŸtırdıkları bu insanların sorumluluÄŸunu almak istemiyor Batılı ülkeler, sadece onların petrolünü ve tarihi eserlerini istiyorlar, bir nebze de nitelikli beyin ve kol gücünü.
 
Vicdan sadece benim için, bana benzeyen için adalet ve merhamet talep etmem deÄŸildir. Bana benzemeyen ve benden ayrı olan için de adalet ve merhamet talep etmemdir. EÄŸer sadece bana benzeyenler için, adalet ve  insan hakları istiyorsam, sadece ben ve benim kabilem için demokrasi ve hürriyet istiyorsam bunun adı narsistik merhamettir, özsever merhamettir. Yine kendimi sever, kendimi ulularım bu durumda. “Bu topraklarda mutlaka demokrasi olmalı, insan hakları olmalı ama öbür topraklarda benim menfaatime uygun düÅŸen bir diktatörle çalışabilirim, on binlerce insanını öldürür sokaklarda, ben yine de onun ayaklarının altına kırmızı halıları sererim.” anlayışı büyük bir riyakarlık. Bu riyakarlıktan dünya vicdanı, kamusal vicdan çok büyük yaralar alıyor. Ä°nsanlar büyük ölçeklerde sefalet içinde veya zorlu yolculuklarda can veriyorlar, bombalar altında kavruluyorlar ve dünyanın bir kısmı vur patlasın çal oynasın refah içinde yaÅŸarken, bir kısmı da bu acılara tanıklık ediyor. Bazılarının hayatları diÄŸerlerinden daha kıymetli addedilebiliyor. George Orwell’ın Hayvan ÇiftliÄŸi’ndeki meÅŸhur “Bütün hayvanlar eÅŸittir, bazıları daha eÅŸittir.” sözündeki gibi, bazı insanların hayatlarının yası tutulurken bazılarının ise bir istatistiki nesneye dönüÅŸtürüldüÄŸü bir çaÄŸdayız. Küresel bir vicdandan bahsetmek gerekiyor artık; sadece kendimiz ve bize benzeyenler için deÄŸil, dünyanın tüm toplumlarının iyi ÅŸartlar altında yaÅŸamaya hakkı olduÄŸunu, temiz suya, ilaca eriÅŸmeye hakkı olduÄŸunu teslim etmemiz lazım.
 
Rusya’nın modern dönem azizi Soljenitsin’in “KeÅŸke bir yerlerde sinsice kötülükler yapan kötü insanlar olsaydı da onları ayıklayıp yok edebilseydik. Ancak iyi ile kötüyü birbirinden ayıran çizgi, her insanın yüreÄŸinden geçer” sözü, kendine bir iyilik isnat edenlerin kulağına küpe olacak türden bir uyarı. Ä°nsan, ruhunda ideal kabul ettiÄŸi yüce güzellikler için türlü alçaklıklar iÅŸleyebilecek trajik bir varlıktır. Nefsimizden beraat kararı alabilmekle meÅŸhuruz. Horkheimer, “Kendi kendisiyle barışık olma, çeliÅŸkisiz bir istence sahip olma yönündeki biçimsel talimat, ahlaki huzursuzluÄŸun nedenini ortadan kaldırabilecek bir ilke oluÅŸturmaz. Bir kez bile vicdan rahatlığıyla yapılmamış tek bir alçaklık var mıdır?” diye sormuÅŸtu. Bu sebeple vicdan, ahlaktan bağımsız bir ÅŸube olarak, düÅŸünebilmekle ilgili bir zemini gereksinir. Ancak bu zemini inÅŸa eden, bilinen formuyla zeka deÄŸil,  Hannah Arendt’in ifadesiyle sosyal ve kültürel farklılıkları boydan boya kat eden “daha ziyade, insanın kendisiyle samimiyet içinde yaÅŸamaya, kendisiyle iliÅŸki kurmaya, yani kendisiyle sessiz bir diyalog içine girme” yetisidir. En ahlaklılarımızın dahi içinde bekleyen bir kötülük bilkuvve vardır. Stanford Hapishane Deneyi ve Milgram Deneyi’nin yüzümüze tuttuÄŸu bir veri bu artık. Psikoloji bilimi bize çok büyük iç görüler saÄŸladı: Her insan firavunlaÅŸma istidadını taşır. Vicdan içimizde pusuda bekleyen kötülüÄŸü engellemek için büyük bir frendir. Ä°ç denetim ve kendimizi kontrol edebilmek ve vicdanın sesi sayesinde içimizde o ayaklanmayı bekleyen firavunu bastırırız.  Kalabalığın içinde sıradan adam birden bire vahÅŸi duygularıyla tanışır, kalabalığın güdüsünü arkasına alır ve zayıf gördüÄŸüne, hasımlaÅŸtırdığına – halbuki o da belki çok rahat anlaÅŸabileceÄŸi kendi iÅŸinde gücünde bir vatandaÅŸtır- ÅŸiddet uygulamaya kendisinde hak görür. Güçlüye karşı sevgi, güçsüze karşı öfke. Güçlüye karşı el pençe divan duruÅŸ, güçsüze karşı hakaret, bıçak ve mermi. Bu ülkenin ve nihayet dünyanın ufkuna çöken o avutulamaz keder, o inatçı siste her birimizin bir parçası olduÄŸu büyük riyakarlığın izleri var. Önce kendi gölgemizi ziyaret etmeli, kendi karanlığımızla yüzleÅŸmeliyiz. ‘Ä°yiyle kötü arasındaki tercihe dayalı ahlaki hayat, bir özkınama ve öz suçlamayla doludur. Ahlaklı olmak, hiçbir zaman yeterince iyi hissetmemek demektir. Ancak erdemimizden emin olmadığımızda ve hatamızı kabul ettiÄŸimizde birbirimize karşı iyi olabiliriz’ diye yazmıştı Zygmunt Bauman.
 
Romanya’da ÇavuÅŸevsku döneminde yetimhanelerde barınan yüz binlerce çocuk var. Çocuk psikiyatrisinin en çok öÄŸrendiÄŸi olay, bu dönemdeki çocukların durumlarında ortaya çıktı. ÇavuÅŸevsku rejimi devrildikten sonra ortalama 100 çocuÄŸa bir mürebbiye düÅŸtüÄŸü görülüyor bu tesislerde, çocuklar yeterli beslenememiÅŸler, yeterli insan teması saÄŸlayamamışlar, üç dördü bir yatakta yatıyor. Korkunç bir ÅŸekilde yoksunlaÅŸmış, duygusal açlık içinde büyümüÅŸ çocuklar tamamı. Batılı ailelerin bir kısmı evlat ediniyor bu çocukları. Fakat gördükleri olaÄŸanüstü ilgiye raÄŸmen bu çocukların hırsızlık yaptığı, sürekli kriminal olaylara karıştığı görülüyor, bulundukları aileye hayatı zindan ediyorlar. Çocuklarda bir tuhaflık olduÄŸunu düÅŸünmeye baÅŸlıyor aileler, yapılan beyin çalışmalarında, beynin sevgi ve sevmekle ilgili yapısal bölümlerinin geliÅŸmediÄŸi saptanıyor. O bölgenin güdük kalması nedeniyle bu çocuklar hayatlarının devamında sevgiyi anlayamıyor ve sevgiyi veremiyor. Ä°lk çocuklarındaki sevgi temasından yoksunluk, yapısal bir bozukluÄŸa dönüÅŸüyor. Tekrar düzelmeleri çok düÅŸük bir ihtimal olsa da bu insanların ısrarla sevgiyle merhametle sarmalanmaları gerekiyor. Bir baÅŸka çalışma Renè Spitz’in, yuva hastalığı. Tertemiz, hijyen koÅŸullarının mükemmel olduÄŸu bir yuvada yetiÅŸtirilen, anne babalarından ayrılmış bu yetim çocuklara temas etmemeyi hijyenin bir parçası olarak görüyor hemÅŸireler. Kucaklarına almıyor, sevip okÅŸamıyorlar, fazla duygusal temasta bulunmuyorlar. Ve bu çocuklar iki yaşına gelmeden sevgisizlikten ölmeye baÅŸlıyorlar. Sevgi, merhamet, diÄŸerkamlık bakım veren kiÅŸiden çocuÄŸa geçen ÅŸeyler. Anne ve baba çocuÄŸa iyi ahlak vermek istiyorlarsa,  yüksek seciyeli ve karakter sahibi bir çocuk yetiÅŸtirmek istiyorlarsa kendileri de öyle olacaklar. Biz anne babalar olarak ahlaklı, sevgi dolu, empatik, merhamet dolu bireyler olursak, vicdanlı bireyler olursak çocuk da o deÄŸerleri alıp içselleÅŸtiriyor
 
Bizim de ÅŸahitler olarak ses çıkarmamız lazım.  Ahmet Vefik PaÅŸa, ‘vicdan’ için, "gönül ÅŸahadeti"  tabirini kullanır. Åžiddet bizim suskunluÄŸumuzla mümkün kılınıyor. Bir yerlerde bir kötülük varsa, birileri sessiz kaldığı için o kötülük hükmünü icra ediyor.
 
Ä°yiler bu dünyanın soylularıdır diyor bir yazar. Ne soy ve sopla ne de cebimizdeki parayla soyluluk olmuyor. Fedakar ve diÄŸerkam insanlar bizim yeryüzüne itimadımızı perçinliyor, artırıyor. Anti sosyalliÄŸin panzehiri de kendi nefsinden fedakarlık edenler, insanı yoldaÅŸ bilenler, insanı aziz bilenler, insanı ‘hazreti insan’ bilenlerdir.
 
Kültürün ürünleri –velev ki popüler kültür olsun- bir toplumun yüzüne ayna tutan dokümanter nesnelerdir. Türk toplumu dizi seyrediyor.  Ä°leride bir gün tarihçiler, antropologlar dönemimizin filmlerini analiz edecek olsa, bu toplumun psikopat bir toplum sanılması iÅŸten bile deÄŸil. Dizilerde sevimli gösterilen psikopat karakterleri görüyoruz hep. Åžiddet özendiriliyor, sanki kötülük normmuÅŸ gibi anlatılıyor. Bizim Ekmek Teknesi, Süper Baba gibi mahalle hayatını, insanın sıcaklığını güzelliÄŸini anlatan güzel dizilerimiz de vardı. Bu tür yapımların prime time’da daha çok yayınlanması lazım. Ä°yilik haberlerini, satmasa bile basında daha çok görmemiz lazım.
 
Vicdanın kanıtı kendi rahatları raÄŸmına, kendi konforlarından fedakarlık ederek, hatta bazen kendi emniyet ve güvenliklerinden feragat ederek zor durumdaki insanlara yardım elini uzatmaya çalışan insanların varlığıdır. Rachel Corrie’yi hatırlayın, asla unutmayın Ä°srail tankının altında ezilen o Amerikalı kız çocuÄŸunu. Onlar var, demek ki vicdan diye bir ÅŸey var. Bilindik ahlak dizgeleriyle açıklanabilecek bir ÅŸey deÄŸil bu insanların fedakarlıkları, ahlak öncesi bir nüveden besleniyor bir ruh.
 
Zihinde dalgınlık bazen, temaÅŸa yahut tefekkür halinde iken iyidir ya, göÄŸüsteki dalgınlığın ihmale gelir yanı yok. Peter Singer “Bir gölün yanından geçiyoruz, gözümüzün önünde bir  çocuk boÄŸuluyor. GördüÄŸümüz zaman başımızı çeviremeyiz vicdanımız bizi rahat bırakmaz ve o çocuÄŸa yardım etmek için koÅŸarız.” diyor. Dünyada gözümüzün önünde Afrika’da, Myanmar’da, Asya’da, onbinlerce yüzbinlerce insan açlıktan, sefaletten kırılıyor. Uzak bir mesafeden, izliyoruz acıyı; “başımızı çevirme hakkımız yok” diyor. Ekranın her sahici ÅŸeyi yapaylaÅŸtıran efsununa teslim olamayız, acının simüle edilmesine rıza gösteremeyiz. Singer, ihtiyacın üstünde gerçekleÅŸen, artan maddi zenginliÄŸin ihtiyacı olanlara dağıtılmamasını boÄŸulan bir çocuÄŸu görmezsen gelmekle eÅŸdeÄŸer buluyor, onun önerdiÄŸi model “etkin diÄŸerkamlık”. Üzülmek bir fayda saÄŸlamaz, insanlara aktif ÅŸekilde destek olmak, gelirinden her ay hatırı sayılır bir miktarı dünyanın muhtaçlarına, yoksullarına göndermek gerekir. Aldırış, insan varlığının aÄŸrıyı cevaplaması, kendi özünü gerçekleÅŸtirmesi, böylelikle de sahih bir yaÅŸama geçmesi anlamına gelir. Kendimizle gerçekleÅŸtirdiÄŸimiz o sessiz diyalog.  ÇaÄŸrıyı cevapsız bırakamazsın, iyi insan olarak senin vazifen budur. Tanpınar, Hep Aynı BoÅŸluk kitapta yayınlanmış bir röportajında  “Bilir misiniz, rüyada insanlar birbirlerinin gözlerine bakamazlar. Ve bakarlarsa çok ıstıraplı olur. Derhal uyanırlar. Bence bu ferdiyetimizin kaba ve satıh tarafından kurtulma, birbirimize karışmaktan korkmamızdır. Bir nevi içten çalışan vicdan azabı.“ der, gözü kıskıvrak yakalayan vicdanın sancısına vurgu yaparak. Ä°ÅŸte yazının başında Didem Mamak’tan alıntıladığım hikaye de bunu anlatıyordu: Göz göze geldiÄŸinde ahlak baÅŸlar. Vicdan, muhatabıma bakmakla, onu görmekle uyanır. Ahlak yüzde baÅŸlar. Yüz yüze, göz göze geliÅŸte. Onu kendime bir eÅŸit, bir muhatap, bir dost kılabilme yeteneÄŸimde. ‘Yüz insanın en insanca yeridir. Belki de kutsallık duygusunun doÄŸduÄŸu yerdir’ diye yazar David Breton. Yüzüne baktığım, gözlerinin karasını gördüÄŸüm o kiÅŸiye artık kötülük yapamam. Sawubona! Güney Afrika'da bir selam :  Seni görüyorum! Ä°nsanların başını ekranlardan alamadığı, bir diÄŸerini kolayca görmezden geldiÄŸi  bir çaÄŸda ne güzel bir selamlama. Seni görüyorum. Ruhunu, varlığını hissediyorum. Buradayım, seninle beraberim.
 
Dünyada çok acı var. Sen bir insansın,  içinde güp güp atan bir vicdanın var. Gözlerini kaçıramazsın.
 
Kaynak: Serbestiyet

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.